Sevil Atasoy

Balıkların arasında Rolex’li bir ceset

15 Mart 2009
Yetmiş kişiyi dolandırdı, milyonları alıp kaçtı. Korkup birini öldürdü. Biraz adli tıp bilse, biraz da saatlerden anlasa, zor yakalanırdı. 28 Temmuz 1996 sabahı, İngiltere kıyılarından birkaç mil açıkta, kayalık dipli bir yerde ağ topluyorlardı. “Şeytanın bacağını kırdık” dediler. Haftalardır böylesine zorlanmamışlardı. Balıklar tekneye dökülürken, önce Danfort çapayı gördüler, ardından sağ bileğinde saati, kahverengi ayakkabıları, yeşil pantolonu, mavi kareli gömleğiyle 40-50 yaşlarındaki, uzun boylu, yapılı adamı. Bir o yana, bir bu yana döndürüp incelediler, üzerinde kimlik aradılar. Pantolon cepleri dışarıdaydı, biri suya atmadan boşaltmıştı anlaşılan. “Gözleri yerinde” dedi Kaptan John Copik oğluna dönerek, “suda fazla kalmış olamaz”. Yüzü tanınmaz haldeki adamı sahil güvenliğe teslim ettiklerinde, saat 16.00’ya geliyordu. Cesetle birlikte çektikleri çapadan söz etmeyi unuttular. Gerisin geri sokuşturdukları pantolon ceplerine ise /images/100/0x0/55ea0f8ff018fbb8f868b040hiç değinmediler. “Neme lazım, bakarsın polis bizi ölü soyuculukla suçlar” demişti, oğul.
Otopsiye giren Dr. Fernanda “Akciğerinde su var, denize düşerken canlıymış, ensesindeki yara öldürücü değil, kalçasının sol yanı, dizinin arkası ezik, ölüm nedeni suda boğulma. Öleli 1-2 hafta oluyor” dedi. “Haklısın” diye yanıtladı Dr. Little, “Ceset, kıyıdan çok uzakta bulunmuş. Güvertede ayağı kaymış, başını bir yere vurmuş, bilincini kaybetmiş, suya yuvarlanmış ve boğulmuş olmalı.” “Olabilir” dedi polis, “ama olmayabilir de.” Ne de olsa, o bir Devon polisiydi, Devon da, Agatha Christie’nin memleketi. “Önce kim olduğunu bulmalıyız. Giysilerin bir özelliği yok. Fotoğrafını göstersek, işe yaramaz. Ne parmakizi, ne DNA’sı veritabanında mevcut. Dövmenin benzerine kimse rastlamamış.” Sağ elinin sırtındaki, uzaktan bakıldığında çınar yaprağı gibi duran, yaklaşıldığında minik yıldızları görünen dövmeden söz ediyordu.

İLK İPUCU OTOPSİ TEKNİSYENİNDEN

Kimi zaman ilk ipucu, beklenmedik bir zamanda, beklenmedik birinin aklına düşer. Dr. Little ile Dr. Fernanda sudan çıkartılan başka bir cesetle uğraşırken, organları tartmakta olan otopsi teknisyeni, “Şu bileğindeki saat vardı ya” dedi “İki hafta kadar önce otopsisini yaptığınız, sağ eli dövmeli adamın kolundaki. Hani 11.35’te durmuş, ayın 22’sini gösteren gümüş renkteki saat. O bir Rolex’ti. Bildiğim kadarıyla, her Rolex’in kendine özgü bir seri numarası olur.”
Buradan sonrası çorap söküğü gibi geldi. Rolex’in İngiltere’deki temsilciliğinin genel müdürü Henry Hudson, “Saat, 1967 Cenevre yapımı Rolex Oyster Perpetual Chronometer, üç kez servise girmiş, 1977, 1982 ve 1986’da. Sahibi üç ayrı adres vermiş ama, üçü de Harrogate’de, adı Ronald Platt.” bilgisini verdi. Polis, Ronald Platt’ın 22 Mart 1945 doğumlu olduğunu, halen Harrogate’de değil, Chelmsford’da kirada oturduğunu ve en son, 21 Haziran’da, yani ceset denizden çıkarılmadan 5 hafta kadar önce görüldüğünü saptadı. Evi kiralarken, David Davis adlı birini kefil göstermişti. Kayıtlarda kefilin adresi yoktu ama, cep telefonu vardı. Polis mutluydu. Aradan haftalar geçmiş olsa da, en azından Platt’ın öldüğünü haber verecek, cesedi teslim edecek birini bulmuştu, David’i aradı.

POLİS ADRESİ ŞAŞIRDI ÇOK DA İYİ OLDU

“Ronald arkadaşımdı” dedi David. “Haziran sonlarına doğru 2 bin İngiliz lirası verdim, Fransa’ya iş kurmaya gitti.” David, kuvvetli Amerikan aksanı ile İngilizce konuşan, 50’lerinde, uzun boylu, iyi giyimli biriydi. Platt’ın, 60’larda Kanada ordusunda çalıştığını, bir zamanlar Elaine Boyes adlı bir kızla yaşadığını, sağ elinin sırtına Kanada bayrağının üzerindeki çınar yaprağına benzeyen bir dövme yaptırdığını, 20’li yaşlarında annesinin aldığı Rolex’i kolundan hiç çıkartmadığını anlattı. “Aklınıza bir şey gelirse, mutlaka arayın” dedi. Adresini verdi: Chelmsford yakınlarında, Küçük Londra Çiftliği.
Yeşil pantolonuyla sudan çıkan adam, hiç kuşku yok Ronald Platt’tı. Kanada polisi ile irtibata geçildi. Ordu arşivinden temin edilen fotoğrafta, dövmesi ve saatinin görülmesi bir yana, parmakizleri cesedinkileri tuttu, Dr. Hugh Walters, 1963 tarihli diş röntgeninin öleninkilere uyduğunu bildirdi. İyi de Ronald Platt, son görüldüğü 21 Haziran ile, sudan çıktığı 28 Temmuz arasında neredeydi? Polis, David’i ziyaret etmeye karar verdi ve hiç olmayacak, ama çok işe yarayacak bir hata yaptı. Chelmsford yakınlarında, Küçük Londra Çiftliği yerine Küçük Londra Evi’nin kapısını çaldı.
“Yanlış geldiniz” dedi kapıyı açan ihtiyar. “Londra Çiftliği yandaki ev. Kimi arıyorsunuz ki?” Polis kimi aradığını söyledi. “Yine yanlış” dedi adam, “Yandaki evde David Davis değil, üç yıldır Amerikalı Ronald Platt, genç karısı ve iki küçük çocuğu oturuyor. Borsacıdır, iyi kazanır, Devon’da demirli yatı bile var.” Teşekkür etti polis, “Lütfen geldiğimi kimseye söylemeyin” diye tembihleyip gitti. Merkezde gördüğü, adının David Davis olduğunu söyleyen kişi, cesedin kimliğini çalmıştı anlaşılan. Yoksa, başına vurup, suya atan da o muydu? Telefon kayıtlarını istediler.

