Geçen hafta, dünyadaki kayak merkezi restoranlarını yazmış ve ülkemizdeki durumu bu haftaya bırakmıştım. Türkiye’de özellikle son yıllarda kayak yapılacak bölgelerin sayısı arttı. İlk dört her zaman için Bursa Uludağ, Bolu Kartalkaya, Kayseri Erciyes ve Erzurum Palandöken. Şimdi bunlara Denizli Bozdağ, Kocaeli Kartepe, Kars Sarıkamış, Isparta Davraz, Kastamonu Ilgaz, Erzincan Ergan gibi yeni rotalar da eklendi. Türkiye kayak turizminde bir cazibe merkezi olmaya başladı.
Akla ilk gelen Uludağ Kayak Merkezi... Öğrendiğime göre burası 7 binin üzerinde yatak kapasiteli toplam 25 oteli ve 30’dan fazla pistiyle başı çekiyor. 2 bin civarında yatak kapasitesi olan Erciyes’in inşaatı devam edenlerle birlikte 25 otelde toplam 5 bin yatak kapasitesine ulaşması hedefleniyor. Türkiye’nin en uzun kayak pistine sahip Palandöken, 5 otele ve 2 bin 435 kişilik yatak kapasitesine sahip. Keza Kartalkaya da 5 oteliyle, 2 bin 500 kapasitesiyle çalışıyor. Otellerin çoğu tam veya yarım pansiyon olarak çalıştığından, genellikle açık büfe servisi veriyor. Son birkaç yılda ziyaret ettiğim oteller arasında, Erzurum Palandöken’deki Sway ve Erciyes’teki Das, açık büfelerini en başarılı bulduğum oteller.
Geçen hafta bahsettiğim gibi, dünyadaki her kayak bölgesinde çok iyi ve popüler restoranlar varken Türkiye’de, dağlarda ünlü bir restoranımızın olmaması bence bizim için büyük bir eksiklik. Uludağ’da neden İskender kebabı, pideli köfte gibi lezzetlerin modern veya klasik formlarına yer verilmiyor?
MUTFAĞIMIZI DOĞRU ANLATMASI ÖNEMLİ
Benim en anlamadığım bölgeyse Bolu, Kartalkaya. Türkiye’nin neredeyse bütün iyi şeflerinin yetiştiği Mengen gibi bir değerimiz varken Kartalkaya’da mutfağıyla öne çıkmış bir restoranımızın bile olmaması bence bizi düşündürmeli. Kaya Palazzo, bu sene otelin içinde Swiss Chalet adında fondü seçenekler ağırlıklı bir restoran açmış gördüğüm kadarıyla, ne güzel... Umudum, Bolu’dan çıkan ünlü şeflerimizden birinin oradaki otellerle ortaklık yapıp Türk mutfağını doğru ve iyi anlatan bir restoran açması...
Erciyes’te de Kayseri denince hemen aklımıza gelen pastırma, mantı, yağlama gibi lezzetleri bulabileceğiniz bir yer yok. Aynısı Erzurum, Palandöken için de geçerli elbette. En son daha birkaç gün önce Sway Hotels’deydim. Evet, büfeleri oldukça iyi ve zengin fakat ben bu kadar iyi otellerde bölge mutfağını iyi yansıtan restoranlar görmeyi çok çok isterim.
Bu yazıyı yazarken de amacım sadece sorgulamak değil. Biliyorum ki buradaki en büyük sıkıntı, otellerin tam veya yarım pansiyon olması. Fakat işbirliklerinin en azından kısa dönem için restoranlarla da yapılabileceğini düşünüyorum. Örneğin, Sail Loft’un başarılı işletmecisi Arda Önen, geçen iki sene Erciyes, Das 3917’de yaptığı Apreski konseptini bu sene Palandöken Sway’e taşıdı. DJ performansı ve canlı müziğiyle son derece iyi bir konsept yarattı burada kayakseverler için... Aynı şekilde Momo’nun sahibi sevgili Burak Beşer de Erzurum, Polat’ta, Momo’nun kış şubesini açtı. İstanbul’un kaliteli işletmeleriyle yapılan bu işbirlikleri aynı şekilde şefler ve restoranlarla da yapılabilir diye düşünüyorum.
Havaların soğumasıyla birlikte kayak tatilleri daha çok gündemde... Benim de bu hafta bahsetmek istediğim konu kayak turizmi ve gastronomisi. Mevzunun biraz uzun olması sebebiyle bu hafta yurtdışındaki örneklerini anlatacağım. Önümüzdeki hafta da Türkiye’de gittikçe gelişen kayak turizminde gastronominin öne çıkamamasının sebeplerini irdeleyeceğim.
