Kasım başında, İtalya’nın Luigi Talamoni hastanesinde çalışan rahibeler iyice düşündüler ve seçimlerini yaptılar. Yargıtay’ın kararına değil, Vatikan’ın görüşüne uymayı tercih ettiler. 16 yıldır bitkisel bir yaşam sürdüren Eluana Englaro’nun besin desteğini kesmeyi reddettiler. Bitkisel yaşam ya da "en düşük bilinç düzeyi" gibi durumlar, tam ve geri dönüşümsüz beyin ölümünden farklıdır ve modern tıbbın en az bilinen, ancak etik açıdan en çok tartışılan konularını oluşturur.
1971 doğumlu Eluana Englaro, 18 Ocak 1992 günü geçirdiği bir trafik kazası sonrasında komaya girdi. Kısa bir süre sonra durumu, yaşamını hortumla beslenerek sürdürebileceği bitkisel yaşama dönüştü. Kazadan 9 yıl kadar sonra doktorlar, iyileşmesinin mümkün olmadığını bildirdiler. Eluana’nın babası Beppe, mahkemeye başvurdu ve kızının bağlı bulunduğu besin destek ünitesinin durdurulmasını istedi. Ötanazinin yasak olduğu İtalya, konuyu defalarca tartıştı. Beppe’nin başvurusu iki kez reddedildi. Geçen temmuzda Milano Mahkemesi "Eluana’nın yapay yolla beslenmesinin durdurulmasına" karar verdi. Milano Başsavcılığı karara karşı çıktı. Dava Yargıtay’a taşındı. 13 Kasım 2008 günü Yargıtay kararı onadı.
Roma Katolik Kilisesi, Yargıtay’ın kararını şiddetle eleştirdi. Aileden Sorumlu Konsey’in Başkanı Kardinal Antonelli, "Eluana bitkisel durumda olabilir ama, bir bitki değil" dedi, "O, uyuyan bir insan. Bir insan, uyusa da, engelli de olsa, hálá insandır ve insan, sadece kendisi için değerlidir. Başkalarına keyif ve mutluluk vermeyince, değersiz kabul edilemez."
Luigi Talamoni hastanesinin rahibeleri de kardinalle aynı görüşteler ve 1994’ten beri bakımını üstlendikleri genç kadının su ve besin desteğini kesmemekte direniyorlar. Şimdilerde baba Beppe, mahkeme kararını uygulatabileceği bir hastane arıyor. Büyük bir olasılıkla, kızını İsviçre’ye götürmek zorunda kalacak.
Komünistler, benzin kuyrukları, et karnesi nerede?
1942 doğumlu, Polonyalı demiryolu işçisi Jan Grzebski’nin hayatı, 1988’deki felaketten sonra aniden değişti. Rayları tamir ederken bir vagon ona çarpmış, beynindeki hasar onu komaya sokmuştu. Günün birinde doktorlar karısına, "Bizim yapacağımız bir şey kalmadı" dediler ve 2-3 yıllık bir yaşam biçtiler. Gerdruda, tek parmağını kımıldatamayan, tek sözcük edemeyen dört çocuğunun babasını eve götürdü ve sırtı yara olmasın diye saat başı bir o yana bir bu yana çevirmekten, söylediklerinin anlaşıldığına dair hiçbir belirti olmadığı halde, fırsat buldukça memlekette yaşananları anlatmaktan hiç vazgeçmedi.
Jan Grzebski, vagonun çarpmasından 19 yıl sonra, 12 Nisan 2007 günü gözlerini açtı. Üç ay sonra tekerlekli sandalyesine oturmuş, TVN 24 haber kanalının kameralarına doğru konuşuyordu. "Alışmakta çok zorlanıyorum" dedi. "Ben uykuya dalmadan önce, dükkanlarda sadece çay ve sirke satılırdı, et karneyle alınırdı, bir litre benzin için saatlerce kuyruk beklerdik. Meğer arada neler olmuş neler! Berlin Duvarı yıkılmış, Sovyetler dağılmış, komünistler gitmiş, Polonya NATO’ya üye olmuş, Avrupa Birliği’ne katılmış. Hay Allah, unutuyordum, 11 de torunum doğmuş."
Jan Grzebski’nin durumu, Wolfgang Becker’in 2003 yapımı Alman filmi Elveda Lenin’deki anneyi anımsatıyor. Doğu Almanya’da yaşayan ve Sosyalist Birlik Partisi üyesi olan Bayan Christiane, kalp krizi geçirir, 8 ay komada kaldıktan sonra uyanır. Bu arada, Berlin Duvarı yıkılmış, iki Almanya birleşmiş, parti ortadan kalkmıştır. Doktoru en ufak bir şokta annenin ölebileceğini söyleyince, oğlu ona yapay bir dünya oluşturur. Sahte haber bültenleri çeker, Doğu Almanya’ya özgü Spreewalder turşularını bulur. Ancak dev bir Coca Cola ilanı, Trabant’ların yerine BMW’lerin satılması, kadının aklını karıştırır.