BORÇLARINI TEMİZLERİM BANA KİMLİĞİNİ BIRAK VE GİT

Elaine Boyes, Amerikalının telefonda konuştuklarından biriydi. “David Davis’i geçen hafta aradım” diye anlattı. “90’ların başında tanıştık. Beni Avrupa’nın değişik kentlerine gönderdi. Koleksiyoncuların elindeki antikaların ve yağlı boya tabloların fotoğraflarını çektim, yanıma verdiği paraları, Fransa ve İsviçre bankalarına yatırdım. O aralar, gençliğini Kanada’da geçirmiş Ronald Platt adlı bir İngilizle birlikteydim. Kredi kartı borçlarını ve vergisini ödeyemeyince başı derde girdi. Üç yıl önce, Davis ona bir zarf verdi. “Üzülmeyin artık, size birer Londra-Calgary bileti aldım. Borçlarını da kapatacağım, gitmeden bana kredi kartlarını, ehliyetini, nüfus kağıdını ve çek karneni bırak” dedi. Platt ile Kanada’ya uçtuktan bir süre sonra aramız açıldı, ben İngiltere’ye döndüm. İş bulamayınca, onun da buraya geldiğini öğrendim. Ronald’ı bulmak için Davis’i aradım. Onu en son haziranda gördüğünü söyledi ama, cesedinin sudan çıkartıldığını anlatmadı.”
Savcı, polisin bütün ısrarına rağmen, Küçük Londra Çiftliği’nin aranmasına izin vermedi. “Vergisini zamanında ödeyen yabancı ve zengin bir işadamı” dedi. Amerikan vatandaşı David Davis sanılan adamın cep telefonu sinyallerini incelendiğinde, işin rengi değişecekti.

KUNDAKTAKİ KÜLÇE ALTINLAR

David Davis, temmuz ayında cep telefonunu, evinden bir hayli uzakta, Devon’dan kullanmıştı. Bir resepsiyoncu “doğrudur” dedi, “fotoğraftaki adam buradaydı. Yanında biri daha vardı, elindeki dövme çok hoşuma gitmişti. Ben Kanadalıyım, çınar yaprağı milli işaretimizdir.”
31 Ekim 1996 sabahı, saat 10.30’da sivil polisler, Davis’in evden çıktığını ve bir taksiye bindiğini gördüler. Yolu kestiler, araçtan inmesini söylediler. Ellerini başının üzerine koyan Davis “Sizin için ne yapabilirim, beyler?” diye sordu. Üzerinden Ronald Platt adına düzenlenmiş kredi kartları ve çek defteri, David Davis adına düzenlenmiş nüfus kağıdı çıktı. “Sizi, Ronald Platt’ı öldürmekten tutukluyoruz” dediler, “evinizi arayacağız”. Bodrum katındaki yağlı boya tablolara, sahte kimliklere, bebeğin kundağına saklı külçe altınlara ve 10 bin İngiliz lirasına el koydular. David Davis ile çocuğu olabilecek yaştaki karısını tutukladılar. Bayan Davis, aslında karısı değil kızıydı, bir iddiaya göre de babasının çocuklarını doğurmuştu, ancak polisin henüz bundan haberi yoktu.

ÇAPADAKİ DERİ, KEMERDEKİ ÇİNKO, YASTIKTAKİ SAÇ

“Başka bir şey hatırlamıyor musunuz?” diye sordu polis. “Bir de Sowester marka Danfort tipi çapa vardı ama söylemeyi unuttuk” dediler. Çapanın metal analizi yapıldı, cesedin kemerindeki kalıntılarla örtüştüğü saptandı. Çapaya takılıp kalmış küçük bir deri parçası, kemerin derisine uydu. Ölenin kalçasında ve sol bacağındaki ezikler çapanın boyu ve özelliklerini tuttu. “Cepleri dışarıdaydı” dedi baba Copik. “Biz içine sokuşturduk, size söylemeye korktuk”. Polis, adamın ayağının kayıp suya düşmediğine, cepleri boşaltıldıktan sonra, çapanın beline bir kılıç misali takılıp suya atıldığına emindi. Belli ki katil, değil 4.5-5 kiloluk bir çapa, beton bağlansa, sudaki bir cesedin dipte kalmayıp yükseleceğini, hayal bile edememişti. İyi de katil kimdi? 3 gündür sorgulanan David Davis, “ben öldürmedim” diyordu. Gözaltı süresi sona yaklaşmaktaydı. Böyle giderse, David Davis’in elini kolunu sallayarak eve döneceği açıktı.
Delilleri bulduran, genellikle olay yeri inceleme uzmanlarının bilgi ve becerisidir. Genellikle diyorum. Çünkü kimi zaman, görünmez bir el onlara yardım eder. David Davis, bu arada yatı Lady Jane’in içini dışını temizletmiş olduğundan, iki kez incelendiği halde, tek bir parmakizine rastlanmamıştı. Son bir kez yatı görmeye gittiler. Mutfak tezgahının altında, evvelce dikkatlerini çekmemiş küçük bir naylon poşet ile R. Platt adına çıkartılmış 8 Temmuz 1996 tarihli bir kredi kartı fişi buldular. Poşetin üzerinde tek bir parmakizi vardı, denizden ölüsü çıkan Ronald Platt’ınki. Kredi kartıyla bir çapa alınmıştı ve çapa yatta yoktu. Bir koltuk döşemesine yapışmış, ucundan deri sallanan 3-5 saç telinin DNA’sı, öleninkinin aynıydı.
Hâlâ “Yetmez” diyordu savcı, “bu deliller onu cinayetle suçlamaya yetmez. Adamın ne zaman öldüğünü bile bilmiyorsunuz. O sırada Davis’in nerede olduğunu bilmiyorsunuz.”

KOL SAATİ VE GPS’LE YAKALANAN KATİL

Ronald Platt’ın kolundaki Rolex, hareketle kurulan, kol sallanmadığında duran bir saatti. Polisler, kımıldatılmayan Rolex’in 44 saatte durduğunu saptayınca, Platt’ın 20 Temmuz’da suya düştüğünü hesapladılar. Acaba, Davis’in yatı ayın 20’sinde neredeydi? Bu sorunun cevabı, Eylül ayında Platt adına kiralanmış konteynerdeydi. Yağlı boya tablolar, önemli miktarda nakit para, külçe altınların arasına sıkışmış, Apelco GXL 1100 marka bir GPS alıcısında. Bir GPS aleti kapatıldığında, son bulunduğu yerin koordinatlarını, günü ve saati hafızasında tutar. Apelco GXL’in hafızasında kalan tarih neydi dersiniz? 20 Temmuz 1996, 20.59. Peki, koordinatlar? Tam, baba oğulun, balıklarla birlikte Ronald Platt’ı denizden çıkarttıkları yer.
Aslında, David Davis’in adı Albert Johnson Walker’di. Amerikalı değil, Kanadalıydı. 70 kadar yatırımcıyı dolandırarak topladığı milyonlarca doları ve eşim diye tanıtacağı 15 yaşındaki kızını yanına alıp ülkesini terketmiş, kimliğini çaldığı adam geri dönünce, foyasının meydana çıkacağından korkup, öldürmüştü. İnterpol’ün arananlar listesindeki ilk ve tek Kanadalı Walker, 1998’de ömür boyu hapse mahkûm oldu. Cezasının 7 yılını İngiltere’de çektikten sonra ülkesine iade edildi. 2013’te denetimli serbestlik hakkını kazanacak olan Walker, cinayeti hiçbir zaman kabul etmedi, topladığı 2.5 milyon doların ancak bir milyonu bulunabildi, küçük kızının doğurduğu iki çocuğun babası olup olmadığı gündeme gelmedi.
Yazının Devamını Oku