Araxi’nin istiridyesi...
Kayak merkezlerinin en önemli özelliklerinden biri, kayak için gelen turistlerin harcadığı paranın, normal turistin harcadığından çok daha fazla olması. Gelir seviyesi yüksek olan insanların kayak turizmi ve kar tatiline daha çok rağbet ettiğini biliyoruz. O yüzden dünyada baktığımızda Avrupa’da (özellikle Alpler’de) Japonya, Hokkaido bölgesinde ve Amerika’daki kayak bölgelerinde çok iyi restoranlar var.
Avrupa ve Alpler’le başlayalım... Fransa’daki Courchevel, en çok Michelin yıldızlı restoranın olduğu bölge. Tam 8 tane Michelin yıldızlı restoran var. Türkiye’ye Gastromasa Konferansı için geldiğinde tanıştığımız Fransız şef Yannick Alleno’nun, 2017’den beri 3 Michelin yıldızı taşıyan restoranı Le 1947, Courchevel’in en önemli restoranı olarak öne çıkıyor. Le 1947 adını, Cheval Blanc şaraplarının en iyi olduğu 1947 senesinden alıyor. Kendi restoranlarını da o seneye layık olabilecek şekilde tanımladıklarından bu şekilde isimlendirmişler.
PAKET SERVİS VE YEREL ÜRÜNLER KONUSU HÂLÂ ÇOK POPÜLER
Tüm dünyada dikkat çeken en önemli restoran trendlerine bakarsak djitalleşen menüler, teması azaltan hijyenik çözümler, paket servisin pandeminin bir noktasında başlayan popülerliği ve yola güçlenerek devam etmesi sayılabilir. Doğaya duyarlı, sıfır atık prensibini önemseyen, yerel ürünleri öne çıkaran restoranlar da çoğaldı.
YILIN ŞEFİ DEĞİŞMEDİ3 Michelin yıldızlı restoran DiverXO’nun sahibi Dabiz Munoz, En İyi Şef Ödülleri’nde (The Best Chefs Awards) bir önceki yıldaki gibi, Yılın En İyi Şefi seçildi. DiverXO, Dünyanın En İyi 50 Restoranı (The World’s 50 Best Restaurants) listesinde de 4’üncü sırada.
DÜNYA BİRİNCİSİ OLDU
Dünyanın En İyi 50 Restoranı ödülleri, Kopenhag’daki Geranium’u Yılın En İyi Restoranı ilan etti. Geranium’da yemediğim için yorum yapamayacağım ama hem şefini hem de tarzını çok iyi biliyorum. Bana göre Nordik mutfağı René Redzepi’nin önderliğinde ulaşabileceği en yüksek noktaya ulaştı.
Geçen hafta gastronomi ve turizm konusunda iki önemli organizasyona katıldım. İlki, 12. Kalkınma Planı çalışmaları kapsamında, Cumhurbaşkanlığı Bütçe ve Strateji Başkanlığı’nın düzenlediği Turizm Özel İhtisas Komisyonu’ydu. Türkiye’nin gastronomi politikası ve bütçelendirilmesine katkı sağlamak üzere,
4 gün sürecek organizasyonun İstanbul ayağındaydım. Anatolity Sürdürülebilir Kültür ve Turizm Vakfı kurucusu Dr. Cem Kınay’ın başkanlığında, Gazi Üniversitesi Turizm İşletmeciliği Bölümü’nden profesör Dr. Muharrem Tuna moderatörlüğünde, ülkenin turizm politikasının strateji ve bütçesinin kapsamlı şekilde tartışıldığı çok verimli iki gün geçirdik.
Etkinlikte de belirttiğim gibi, Türk gastronomisinin gerekli destekleri alması ülkemizin turizm gelirlerine çok ciddi bir katkı sağlayacaktır. Tüm dünyada ortalama turizm gelirlerinin yüzde 30’unu gastronomi oluştururken ülkemizde bu oran yüzde 10 civarında. Bunun en önemli iki nedeni, kahvaltı-öğle-akşam yemeğinin de içinde olduğu, her şey dahil, ucuz tatil paketleri ve çok ziyaretçi alan bölgelerimizde özgün mutfağımızı öne çıkaran kaliteli restoranların sayısının az olması... İlk neden için çok ciddi bir yapılanma gerekiyor. Dünyada bizim kadar ‘her şey dahil paket tatili’ satan ülke yok. Bu sistem misafiri otel içinde tutarak şehrin veya bölgenin diğer değerlerinin tecrübe edilmesine engel oluyor.