Anne, Pepsi, süt
Otomobil tamircisi Terry Wallis, 13 Temmuz 1984 günü, evinin yakınlarındaki bir uçuruma düşüp aracından fırladığında henüz 19 yaşındaydı, yeni evliydi ve kızı Amber doğalı, sadece altı hafta olmuştu.
Yanındaki arkadaşlarından biri ağır yaralıydı, bir hafta sonra ölecekti. Diğeri şanslıydı, kazadan neredeyse hiç yara almadan kurtulmuştu. Başına aldığı darbe sonucunda boynundan aşağısı felç olan Terry ise ertesi gün komaya girdi. 1984 Ekim’inde bir sabah aniden gözlerini açtı, ancak hareket edemiyor ve konuşamıyordu. Zaman zaman gözleriyle etraftakileri izlese, püre haline getirilen yemek kaşıkla verildiğinde yutabilse de, doktorlarına göre, içinde bulunduğu "en düşük bilinç düzeyi", sonsuza dek sürecekti.
Terry’nin annesi Angilee, 19 yıl boyunca her hafta oğlunu ziyarete gitti, yanına oturdu, konuşup durdu. Terry’nin 6 haftalıkken ayrıldığı kızı, zaman zaman hastaneye geldi, okulunu, arkadaşlarını anlattı, babasına en sevdiği şarkıları dinletti.
2003 yılının 11 Haziran’ı, anne Angilee için sıradan bir gündü. 19 yıl boyunca olduğu gibi, yine hastaneye gitti, bekleme salonundaki otomattan bir Pepsi satın aldı ve oğlunun yattığı odanın yolunu tuttu. Hemşireler için de sıradan bir gündü. Çarşafları düzeltmekte olan biri, annenin içeriye girdiğini görünce, her zamanki gibi, "Bak Terry, kim gelmiş!" deyiverdi. "Annem" dedi Terry ve hemşire neredeyse bayılıyordu. Annesinin elindeki şişeye baktı genç adam ve "Pepsi" dedi, hemen ardından da "süt". 19 yıl sustuktan sonra ağzından çıkan ilk üç sözcük bunlardı.
BEYİN KENDİNİ ONARABİLİYOR
Terry, konuştuktan üç gün sonra ilk kez hareket etti. Haftasında kızını tanıdı. Kaza öncesinde yaşadıklarını hatırladı. Başkan’ın artık Ronald Reagan olmadığı hemen söylense de, o hastanedeyken karısının üç çocuk daha doğurduğu ve halen Terry’nin küçük kardeşi ile yaşadığı, bir süre saklandı. Gerçi üç yıl sonra hálá yürüyemiyordu ve yemek yerken yardıma muhtaçtı ama eve dönmüştü, konuşuyordu ve duraklamadan 25’e kadar sayabiliyordu.
Terry’yi 20 yıl boyunca izleyen Dr. James Zini "Nasıl olduğunu anlayabilmiş değilim. Bu bir mucize" demiş olsa da, mucizelere inanmayan ve benzeri durumdaki başka hastalara yardım edebilmek için, söylediği ilk sözcüklerin hemen ardından beynini incelemeye koyulanlar oldu ve dünyanın dört bir yanındaki uzmanlar, insan beyninin gizemlerinden birini aydınlatabilecek bulguları, sabırla bekledi.
Cornell Üniversitesi nöroloji bölümünden Dr. Nicholas Schiff, aynı üniversitenin radyoloji bölümünden Dr. Aziz Uluğ, Citigroup görüntüleme merkezinden Henning Voss’un da aralarında bulunduğu araştırma ekibi, belirli aralıklarla Terry’nin beyninin ak maddesini, difüzyon tensör manyetik rezonans görüntüleme tekniği (DTI) ile incelediler. Trafik kazası geçirmiş 24 yaşındaki bir başka erkeğin bulguları ile birlikte "Journal of Clinical Investigation" adlı derginin Temmuz 2006 sayısında yayınladılar. Bitkisel yaşamdan "en düşük bilinç düzeyi"ne geçişin DTI ile saptanabileceğini bildirdiler. Daha önemlisi, Terry’nin tahrip olmuş aksonlarının, yani beyin hücreleri arasında iletişimi sağlayan liflerin yerine, yenilerinin oluştuğunu, bir başka deyişle beynin aradan geçen 19 yılda kendini onardığını ileri sürdüler. Çokça tartışılan bu yayın, en düşük bilinç düzeyindeki hastalarla ilgili görüşlere yeni bir boyut kazandırdı. Ancak, beynin kendisini nasıl onardığını anlayabilmek için henüz çok erken.