Ölüler konuşmaz

8 Mart 2009
Her ikisi de bilim adamıydı ve her ikisi de biyolojik silah uzmanı. Önce biri, beş kişiyi öldüren antrakslı mektupları göndermekle suçlandı, sonra diğeri. İlki aklandı, dolar milyoneri oldu. Diğeri, yargılanamadan öldü. Birkaç ay daha hayatta kalabilseydi, belki kül olup havalara savrulmayacaktı. Hatta yıl sonuna varmadan o da zengin olabilirdi. 9 Ağustos 2008 Cumartesi sabahı, 2. Cadde, Doğu 118’deki beyaz boyalı küçük kilisede biraraya gelenler, pek sıradan kişiler değildi. Müteveffanın kızı, oğlu ve 33 yıllık eşi hariç, hemen hepsi, Amerikan ordusunun Fort Detrick’teki bulaşıcı hastalıklar araştırma enstitüsünde çalışan bilim insanlarıydı. Tıpkı, onun gibi. “Ne kadar iyi bir eşti, çocuklarına ne kadar da düşkündü.” dedi aralarından biri. “Her pazar şu kiliseye gelmişsem eğer, onun orgunu dinlemek içindi” dedi bir diğeri. Rahip Murphy, duasını tamamlamak üzereydi ki, arka sıralarda oturan bir kadın, yanındakinin kulağına eğildi, “36 yıl memleket için çalıştıktan sonra, vatan hainliği ile suçlanmaya dayanamadı, 2 şişe kodeinli hap yuttu” diye fısıldadı. “2001 Ekim’inde 5 kişiyi öldüren şarbonlu, yani antrakslı mektupları o gönderdi diyorlar, ne garip ki, Irak’ta savaşan askerlerimizi kara ölümden koruyan antraks aşısını da o üretmişti.” /images/100/0x0/55ea1fb9f018fbb8f86cb0d2
Kadın haklı mıydı bilinmez. Ölümü, belki intihar değil kazaydı. Son zamanlarda çok içiyordu çünkü. Bir psikiyatra da gidiyordu. Kullandığı ilaçlardan biri alkolle etkileşime girip, ölümüne yol açmış olabilirdi. Gerçeğin ortaya çıkması mümkün değil. Otopsi yapılmasına gerek duyulmadı çünkü. Kaldırıldığı hastanenin kan tahlili sonuçlarıyla yetinildi.
Törenden sonra dağıldılar. Mikrobiyolog Dr. Bruce Edwards Ivins’in cenazesi, yandaki mezarlığa değil, doğruca krematoryuma götürüldü. Vasiyetine “Yakılmak istiyorum” diye yazmıştı, “Gömmeye kalkarsanız, bankadaki 50 bin dolarımı, Aile Planlaması Kliniği’ne bağışlıyorum.” Kürtajlarıyla tanınan kliniğin, Dr. Ivins’in can düşmanı olduğunu herkes bilirdi. Doğrusu, yakılmak için bundan daha iyi bir tehdit bulamazdı.

KOMPLOCULAR SORUYOR: İNTİHAR MI, CİNAYET Mİ? NEDEN YAKILDI?

Suçlu olduğuna inanan komplo teorisyenleri, 62 yaşındaki bir erkeğin, gün 24 saat izlenmesinin ve ilk gençliğindeki kız arkadaşları da dahil olmak üzere, özel hayatının en ince ayrıntılarına kadar girilmesinin yarattığı psikolojik baskılara dayanamayıp intihar ettiğini kabul etmiyor. “Kendini öldürdü ve yaktırdı, çünkü bedeni dahil, her türlü delili yok etmek istedi” diyor.
“Bedenindeki deliller”den kasıt, yıllardır antraks araştırmalarında çalıştığından, kanında dolaşması muhtemel antraks bakterilerinin DNA profilleri. Eğer bunlar incelenebilseydi ve biri laboratuvarındaki buzdolabında bulunan RMR-1029 kodlu cam kaptaki antraksın DNA’sı ile uyuşsaydı, mektupları onun gönderdiği iddiası kuvvetlenecekti. Çünkü, mektuplardaki antraksın DNA profilinin, buzdolabındaki RMR-1029’u tuttuğu söylenmişti.
Masumluğuna inanan komplo teorisyenleri ise, yılan hikayesine dönen, ülke tarihinin en pahalı soruşturmasını kapatabilmek için öldürüldüğünü, “Gördünüz mü, esas suçlu oydu, idam cezasıyla yargılanacağını anladığı için intihar etti” deneceğini ileri sürüyor.
Bu kafa karışıklığını gidermek mümkün olamayacak. Ölüler konuşamaz çünkü. Halbuki, Dr. Ivins 24 şubat 2009’a kadar sabredebilseydi, büyük bir olasılıkla şimdi yaşıyor olacak, önümüzdeki aylarda yargıç önüne çıkacak, FBI elindeki delilleri sunacak, Dr. Ivins ya suçunu kabullenecek ya da kendini savunabilecek, biz de yıllardır tartıştığımız bir olayın ardındaki gerçeği görebilecektik. Dr. Ivins masumsa, yıl sonuna varmadan dolar milyoneri olacağı kesindi. Tıpkı, FBI’ın ondan önce suçladığı, bir diğer biyolojik silah uzmanı, virolog Dr. Steven Hatfill gibi.

HASTAYI KASAP SANDILAR GAZETECİ ÇIKTI

Enfeksiyon hastalıkları uzmanı Dr. Larry Bush, 2 Ekim 2001 sabahı Florida’daki Atlantis JFK Tıp Merkezi’ni mikrobiyoloji laboratuvarına çağırıldı. Sabaha karşı, yüksek ateşle, bilinci kapalı olarak acile getirilen 63 yaşındaki erkek hastaya menenjit tanısı konmuştu ve beyin-omurilik sıvısı preparatına bir de onun bakması isteniyordu.
Dr. Bush, mikroskoba gözünü dayadı. Parlak ve yuvarlak alanının içinde, mavi renkli çomakları gördü. “Hasta kasap mı, çoban mı? diye sordu. “Ne münasebet” dedi laboratuvarın sorumlusu, “hayvanın ne canlısı, ne ölüsüyle ilgisi var. American Media şirketinde fotoğraf editörüymüş.” Saçmalama Larry, dedi doktor beyninin içinde. “11 Eylül’ün üzerinden sadece 3 hafta geçti. Yoksa şimdi antraksla mı saldırıyorlar?”
Komplo teorilerini severdi Dr. Bush. “Başkan Kennedy öyle değil, böyle öldürüldü” diye fikirler yürütürdü, durup, durup. Son zamanlarda da aklını biyolojik silahlara takmıştı. 100 yılda sadece 18 kez rastlanan antraksın aklına gelmesi bundandı. “Bir de CDC’dekiler baksın” dedi. Yanılmış olmayı ne kadar isterdi.
Dr. Larry Bush yanılmıyordu. Teyid için başvurduğu Atlanta’daki Bulaşıcı Hastalıkları Kontrol Merkezi CDC’nin raporu, gördüklerinin antraks basili olduğunu kanıtladı.
Bay Robert Stevens, üç güne varmadan öldü. Ertesi gün Sağlık Bakanlığı, “Bir biyolojik saldırıyla karşı karşıyayız” açıklamasını yaptı. Birkaç hafta içinde, hastanelik olan 22 kişiden dördü öldü.

FBI 2.5 MİLYON DOLAR ÖDÜL VAAD ETTİ

Tek ortak noktaları vardı: Medya mensuplarına ve iki demokrat senatöre gönderilmiş mektupları açmak. Ülke felç olmuştu. Kongre toplanamıyor, Anayasa Mahkemesi binası boşaltılıyor, televizyon stüdyoları ve gazete binaları, gaz maskeli, tepeden tırnağa özel giysiler içindeki personelce taranıyor, yüzlerce posta kutusundan örnek alınıyordu.
Saldırganlar antraksı nereden bulmuş olabilirlerdi ki? Princeton, New Jersey’den postalanan zarfların içinden “Antibiyotik alın. Amerika’ya ölüm, İsrail’e ölüm, Allah büyüktür” yazılı kağıtlar çıkmıştı. Başkan Bush gibi pek çok kişi “Yurtdışındaki bir terör örgütü olmalı” diye düşündü. “Muhtemelen El Kaide.
FBI, bilgi verecek olana 2.5 milyon dolar ödül vereceğini ilan etti. Amerikan Mikrobiyoloji Derneği’nin 40 bin üyesine “Aranızdan bir veya birkaçı mektupları göndereni tanıyor, yardım edin” diye e-posta gönderdi. Antrakslı mektup korkusu bütün dünyayı, bu arada ülkemizi de sardı. Bir süre, göndericisini tanımadığımız her mektup ve paketi, eldiven ve maskeyle açtık. Bütün önlemlerde olduğu gibi, panik geçince, eldiveni de maskeyi de, bir kenara attık.