Bu hafta Kıbrıs’ı konuşalım. Adanın mutfak kültürü Akdeniz’in tam ortasında olmasından ve Yunan kültüründen etkilenmesinden dolayı oldukça farklı ürünler içeriyor. Örneğin molehiya, Avustralya’da Lübnan restoranlarından aşina olduğum bir ot... Orada kurutulmuşunu veya dondurulmuşunu bulabiliyoruz ama Kıbrıs’ta yazları tazesi, geri kalan zamanlarda da kurusu kullanılıyor; yemeklere hem kıvam hem de lezzet katıyor. Kıbrıslılar molehiyayı genellikle bizim ıspanak veya pazıyı kullandığımız gibi et veya kıymayla kavurup içine de bol sarımsak atarak yiyor. Kıbrıs’ın Lübnan mutfağından etkilendiğinin bir başka kanıtı, o bölgede de çok meşhur olan müceddere pilavı. Yeşil mercimek ve pirinçle yapılan bu yemek, üzerinde kızartılmış soğanla servis ediliyor. Türkiye’de de çeşitli versiyonları olan piruhiyse Kıbrıs’a özgü bir mantı. İçine lor peyniri ve kuru nane karışımı konduktan sonra üçgen veya yarım ay şeklinde kapatılıyor. Suda pişirildikten sonra adanın en çok ihraç edilen ürünü olan hellim peyniriyle birlikte, yine taze veya kuru nane serpilerek servis ediliyor. Ben bu yemeği iki sene önce, yarışmamıza katılan sevgili Tanya Kilitkayalı’nın ilk tur yemeğini tattığımda öğrendim.
Kıbrıs’taki en büyük eksikliklerden biri, yöresel lezzetleri öne çıkaran restoran sayısının azlığı. Genelde çalışanlar bile öğle yemeği için eve döndüğünden, esnaf ve yöresel lokantalara çok talep yok. Tanya’nın ailesinin restoranı Garavolli, Kilitkaya Köyü’nde. Kıbrıs’ın en otantik lezzetlerini daha önceki ziyaretlerimde işte bu restoranda tattım. Garavolli, Kıbrıs lehçesinde salyangoz demek. Salyangozun kızartması, haşlaması ve yumurtalısını servis ediyorlar. Daha önce de denedim ama çok bayıldığımı söyleyemeyeceğim.
Restoranın asıl spesiyaliyse ağzını kil ve çamurla kapadıkları özel taş fırında 4-5 saat pişen patatesli oğlak kebabı. Zaten restoranın kapısında sizi oğlaklar, koyunlar ve tavuklar karşılıyor. Oğlak kebabıyla birlikte kendi tarlalarında yetişen patates de bize Türkiye’de eski lezzetini zor bulduğumuz, o toprağımsı tada sahip patatesleri anımsattı.
Tam bir aile restoranı olan Garavolli’de, etler ailenin babası Alkan Kilitkayalı’dan, soğuk mezeler ve servis Tanya’nın annesi Hatice Kilitkayalı’dan, geri kalan tüm işler Tanya, kardeşi Tanel ve bir diğer eski yarışmacımız Uğur’a (Yılmaz Deniz) ait. Benim Garavolli’de en sevdiğim ürünlerden biri yabani kuşkonmaz, bölgenin mantarları ve yumurtayla yaptıkları basit ama çok lezzetli kavurma... Kuşkonmaz sevmeyen beni bile kendine hayran bırakan bir tabak bu... Kapari bitkisinin yapraklarından ve dalından yapılan turşusu da kaparinin çiçeklerine alışık olan bizler için çok lezzetli bir sürprizdi.