Bitkisel yaşam kriterleri değişir mi?
Dışarıya tepki vermeyen bitkisel hayattaki kişilerin, etrafta olan bitenin farkında olup olmadığı sorusu, yıllardır tartışılır. 2006 ortalarında Science dergisinde yayınlanan bir araştırma, bir yıl kadar önce trafik kazası geçirmiş 23 yaşındaki genç bir kadınla ilgiliydi. Farklı mesleklerden kalabalık bir ekibin, uluslararası kriterlere göre "bitkisel hayatta" olduğuna karar verdiği kadının beyni, işlevsel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) tekniği ile incelenmişti.
"Kahvenin sütü ve şekeri vardı" gibisinden basit bir cümle ya da içerisinde birden fazla anlamı bulunan sözcüklerin yer aldığı karmaşık cümleler söylendiğinde, fMRI görüntüleri, tıpkı sağlam bir insanınki gibiydi. Üstelik, "Bir tenis maçını seyrettiğini hayal et" ya da "Evinin kapısından içeri girdiğini ve her bir odayı tek tek dolaştığını gözünün önüne getir" emirleri verildiğinde, beyninde gözlenen değişiklikler, sağlam biri ile aynı anatomik yer ve biçimdeydi.
Yazarları arasında, Cambridge Üniversitesi Algılama ve Beyin Bilimleri Bölümü’nden Adrian Owen ile Liege Üniversitesi Siklotron Araştırma Birimi’nden Steven Laureys’in bulunduğu çalışma, Nature dergisinin "2006 yılının en önemli bilimsel gelişmeleri" listesinin ilk sırasında yer aldı. Owen’e göre, geliştirilen yöntem, klinik kanıtlar bulunmadığı halde hastanın çevresini algıladığını, bitkisel bir yaşam sürdüğü halde sözlü komutları anlayabildiği ve ’düşünceleriyle’ buna cevap verebildiğini kanıtlıyor. Bu araştırma, belki de "bitkisel hayat" kriterlerinin değiştirilmesine doğru bir gidişin habercisi olacak.
Yaşamla ölüm arasındaki belirsiz çizgi
Türkiye organ ve doku bağışında çok yetersiz. Onbinler, sağlığına kavuşabilmek için yıllarca sıra bekliyor. Hatta öldükten üç yıl sonra nakil sırası gelen bile var. Sağlık Bakanlığı şu sıralar kadavra organ bağışını ve beyin ölümü bildirimlerini arttırabilmek için bütün gücüyle uğraşıyor. "Adli olaylarda, öncelikli olan otopsi mi, organ nakli mi?" ikilemini de, savcıları beyin ölümü - bitkisel hayat arasındaki fark konusunda aydınlatarak, ilkini vazodaki, ikincisini saksıdaki çiçeğe benzeterek çözmeye çalışıyor.
Yasalarımız, klinik bir tanı olan beyin ölümünü, beynin işlevlerinin tam ve geri dönüşümsüz kaybı olarak tanımlar ve hekimlerin beyin ölümüne nasıl karar vereceğini ayrıntılı biçimde düzenler. Ayrıca, beyin ölümü tanısı konanların, tıbbi ve yaşam desteklerinin hangi koşullarda kesilebileceğine açıklık getirir.
Beyni ölen kişilerin "ölü" kabul edilip edilemeyeceği konusu, batı dünyasında bizdekinden çok daha yoğun biçimde tartışılıyor. Kimileri, hastaya "öldü" demek için, hatıraların ve kişiliğin saklı bulunduğu beyin bölgelerindeki hasarın bile yeterli olduğuna inanırken, kimileri beyin ölümünün "ölüme" yetmediğini, kalbin durması gerektiğini ileri sürüyor.
Ancak uzlaşılamayan daha önemli bir sorun var. O da, beyin ölümünün tam ve geri dönmez olduğuna, hangi kriterlerle, hangi yöntemlerle karar verileceği. Giderek gelişen tanı tekniklerinin en küçük beyin faaliyetini bile saptayabilmesi, beynin kendi kendini onarabileceğine ilişkin yeni yayınlar, nanoteknoloji ve mikroişlemciler sayesinde beyindeki bazı hasarların implantlarla düzeltilmesi, ayrıca kök hücre araştırmaları, "ölüm"ü yeniden tanımlamayı gerektiriyor. Nitekim, 2008 Mayıs’ında Küba’nın tatil beldesi Varadero’da biraraya gelen 400 kadar Kübalı, Amerikalı, Japon ve daha pek çok ülkenin uzmanı, 5. Uluslararası Ölümün Tanımı Sempozyumu’nda hep bu konuları konuştular. Pek bir yere varamadıklarından, muhtemelen bir beş kez daha konuşurlar.