SUÇLANANLARDAN BİRİ ZENGİN OLDU DİĞERİ İNTİHAR ETTİ

Mikroorganizmaların alt türlerine ya da genetik varyantlarına suş denir. Mektuplarda ve ölenlerin kanında, antraks basilinin Ames suşuna rastlanmıştı. FBI, ülkenin 16 laboratuvarında bu bakteriyle araştırmalar yapıldığını biliyordu. Silahlı Kuvvetlerin Fort Detrick’teki araştırma merkezi bunlardan biriydi ve 1997-99 arasında Fort Detrick’te çalışan Dr. Steven Hatfill, FBI’nın şüpheliler listesinin birinci sırasındaydı. Çünkü, biyolojik silah uzmanı Dr. Hatfill, 99’da bir rapor yayınlamıştı. Raporda, zarf içine konan 2.5 gram antraksın, postacılar tarafından fark edilmeyeceği kayıtlıydı ve 2001 Ekim’inde Senatör Tom Dascle’ye gönderilen mektup zarfındaki antraks miktarı 2 gramdı. Dr. Hartfill’in özgeçmişinde yer alan bilgilerden bazılarını uydurduğu da ortaya çıkmıştı. Üstelik, antrakslı mektupların postalanmasından hemen önce antibiyotik almaya başlamıştı.
FBI’ın Dr. Hartfill’den kuşkulanmasının nedeni sadece bunlar olmasa da, aylar sonra “pardon” demek zorunda kaldı. Dr. Hartfill de, itibarını beş paralık ettiklerinden ötürü, hem Adalet Bakanlığı’nı, hem de hakkında tek satır yazmış, tek kare fotoğrafını göstermiş olan hangi gazete, hangi televizyon kanalı ve bulgularını toplumla paylaşmış hangi bilirkişi varsa mahkemeye verdi. Kimiyle uzlaştı, kimiyle uzlaşamadı, nihayetinde milyonlarca doların sahibi oldu.
6 Ağustos 2008’de FBI ve Adalet Bakanlığı yetkilileri bir basın toplantısı yaptılar ve “2001 Eylül ve Ekim’inde çok sayıda kongre üyesi ve medya mensubuna imzasız antrakslı mektuplar göndererek 5 kişinin ölümüne ve pek çok kişinin hastalanmasına neden olan Dr. Bruce Edwards Ivins’dir” dediler. Dr. Ivins, tıpkı “pardon” denen Dr. Hartfill gibi, Silahlı Kuvvetlerin Fort Detrick’teki merkezinde çalışan bir araştırıcıydı. Bu kez FBI’nın elinde, antraks DNA’sına dayanan deliller vardı ama, mahkemeye çıkartacağı zanlı yoktu. Dr. Bruce Edwards Ivins, resmen suçlanmasından birkaç gün önce, 29 Temmuz 2008’de intihar etmişti.

CİNAYET SİLAHI BUZDOLABINDA AMA KATİL KİM?

29 Ocak 2006’da, yine bu sayfada yayınlanan “Biyoterör komplo teorisi değil, gerçeğin ta kendisidir” başlıklı yazımda, “Henüz, mektuplardaki ve şarbondan ölenlerin vücudundaki “Bacillus anthracis”in DNA profili ile, dünyanın değişik yerlerinden gönderilen “Ames”lerin hiçbirinin profili tutmadı. Katil , kimbilir kimin buzdolabında?” diye yazmıştım.
Bundan 2.5 yıl sonra FBI, katil Ames’in Dr. Bruce Edwards Ivins’in buzdolabında olduğunu ileri sürdü ve bu sonuca varmasını sağlayan deneylerle ilgili konuşma yasağını kaldırdı. Verilerin en kısa zamanda uluslararası hakemli bilimsel dergilerde yayınlanacağını, böylelikle kuşkuya yer bırakmayacak biçimde, mektuplara bulaşık antraks bakterileri ile, Irvins’in laboratuvarındaki buzdolabında bulunan kaptaki organizmanın birbirinin aynı olduğunun görüleceğini açıkladı.
Henüz bu yönde herhangi bir makale yayınlanmadı ama, toplanan delilleri bizzat çalışan resmi bilirkişilerden bazıları, Amerikan Mikrobiyoloji Derneği’nin 22-25 Şubat 2009 arasında düzenlenen toplantısının, 24 Şubat tarihli panelinde ilk kez konuştular ve gerek DNA, gerekse kimyasal analizlerle ilgili kafalarda soru işaretleri yaratan önemli açıklamalarda bulundular. Bilirkişilerin hepsi, saldırıda kullanılan bakteri, “büyük bir olasılıkla Dr. Bruce Edwards Ivins’in buzdolabındaki RMR-1029 kodlu kaptan kaynaklanıyor” dedi. Bu kuşkular, 7 yıldır sürmekte olan soruşturmanın kolay kolay tamamlanamayacağının, belki de Dr. Ivins’ın gereksiz yere intihar ettiğinin bir işareti.
Saldırıda kullanılan bakterinin, doktorun buzdolabındaki RMR-1029 kodlu kaptan kaynaklandığını kabul etsek bile, dolabı başka birinin açamayacağı kanıtlanmadan, mektupları onun gönderdiği kesinlik kazanamaz. Kısacası, 2001 antraks saldırısının henüz sadece kaynağı belli, saldırganın kimliği meçhul.
İş böylesine sarpa sarınca, Amerikalı komplo teorisyenleri yeni bir senaryo ürettiler. “Terörle mücadele yasasına dayanarak zaten her yeri arıyor, herkesi dinliyor, e-postaları, chat’leri izliyorlardı. Geriye sadece postadaki paketler, mektuplar kalmıştı. Antraks soruşturmasını ileri sürerek, şimdi onları da açıyorlar” deniyor.

YARSAV BAŞKANI’NA GÖNDERİLEN TOZ ŞARBON DEĞİL PABA ÇIKTI

Geçtiğimiz haftalarda, üzerinde ABD’den gönderildiğini gösteren damga bulunan mektup zarfını açan Yargıçlar ve Savcılar Birliği Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, masasına dökülen tozun, haklı olarak antraks (şarbon) olacağından kuşkulanmış, Refik Saydam Hıfzıssıhha laboratuvarları, tozun paraaminobenzoik asit, kısaca PABA olduğunu bildirince, rahat bir nefes almıştık. Çünkü maya, melas, mantar, ıspanak ve tahılda bulunan PABA, deriye sürüldüğünde bazılarında allerjiye, çok miktarda yutulduğunda ise bulantı, kusma, ateş, hatta komaya yol açmakla birlikte, antraksla karşılaştırıldığında, sütten çıkmış ak kaşık kadar masumdur. Yeri gelmişken, 1919’da 9. Kolordu sağlık müfettişi muavinliği görevi ile Mustafa Kemal’in yanında Samsun’a çıkan, ilk Sağlık Bakanımız, 4. Başbakanımız, askeri tıbbiyeli Dr. Refik İbrahim Saydam Bey’in adını gururla taşıyan Hıfzıssıhha’nın, ülkemizde Kimyasal, Biyolojik, Radyasyon ve Nükleer Tehlikeli Maddeler (KBRN) Birimi’ni kuran ilk sivil kuruluş olduğunu belirtelim.
Yazının Devamını Oku

Yüz yıl sonra Şanghay yeniden

1 Mart 2009
26 Şubat 2009 akşamı Şanghay’da kadehler, Uluslararası Afyon Komisyonu’nun doğum gününü kutlamak için kalktı.