Tabii Kıbrıs denince tüm Türkiye’nin en iyi bildiği lezzet, meşhur şeftali kebabı. Bu kebapta şeftali kullanılmadığını biliyorduk, adının Ali isimli bir şeften aldığı söylentisi de kulağımıza hoş geliyordu. Gastronomi ve turizm hocalarımız bize bunun doğru olmadığını ve aslında isminin Kıbrıs deyişiyle ‘şeftali gibi kızarması’ sebebiyle verildiğini, Rum tarafında da ‘şeftaliya’ olarak anıldığını anlattı. Şeftali kebabının en önemli özelliği, aynı bizim köftelerimiz gibi, kuzu ve dana kıyması karışımıyla yapılması ve dışına gömlek yağının sarılması. Bu gömlek yağının sert kısımları et döveceğiyle dövülüyor ve bu şekilde kaplamanın çok ince olması sağlanıyor. Bir başka püf noktasıysa çift şiş takılarak pişirilmesi... Yani köfteler pişirilip döndürüldükten sonra şişten çıkarılıyor, sonra ters tarafı çevriliyor ve yine şişe takılarak bir süre daha pişiriliyor. Böylece her yeri eşit derecede pişiyor, gömlek yağı çok daha çıtır oluyor ve kuzunun yağının dışarı çıkması engelleniyor. Adanın tatlılarıysa Ortadoğu’nun hamur tatlılarından esinlemiş genelde. Harnup pekmeziyle yapılan gullurikya ve bizim revaniyi andıran Kıbrıs tatlısı öne çıkanlardan...
Şeftali kebabı için kuzu ve dana kıymasından köfte yapılıyor, sonra gömlek yağına sarılıp pişiriliyor.
Yazı ve eğlencesiyle yani turizmiyle meşhur olan Kıbrıs’ın lezzetleri biraz arka planda kalmış gibi... KKTC Cumhurbaşkanımızın eşi Sibel Tatar’ın, Kıbrıs’ın antik tarihine dayanan tariflerin de olduğu bir yemek kitabı çıkaracak olması beni çok mutlu etti. Bildiğim kadarıyla Tanya da Kıbrıs lezzetleri üzerine kitap yazıyor. Kıbrıs’ın lezzetlerini, adadaki 11 gastronomi fakültesinin de desteğine de içeren bir stratejiyle, tüm dünyaya tanıtmak hem Kıbrıs’taki hem de dünyaya yayılmış olan Kıbrıslı Türklerin en önemli vazifelerinden biri olmalı. Biz de bu güzel adanın insanlarına ve gastronomisine elimizden gelen desteği her zaman vereceğiz.
Müceddere pilavı, gullurikya ve Garavolli Restaurant’ın mantar ve yumurtalı kuşkonmazı. (Yukarıdan aşağıya)
Gastromasa konferansının 7’ncisi Haliç Kongre Merkezi’ndeydi. Kurucusu sevgili Gökmen Sözen, 2016 yılındaki konferansa beni, o zamanlar Bangkok’ta şeflik yapan Fatih Tutak ve Handicap Restoran’ıyla Almanya’da ilk Michelin yıldızını alan dostum Serkan Güzelçoban’ı davet etmiş, ‘Yurtdışında Ses Getiren Şefler’ panelinde konuşmacı olmuştuk. Gökmen’in benim için en önemli özelliği diğer organizatörler gibi trendleri takip etmek yerine o trendleri yöneten bir vizyona sahip olması. O zamanlar sektör dışında kimse bizi tanımazken bizi bu organizasyona dahil etmişti. Bugün, Fatih Tutak İstanbul’da 2 Michelin yıldızını alan tek restoran TURK’un başında, ben 5 yıldır Türkye’nin en çok reyting alan ve gastronomiye yön veren programının jüri üyesiyim, Serkan’sa Almanya’daki şeflik kariyerine başarılı bir şekilde devam ediyor.
Gastromasa yedi yıl içinde dünyanın en önemli dört gastronomi kongresinden biri haline geldi. Bu sene dünyanın en iyi 50 restoranından (The World’s 50 Best Restaurant) 10’unun şefi ve sayısını burada yazamayacağım kadar fazla Michelin yıldızlı şef, bu konferansa konuşmacı olarak katıldı. Sevgili Mehmet Yalçınkaya’yla ben de Gökmen’in moderatörlüğünde gerçekleşen, ‘Televizyon Şeflerinin Sektöre Katkısı’ konulu panelde güzel bir sohbet gerçekleştirdik. Konferansın bu yılki teması ‘Sürdürülebilirlik ve Biyoçeşitlilik’ti. Türkiye’den ve yurtdışından yüzlerce konuk, kendi branşları dahilinde sürdürülebilirlik ve biyoçeşitliliği tartıştı. Şaraptan kakaoya, coğrafi işaretli ürünlerden doğru tarımın geleceğine kadar bu tema altındaki her konunun tartışıldığı seminer; gastronomi üzerinden daha iyi bir dünya yaratmak için hepimizin umutlarını yeniden yeşertti.