Az önce, tıpkı 100 yıl öncesindeki gibi, 13 ülkenin imzaladığı Şanghay Deklarasyonu açıklanmış, uyuşturucu ile mücadelede uluslararası işbirliğinin önemi yeniden vurgulanmıştı. Çin Halk Cumhuriyeti, başvurduğu yöntemler her zaman tasvip görmese de, gerek uyuşturucu kaçakçılığı ve bağımlılığı, gerekse irili ufaklı diğer suç tipleriyle mücadelede ilgi odağı olmayı sürdürüyor.

O nu ilk gördüğümde, küçük, dik yakalı, uzun kollu, çok dar ve çok kırmızı bir elbise giymişti Madam Jiang. Adının Lin Jiang olduğunu söylemişti de, ne kadar doğruydu bilemem. Zaten adının ne önemi var. Önemli olan anlattıklarıydı: “Aslen Şanghaylıyım” dedi. “İyi para kazanırsın, diyerek kandırdılar. Şu kuaföre satılacağımı nereden bilecektim.”
“Kuaför” dediği yerin arka tarafında bir masaj salonu vardı ve Madam Jiang, Asya’nın güneydoğusunda, gecenin ileri saatlerine dek açık kalan, kapısının üzerinde beyaz üzerine kırmızı şeritli yanar döner lambası bulunan dükkanların masaj salonlarında, sadece masaj yapılmadığını bildiğimin farkında değildi.
Ulusal ve uluslararası nitelikte kadın ve çocuk kaçakçılığı, Çin Halk Cumhuriyeti’nin başını çok ağrıtıyor. Bu çerçevede Çin, sadece kaynak ülke değil, hem transit, hem de bir hedef ülke. Çinli kadınlar, genellikle sahte vaatlerle, Malezya, Tayland, İngiltere, ABD, Avustralya, Avrupa, Kanada, Japonya, İtalya, Burma, Singapur, Güney Afrika ve Tayvan’a götürülüyor, buralarda ya seks endüstrisinde ya da işçi olarak çalışmaya zorlanıyor. Benzer şekilde, Çinli çocuklar da kaçırılarak ya da ailelerine para gönderileceği vaadiyle, benzer amaçlarla bu ülkelere götürülüyor. Öte yandan Moğolistan, Burma, Kuzey Kore, Rusya, Vietnam, Ukrayna ve Laos çocukları ve kadınları da Çin’e getirilip, 300-1500 TL karşılığında satılıyor. Yılda 10-20 bin kadar çocuk ve kadının, Çin’in bir bölgesinden diğerine kaçırıldığı da biliniyor. Çin hükümetinin 1 Ocak 2008’de yürürlüğe giren 5 yıllık eylem planı, bu sorunun üzerine daha koordine biçimde gitmesini ve ilgili ülkelerle işbirliğini sağlayacak.

GÖZ BEBEKLERİ KÜÇÜK KADIN

Yazının Devamını Oku

Şam’da 72 saat

22 Şubat 2009
Önceki hafta pazar gecesi, Türk Hava Yolları’nın Şam uçağındaydım. Yolcu sayısının fazlalığı ve bazılarının el çantalarında matkap, tornavida gibi malzemeler taşıması yüzünden, güvenlik kontrolleri alışılagelmişten uzun sürdü. Şiddetli rüzgara rağmen, en ufak bir rahatsızlık hissetmeden inişimizi kimse alkışlamayınca, doğrusu biraz garipsedim. Biz Türkler, kötü hava koşullarında sağ salim toprağa dokunmamızı sağlayan pilotlarımızı hep alkışlarız. Beni karşılamaya gelen, takım elbiseli kravatlı olanlardan en yaşlısı, elini uzatıp “merhaba” dedi. Bu, Suriye’nin uyuşturucu ile mücadelesinden sorumlu General Ahmad Al-houri ile ilk karşılaşmamızdı. 72 saat sonra vedalaştığımızda, birbirimizi 40 yıldır tanıyormuşcasına dost olmuştuk.

Doğrusu, Viyana’nın penceresiz toplantı salonunda geçirdiğim yorucu dönem ile ay sonu katılacağım Şangay’daki uyuşturucu ile mücadelenin 100. yıl kutlamaları öncesinde, Şam’ın bana çok iyi geleceğinden emindim. Pasaport işlemlerim tamamlanırken, generalle karşılıklı yudumladığımız “mırra”, bunun ilk işaretiydi. Avuç içine sığan, küçük ve kulpsuz porselen fincandaki sert kahvenin tadını ve kakulenin ona çok yakışan kokusunu, Arap coğrafyasındaki önceki ziyaretlerimden biliyordum. Bir diğeri, Şam’dan ayrılırken, en az iki kilo alacağım ve damarlarımda kan yerine kahve dolaşacak kadar çok mırra içeceğimdi.
Havaalanını kente bağlayan geniş, aydınlık asfaltta, ara sıra gözüme takılan kilometre saatine göre sadece 90 - 100 ile, rüzgarın sesinden olsa gerek, bana, “uçarcasına” gelen kısa bir yolculuktan sonra Şam’a ulaştık. Sabahın üçü olmak üzereydi. Etrafta kimseler yoktu. Yol üzerindeki açık dükkanlar dikkatimi çekti. Üstelik sadece marketler değil, oyuncakçılar da açıktı. “Hırsızlık ne oranda?” diye sordum. “Yok denecek kadar az” dediler.
2009 başında Dedeman’a dönüşen Le Meridien otelinin taze ekmek kokan lobisinde henüz kimseler yoktu. Birkaç saate kalmadan burasının, kadınlı erkekli Suriyelilerin ve turistlerin dolduracağı ve keyifle sohbet edeceği bir mekana dönüşeceğini anlattılar. Ertesi gün, tanışma fırsatını bulacağım ve uzunca bir süre “Acaba akraba mıyız?” sorusuna yanıt arayacağımız finans müdürü Barış Atasoy, yıl sonuna varmadan otelin, Türk kültürünün öne çıktığı modern bir mekan haline geleceğini ve Dedeman Grubu olarak, Suriye’de iki otelin daha işletmesini aldıklarını aktaracaktı.
8. kattaki odamdan dışarıya baktığımda, gökyüzüne doğru yükselen bir ışık denizi gördüm. Ara ara göze çarpan yeşil pırıltılar, orada bir minarenin bulunduğunun kanıtıydı. Sadece Şam ile kısıtlı bir iş seyahati de olsa, Suriye’ye geldiğime seviniyordum. Babamın teyzeleri Basriye ve Kadriye Hanım’lardan bu yöreleri, eşimin annesi Emel Hanım’dan doğduğu ve çocukluk günlerinin geçtiği Halep’i o kadar çok dinlemiştik ki.
9 Şubat sabahı, Birleşmiş Milletler Uyuşturucu Kontrol Kurulu Sekreterya’sından bana eşlik eden İmrich Betko ile birlikte, üç gün sürecek çalışmalara başladım. Suriye’nin yazılı ve görsel medyasında geniş biçimde yer bulan ziyaretim sırasında, adalet ve içişleri bakanlarından yeni yasal düzenlemeler, suç ve suçlu istatistiklerine ilişkin bilgi aldım, polisler ve gümrükçülerle bölgenin sorunlarını tartıştım, polis akademisinde kısa bir sunumum oldu.
Önceleri, sadece erkeklerin hakim olduğunu sandığım dünya, iki yerde değişti. Bunlardan ilki, Sağlık Bakanlığı’ydı. Müsteşarından daire başkanlarına, bilgili, deneyimli ve güçlü kadınların görev yaptığını görmek, beni mutlu etti.
Diğeri, 2006 yılında yeni binasına taşınmış olan, en ileri teknolojilerle donatılmış kriminal laboratuvardı. Her biri işinin ehli uzmanlar arasında, özellikle DNA analizleri bölümünde görevli genç, motivasyonu yüksek, bilgili, bakımlı (üstelik çok da güzel) kadın meslektaşlarla sohbet etmekten büyük keyif aldım.
Uyuşturucunun gerek arz, gerekse talebi ile mücadele edenlerle yapılan her görüşme, eninde sonunda aynı konuya geldi: Captagon. Çünkü Suriye, bir zamanlar patentli bir ilaç olan, günümüzde artık yasal imalatı bulunmayan, ancak bu adla pazarlanan yasadışı ürünlerin geçit yolu üzerinde bulunuyor. Kısacası, Türkiye için eroin ne ise, Suriye için Captagon da o.

SAHTE CAPTAGON ARAP GENÇLERİNİ TEHDİT EDİYOR

Son iki yılda karşılaştığım, gerek Birleşik Arap Emirlikleri, gerekse Suudi Arabistan ve Suriyeli yetkililer, yakaladıkları Captagon’un Bulgaristan’da imal edildiği, Türkiye ve Suriye üzerinden taşındığı ve başlıca tüketicinin (kaçakçılara verilen idam cezasına rağmen) Suudiler olduğunda hemfikir. Genç kadınlar zayıflamak, erkekler uzun süre uykusuz kalabilmek amacıyla kullanıyorlar.
Geçtiğimiz yıl Türkiye’de 3.5 milyona yakın Captagon tableti ele geçti. Ancak ülkemizin bu madde açısından sadece bir köprü olduğunu söylemek doğru olmaz. Zaman zaman irili ufaklı laboratuvarlar ve Captagon sentezinde kullanılan öncül kimyasallar da yakalanıyor. Son örneği, 17 Şubat’ta 2 milyonun üzerinde hapın bulunduğu, İstanbul’daki kimya fabrikası.
İlk kez 1968’de depresyon, narkolepsi ve dikkat eksikliği gibi bazı hastalıkların tedavisinde kullanılmak üzere piyasaya sürülen gerçek Captagon, fenetilin adlı bir kimyasal içermekteydi. Bu ilaç, 20 yıldır imal edilmiyor. Yerini, aynı adla pazarlanan, farklı renk, şekil ve logolarla piyasaya sürülen, amfetamin içerdiği söylenen sahteleri aldı. Kriminal laboratuvarlar, ne yazık ki yakalanan tabletlerin ayrıntılı kimyasal analizini yapmıyor. Hal böyle olunca, tabletlerin içeriği bilinmiyor, aynı laboratuvarda üretilen ve farklı ülkelerde ele geçen Captagon’lar arasındaki bağlantı delillendirilemiyor.
19 Şubat günü Ankara’da, Birleşmiş Milletler Uyuşturucu Kontrol Kurulu’nun 2008 yılı dünya raporunu açıkladığım basın toplantısında da belirttiğim gibi, her ülke, ele geçirdiği Captagon’ları aynı yöntemle incelemeli ve sonuçları tıpkı bir DNA bankası gibi ortak bir veri tabanında toplamalı.

SURİYE’NİN GURURU DOKTORUN İZİNİ BULDUM

Eski dostum Dr. Wasim Maziak, Suriye’de sigara, dünyada nargile içimi ile mücadelenin öncüsü olmuş. Dünya Sağlık Örgütü’nün, onun araştırmalarına dayanan 2005 tarihli raporu, nargileden çıkan dumanın akciğer kanserine ve kalp hastalıklarına yol açan toksik bileşenleri içerdiğini kanıtlıyor.

1995 sonbaharıydı. Amerika’nın Atlanta kentine 150 kilometre kadar uzaklıktaki bir kampta, birbirini tanımaya çalışan 6 erkek ve 4 kadındık. Benim dışımdakiler, Afrika, Asya ve Güney Amerika’nın değişik yerlerinden gelmişti. Kolaylaştırıcılık işlevini üstlenmiş olan Emory Üniversitesi Halk Sağlığı Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Philip Brachman, ülkelerimizde kadınların sahip olduğu hakları, yasalar karşısında durumlarını özetlememizi istedi. Birkaç saate varmadan konu kişiselleşti, kadın-erkek ilişkilerine, cinsellik eğitimine ve cinsel tercihlere uzandı. Akşama doğru, Halep Tıp Fakültesi mezunu, Ukrayna’nın Kiev Tıp Enstitüsü’nden doktoralı genç Wasim Maziak ile benim aramdaki gerginlik, deyim yerindeyse birbirimizin boğazına sarılacak noktaya varmıştı. Henüz ne o, ne de ben, kültürel farklılıklara, gelenek ve göreneklere saygıyı öğrenmiştik.
Topluca katıldığımız çatışma çözme, iletişim becerileri, takım çalışması gibi eğitimler sonunda hepimiz, eskisinden çok daha fazla hoşgörü sahibi olduk, Dr. Maziak da kadın haklarını hararetle savunan, eşcinselleri dışlamayan bir hekime dönüştü. 1996’nın ilk günlerinde ben, değişik kriminal laboratuvar ziyaretlerim için Atlanta’dan ayrıldım, grubun diğer üyeleri halk sağlığı alanındaki projelerini yürütmek üzere Emory Üniversitesi’nde kaldılar. Birbirimizle vedalaşırken duygusal anlar yaşadık. Suriyeli doktorla kucaklaşırken, gözlerimizin dolduğunu belirtmek isterim.
Grubun üyelerinden Sri Lankalı Dr. Prithi’yi, Nepal’in Katmandu’sunda, Kenyalı Nyerere’yi Nairobi’de bulmuştum. Umman Sağlık Bakanlığı’ndan Shariffa Al-Jabri ile sürekli haberleşiriz. Önceki hafta Şam’da, Suriyeli doktoru aradım. Meğerse, Amerika’daki Memphis Üniversitesi’nde halk sağlığı ve bioistatistik doçenti olmuş, doğum yeri Halep’te Suriye Tütün Araştırmaları Merkezi’ni kurmuş, çalışmalarıyla çok sayıda uluslararası ödül kazanmış ve Suriye’de sigara, dünyada nargile içimi ile mücadelenin öncüsüymüş.