Bu kadar çok konuşmacının olduğu ve kısıtlı zamanımın olduğu program içerisinde takip edebildiğim kadar çok konuşmacıyı takip etmeye çalıştım. Beni biraz üzen konulardan biri de bu yoğunluğuma rağmen zaman ayırıp gittiğim bu konferansta oraya katılan gastronomi öğrencilerinden çoğunun zamanını, belki de kariyerlerine damga vuracak ve ilham verecek bu konuşmacıları dinlemek yerine dışarıdaki stantlarda ürün tadımı için sıraya girmeleriydi.
Dikkatimi en çok çeken konuşmalardan ilki, dünyada en saygı duyduğum şeflerden; Brezilya’daki Amazon ormanlarından ilham alan ve D.O.M. restoranının şefi Alex Atala’nın konuşmasıydı. Atala panelin en çarpıcı konuşmalarından birini yaptı. Paraya verdiğimiz değeri neden gıdaya vermediğimizi, parayı asla atmazken gıdayı atma konusunda gerekli hassasiyeti göstermediğimizi, gıda yüzünden çıkan savaşların ve gıdanın geleceğimizi değiştirmek için en önemli güç olduğunu kafamıza çaka çaka işledi. Her ne kadar son zamanlarda personeline ve ürüne olan davranışlarını sorgulayan haberlerle gündeme gelse de, New York’taki Blue Hill’in sahibi şef Dan Barber, geçen yıl Time dergisinde Dünyanın En Etkili 100 Kişisi arasına giren tek şef. Yemeğe ve özellikle de sebzelere yaklaşımı kadar ilk kez çiftliğinde üretilen minik balkabağı, tüm dünyanın olduğu gibi Gastromasa’ya katılanların da ilgisini çekti.
Merakla beklediğim bir başka konuşmacıysa Kopenhag’daki Alchemist’in sahibi Rasmus Munk’tı. Önümüzdeki haftalarda detaylıca yazacağım ‘The Menu’ filminin başşef rolü, sanki Rasmus Munk’tan esinlenmiş. 22 bin metrekarelik restoranı sadece yemekseverler için değil, modern sanat ve mimari sevenler için de bir müze adeta. Rasmus konuşmasında yemeğin değiştirici, provokatif ve sorgulayıcı yönünü tartıştı. Kendisinden ilham alarak bir soru da ben sorayım o zaman: Bu kadar önemli bir restoranın araştırma şefinin, Türkiye’nin yetiştirdiği en başarılı genç şeflerden Ece Alaybeyoğlu olduğunu bilen, sektörümüz dahil kaç kişi var acaba? Bunu da yazarız ileride.
DAHA BÜYÜK DESTEKLERİ HAK EDİYOR
Gökmen’in bahsetmek istediğim bir özelliği daha var. O da sektörün her bileşenine çok rahat ulaşabilmesi. Organizasyonlarına fine dining restoran şefleri de, tedarikçiler de, gastronomi öğrencileri de ilgi gösteriyor. Sektördekiler bilir bu kadar dağınık bileşenleri olan bir etkinlikte her paydaşı bir araya getirmenin zorluğunu... Ülke gastronomisi için bu kadar emek harcayan Gökmen Sözen ve ekibini, kariyerini bu ülkenin tanıtımına adayan bir şef olarak içtenlikle tebrik ediyorum.
Bu hafta hem anneanne hem babaanne topraklarımda yani Makedonya’daydım. Anneannem, babasının kaymakamlık yaptığı Mitroviçe’den; babaannemse babasının sancak beyliği yaptığı Kalkandelen Üsküp’ten göç etmiş İstanbul’a; Balkan Harbi sırasında... O toprakların başkenti Üsküp’e onlar göçtükten yıllar sonra MasterChef Türkiye ekibiyle ayak basmak çok heyecan vericiydi.
Fliya böreği, üzeri külle dolu bir kapağın altındaki siniye kat kat hamur dökülüp kızartılarak; hamurların arasına da kaymaklı harcından dağıtılarak yapılıyor.