HAVADA ELMA KOKUSU VAR

O kokuyu ilk kez Narenj lokantasında hissettim. Tütünle karışık tatlı bir kokuydu. Arka masadan geliyordu. Dayanamadım, dönüp baktım. Yuvarlak bir masanın çevresinde, şık giyimli kadınlı erkekli 7 ya da 8 kişiydiler. Arapça konuşuyorlardı ve hepsi nargile içiyordu. Ertesi gün, Şam’ın bir başka ünlü lokantası Versay’daydık. Bu kez, yemek siparişi vermeden önce, garson nargile isteyip istemediğimizi sordu. Bana eşlik eden Slovak arkadaş, merakından içmek istedi. “Elmalı mı olsun?” diye sordular. Yan masalardan birinde, özenle giyinmiş, 40 yaşlarında birkaç kadın yemek yiyiyordu. Hemen yanıbaşlarında fokurdayan birer nargile şişesi.
Bildiğiniz gibi nargile, özel bir tütün olan tömbekinin dumanını, sudan geçirdikten sonra hortumla içe çekmeye yarayan bir düzenektir. Asya’ya özgü dörtyüz yıllık bir gelenek olmakla birlikte, günümüzde Meksika’dan Güney Afrika’ya, Avrupa’nın birçok ülkesinde ve ne yazık ki Türkiye’mizde özellikle gençler arasında giderek yaygınlaşıyor. Nargileyle, fermente edilmiş meyve katkılı, yüze yakın aromatik tömbeki çeşidinin yanı sıra, güzel kokulu bitkisel yağlar eklenmiş tütün, bal, yarı kurutulmuş meyve ve meyve yaprağı katkılı tütün, hatta sadece meyve ağacı yapraklarını içmek de mümkün. (Tabii esrarı da.)
Duman sudan geçerken “temizlenir”, tütün yakılmayıp sadece ısıtıldığından “zehirsizleşir”, şeklindeki söylemler nargile içimini özendirse de, Dünya Sağlık Örgütü’nün, büyük ölçüde Suriyeli dostum Dr. Wasim Maziak’ın araştırmalarına dayanan 2005 tarihli raporu, iddia edilenin aksine, nargileden çıkan dumanın gerek akciğer kanserine, gerekse kalp hastalıklarına yol açan toksik bileşenleri içerdiğini ve tıpkı sigara gibi bağımlılık yaptığını kanıtlıyor.
Tömbeki ya da tütünü olmayan nargileler, elbette nikotin bağımlılığına yol açmaz. Ancak nargileyle içilen her türlü meyve ve yaprağının dumanında, tıpkı küle dönüşen her organik maddenin dumanındaki gibi, kanserojen nitelikte aromatik bileşikler bulunur ve her nefeste bunlar akciğerlere dolar. Hacattepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’ndan Prof. Dr. Nazmi Bilir ve ekibi, 2005 yılında Ankara’daki 273 nargile içicisi ile yaptığı görüşmelerde, gençlerin nargilenin zararlarına ilişkin yeterli bilgi sahibi olmadıkları sonucuna varmıştı.
Suriyeliler, Maassel adını verdikleri aromalı nargilelerin, 90’lı yıllardan başlayarak Arap dünyasının kadın ve gençleri arasında salgın halinde yayılmasında, bir yandan ürünün koku ve tadının, diğer yandan televizyon ve internetin payı olduğunu söylediler.
Yazının Devamını Oku

Teğmen Burakov ile Yoldaş Çikatilo’nun 8 yıl süren düellosu

1 Şubat 2009
Teğmen Viktor Burakov, canavarın “o” olduğundan kesinlikle emindi. “Söz konusu değil” diyordu amirleri. “Cinayetler bir seri katilin işi değil, failleri farklı. Üstelik şüphelendiğin iyi bir komünist.” Komiser, 8 yıl koştu canavarının peşinden. Onu yargıç önüne çıkarttığında, Sovyetler Birliği dağılalı bir yıl olmuştu ve “Komünistten seri katil olmaz!” diyerek soruşturmayı engelleyecek kimse kalmamıştı.

Aynı yastığa yıllarca baş koyan bir kadınla erkeğin, karşısındakinin huyu suyu hakkında az buçuk fikir sahibi olması beklenir değil mi? Alman Peter Kürten’in, mahallelinin pek sevip saydığı karısı, kuşkusuz bir istisnaydı. Sessiz ve sakin kocasının, 1929 yılı boyunca 29 kişiyi katleden Düsseldorf Kasabı olduğunu hiç fark etmedi.
Yorkshire Kasabı adıyla bilinen Peter Sutcliffe’nin karısı da, ona mutlu bir evlilik yaşatan adamın, beş yıl içinde 13 kadını canından ettiğinden habersizdi.
Ancak bu kadınların ne biri, ne diğeri, kocası mahkum olduğunda, Bayan Fiana Çikatilo kadar yıkılmış olamaz. 25 yıllık hayat arkadaşı, torunlarının güler yüzlü dedesi, Komünist Partisi’nin sadık üyesi, Edebiyat ve Mühendislik Fakültelerinden çifte diplomalı, lise öğretmeni Andrey Çikatilo’nun, son 12 yıl içinde 50’den fazla kadın ve çocuğu vahşice doğrayıp kanını içmesi bir yana, dillerini, mahrem yerlerini kesip yediğini öğrenmişti.
Çikatilo, Orta Çağ’da yaşamış olsaydı eğer, ona “Kurt Adam” diyecekleri kesindi. Cinayetlerini 20. Yüzyıl’ın Rusya’sında değil de, Amerika’da işlemiş olsaydı, peşine düşecek FBI ajanları, olay yerlerine bakıp, onu “düzensiz seri katiller” sınıfına sokar, mağdurların bulunduğu şekilden yola çıkarak kriminal profillemeden yararlanmaya çalışır ve biraz kuşkuyla yanaşsalar da, coğrafi profilleme sayesinde evini bulmaya gayret ederlerdi. Amerikalı polisler, bütün bu yeni yöntemleri kullanarak seri katili, Sovyet meslektaşlarından daha önce yakalayabilirler mi bilinmez. Ancak şurası muhakkak ki, Andrey Çikatilo’yu yakalayan teğmen Viktor Burakov’un coğrafyası iyiydi.
TABİATIN OYUNUNA GELDİLER SUÇSUZU İDAM ETTİLER
1946, Ukrayna için felaket bir yıldı. Savaşın yerle bir ettiği ülke, bu kez kuraklıkla boğuşuyordu. Hayatta kalanların cesetleri bile yediği söylenir. Yabloçnoya’lı Andrey Romanoviç Çikatilo, o tarihte 10 yaşındaydı. Durur, durur, “Stepan neden öldü?” diye sorardı annesine. “Köylüler aç kalmış, kaçırıp yediler” derdi kadın. Anne, büyük bir olasılıkla yalan söylüyordu ama, zavallı çocuk, o gece mutlaka altına eder ve ertesi sabah mutlaka dayak yerdi. Almanlara esir düşmüş babası 1949’da köye döndü. “Nasıl olur da, ölmeyip esir düşersin? Hiç şüphe yok, sen vatan hainisin” dediler. Dört yıla kalmadan Andrey iktidarsız olduğunu fark etti. Yıllar sonra cinsel yaşamı “normal”e döndüğünde, Andrey’e, “hayvan” demek, iltifat olurdu.
Joseph Stalin, “Doğa Dönüşüm Projesi ile kuraklığı da yeneceğiz” diyordu o yıllar. Komünist Partisi’nin emriyle, ülkenin uçsuz bucaksız steplerinde, lesopolosa denen orman şeritleri oluşturdular.

Yazının Devamını Oku

Hem şen, hem kara dullar

25 Ocak 2009
Viyana’ya gideceğim günlere az kaldı. Biraz dinlenmek, bir şeyler atıştırmak istediğim akşamlar yine Stephan Meydanı’na inecek, Kaertner Caddesi boyunca Opera binasına kadar yürüyeceğim. Caddenin solunda, yazın ardına kadar açık, kışın sıkıca kapalı, çift kanatlı kapıyı göreceğim. Benim hiç girmediğim, Bayan Elfriede Blauensteiner’in, yüzlerce kez girip çıktığı kumarhanenin, neon ışıklarla çevrili kapısını.