Yunus Emre Enstitüsü’nün davetiyle gittiğimiz şehirde, Türk mutfak kültüründen oldukça etkilenmiş bölge lezzetlerini deneyimledim. Sadece Üsküp’ün değil, Balkanlar’ın da en meşhur yemeği köftesi tabii ki. Üsküp’te tamamen dana eti kullanarak yapılan ve Üsküplülerin kebap dediği köftenin en meşhur iki adresi, Eskiçarşı içindeki Destan ve Kosmos. Destan biraz daha turistik restoran gibi ve yanında acı kırmızı sos da verdiği için Türkler arasında daha popüler. Kosmos daha yerel ve salaş. Doğal olarak ben Kosmosçuyum. Bir porsiyonda 10 adet köfte geliyor. Yanında közlenmiş tatlı ve acı biber... Bizim çoban salatanın, üzerine çok ince rendelenmiş beyazpeynirle yapılmış versiyonu olan shopska salatası... Yine bizim gobite benzeyen, fırından yeni çıkmış, sıcacık pide ekmeğiyle servis ediliyor. Yanında da mutlaka bölgenin yoğun lezzetli kuru fasulyesi tavce gravce’yi deneyin.
Şehrin çeşitli börekleri de çok meşhur, bunların en ilginç olanının adı simitpogaça. Basit tarifiyle sütlü ekmeğin içine konan boş börek. Adı ve tarifi bile karbonhidrat bombası ama lezzeti beklentimin çok üstünde. Genelde kahvaltılarda tercih ediliyor ve popüler börekçilerde saat 10.00’dan sonra bulunmuyor. Ama pek çok böreğin olduğu bu şehirde lezzetiyle en özel olanı, Arnavutların meşhur ve yapımı oldukça meşakkatli fliya böreği. Benim gördüğüm en zor börek pişirme tekniği. Çok büyük bir tencere kapağı düşünün... Kapağın üstü köz ve külle dolu. Altındaki siniye un, su ve tuzla akıtma kıvamında hazırladıkları akışkan hamur, aralıklar bırakılarak dökülüyor. Kül dolu kapak bu sininin üzerine kapatılarak hamur üstten pişiriliyor. Başka bir yerde yoğurt, kaymak, eritilmiş tereyağı ve sıvıyağ iyice karıştırılıyor. Hamur kızardıkça kat kat boşluklar doldurularak hem bu harç hem tekrar hamur dökülüp her seferinde kapak kapatılarak pişirmeye devam ediliyor. Börek sininin üzerine çıkana kadar kat kat yükseltiliyor. 10 dakika kadar da alttan ısıtılıyor ve sıcak servis ediliyor. Malzemeleri çok basit olmasına rağmen benim bu zamana kadar yediğim en lezzetli börekti.
MasterChef Türkiye’de jüri üyesi olmanın en sevdiğim yanlarından biri 25 yıldır yurtdışında yaşadığım için gidemediğim, ülkenin en özel gastronomi şehirlerini ziyaret etme fırsatımın olması... Programdan önce, Türkiye’yi ziyaret eden her Avustralyalının “Kapadokya ve Pamukkale’yi gördün mü” sorularına maruz kalınca biraz utanırdım açıkçası. İki sene önce Kapadokya’yı, bu hafta da Denizli ve Pamukkale’yi ilk kez gördüm. Pamukkale’nin travertenleri zaten tüm dünyanın bildiği ve UNESCO’nun da Dünya Mirası Listesi’ne aldığı bir doğal miras... Ama beni asıl şaşırtan, travertenlerin hemen arkasındaki Hierapolis Antik Kenti’nin güzelliği oldu.
Denizli hakkında beni hem şaşırtıp hem de sevindiren bir diğer sürprizse gastronomisinin zenginliği oldu. İlk gece, şehrin en bilinen restoranlarından Garson Şükrü’ye gittik. Şükrü Serinkan mesleğe komi olarak başlamış, 2006 yılında da 6 masalı küçük bir lokanta açarak bu yola baş koymuş. Sonrasında işini 300 kişiye hizmet veren üst düzey bir restoran seviyesine getirmiş.Hâlâ ailesiyle işletmeye devam ediyor.
NAR SUYU ÇOK MUTLU ETTİ
İşini ciddiye alan ve farklılıktan korkmayan restoranları çok seviyorum. Bölgenin lezzetli narını Hollanda’dan getirilen özel bir sıkma aletiyle sıkıp restorana özel bir nar suyu yapıyorlar. Bu beni hem tadıyla hem içki yanında servis edilmesiyle çok mutlu etti. Gelelim menüye... Restoranın en başarılı yemekleri soğuk ve sıcak mezeler. Acı gelin turşusu, yanık yoğurt, mantar turşusu bunlardan bazıları... Keçi tereyağlı yaprak ciğeri de, işinin ehli garsonumuzun söylediği gibi, ciğer yemeyenleri ciğere başlatan türde olmasa da ciğer sevenleri tatmin edecek lezzetteydi.