Viyanalı Bayan Elfriede, gençliğinde de pek yufka yürekliydi. Hatta, üst katta oturan kadınla çocuğunu koca dayağından kurtarmak amacıyla, adamın intiharını kolaylaştıracak kadar. “Karımı, çocuğumu dövmekten kendimi alamıyorum. Trenin önüne atlamaya çalıştım ama, bir türlü cesaret edemedim” demişti de, Bayan Elfriede “Durun hemen geliyorum” deyip, fırlayıvermişti. Hazırladığı “özel kokteyl”i bir solukta deviren adamcağızın çırpınışlarını gören olmamıştı tabii. “Bu hayattan bıktım, elveda” yazılı kağıt parçası, polisin işini kolaylaştırmıştı. 59 yaşındaki Erwin’in cenaze töreninde, Bayan Elfriede çok ağlamıştı. Tıpkı, birkaç yıl sonraki “Cici Babası” Otto Reinl’ın cenazesinde ağladığı gibi.
Otto, kimsesi olmayan yaşlı bir erkekti. Şeker hastasıydı, bakıma muhtaçtı, Euglucon adındaki ilacı her gün almak zorundaydı. (Euglucon, bir sülfonilüre’dir. Pankreastan insülin salgılanmasını arttırır, insülin de kan şekerini düşürür.) Elfriede, “size bakarım, benim eve taşının” dediğinde çok sevinmişti. Elfriede, Euglucon’un içinden çıkan prospektüsü okuyunca daha çok sevindi.  Otto’nun ilacını, her gün aynı saatte verecek kadar titizdi, her gün bir öncekinden daha fazlasını verecek kadar da sinsi. Otto, zaman zaman bilincini kaybedip hastanelik olduğunda, “Şekeri fazla düşmüş, serum takar, hallederiz” dediler. Günün birinde Otto ölüverdi. Otopsi yapıldı yapılmasına da, kimsenin aklına, bedeninde Euglucon ya da insülin aramak gelmedi. 1986’da Elfriede iki şey öğrendi. 1) Euglucon’un fazlası öldürür. 2) Otopsiyi yapanlar, Euglucon aramıyor.
Elfriede, kendinden birkaç yaş küçük kondüktör Rudolf  Blauensteiner ile evlendiğinde artık 55 yaşındaydı. Altı yıl boyunca, sabah kahvesini, akşam çayını hep  elleriyle hazırladı. Rudolf, çayını da, kahvesini de tek şekerli içerdi. Şekerin yanısıra bir tablet Euglucon yuttuğunun farkına varamadı.  Bu altı yılda 13 kez komaya girdi. “Şekeri düşmüş, serum takar, hallederiz” dedi doktorlar. 10 Ağustos 1992’de Elfriede sıkıldı. Artık yatalak olmuş kocasına son bir kahve hazırladı.  “Rudi’ciğimi, Cici Babam’ın yanına gömmek istiyorum” diye tutturdu. Cesedini yaktırdı, küllerinin bulunduğu çanak toprağa verilirken, bayılıncaya dek ağladı.
84 yaşındaki kimsesiz Bayan Fransizka Köberl mutluydu. Yan komşusu Elfriede, “Kocam öldü, yalnızlık bana zor geliyor. Yanınıza taşınsam, hem size bakar, hem oyalanırım” demişti. Elfreide’nin komşusuna nasıl baktığını tahmin edersiniz herhalde. Banka hesaplarındaki parayı üzerine geçirtti, noter huzurunda vasiyetini imzalattı, ne kadar mülkü varsa, ölümünden sonra kendisine kalmasını sağladı.
Elfriede, yaşlı kadını öldürünceye kadar biraz zorlandı. Sütlü kahvedeki Euglucon miktarını ne kadar artırırsa artırsın, Fransizka’ya bir şey olmamasına şaşıp durdu. Kadının, gün boyu çikolata, şekerleme  atıştırdığını, böylelikle düşen şekerini yükselterek kurtulduğunu sonunda fark etti. 15 Aralık 1992’deki cenazesinde çok, ama çok ağladı.
İki yıl sonra Elfriede, pahalı giysiler ve mücevherleriyle, Viyana’nın Kaertner Cwwaddesi’nde kumarhaneye dönüştürülmüş Esterhazy Sarayı’nın daimi müşterilerinden biriydi. Bir üzüntüsü vardı: Yalnızlık. Tabii bir de, elindeki paralar bitince ne yapacağı kaygısı. Bir ilan metni hazırladı, gazeteye gönderdi: “Dul, sadık hayat arkadaşı ve hemşire, hali vakti yerinde dul ile huzurlu yaşlılık özleminde.”
64 yaşındaki emekli Friedrich Döcker ile bu ilan sayesinde tanıştılar. Hatta evlendiler de. Üç gün sonra tapu dairesinin yolunu tuttular. Adam, evini Elfriede’nin üzerine geçirtti. Sabahki kahvesine Euglucon kattığını hayal bile etmedi. Friedrich Döcker 11 Haziran 1995’te öldü.  Gazetenin biri, ölümünden dört gün önce, evet yanlış  okumadınız, dört gün önce bir ilan yayınladı: “80’in üzerinde misiniz? O zaman bana yazın. Dul, 63 yaşında, 1.62 boyunda, bakımlı, baba-kız sevgisi arıyorum, yer değiştirmem mümkün.” Üç beş güne kalmadan Friedrich’in öleceğini bilen Bayan Elfriede, bir sonraki kurbanını aramaya başlamıştı bile. Yer değiştirecek olan, o değildi elbette.

Yazının Devamını Oku

Olay yeri incelemesi ne kadar sürmeli?

18 Ocak 2009
Bir suçun işlendiğinden kuşku duyulmayan ya da suçun delillerini barındırdığı bilinen olay yerindeki incelemeler, elbette olayı aydınlatacak, faili mahkum ettirecek delillere ulaşıncaya kadar sürer. Ama, bunlar sadece bir varsayımsa, delil aramaktan ne zaman vazgeçilir? İşte, size kadın yaratıcılığı ve inadını yansıtan iki güzel örnek. 1. ÖYKÜ

Kemikler için tonlarca çamuru süzdüren kadın


5 Ekim 2004, New York polisi olay yeri inceleme birimi için sıradan bir gün değildi. İdamla yargılanmaktan korkan ünlü mafya babası, Bonnano ailesinden Joseph Massino savcılık sorgusunda konuşmuştu. 23 yıl önce, Manhattan ile Queens arasında, Ozone Park bölgesindeki boş arsada top oynayan üç çocuk vardı ya. Hani birinin burnuna pis kokular gelmiş, sonra topraktan fırlayan eli görmüştü de, polisler "Kızıl Sonny"nin (Alphonse Indelicato) cesedini bulmuştu. Aslında o yere sadece "Kızıl Sonny"yi değil, o sıralar beş mafya ailesinin ortak "Baba"lığını üstlenmiş Phillip Rastelli’yi devirmeye çalışan, başka Bonnano’ları da gömmüşlerdi. Mesela, Dominick Trinchera’yı, mesela Philip Giaccone’yi.
/images/100/0x0/55ea579cf018fbb8f879b179
New York polisi o sabah, Massimo’nun sözünü ettiği arsayı kazmaya hazırlanıyordu. Yalnız değillerdi. Bonnano ailesinin suçlarını aydınlatmada uzmanlaşmış FBI’ın özel bir grubu da onların yanındaydı ve tüm ekipler, yine FBI’ın olay yeri inceleme biriminde görevli bir kadının, Susan Ostrobinski’nin emrine verilmişti. Ostrobinski gençti, ama sıradan biri değildi. 11 Eylül 2001’deki Dünya Ticaret Merkezi saldırısının ardından yürütülen olay yeri inceleme çalışmalarında çok önemli görevler üstlenmişti.

ÖNCE KÖPEK KEMİĞİ ÇIKTI

Bir zamanlar çok sayıda mafya üyesinin oturduğu, bu nedenle New York’luların Mafiaville (Mafya-kenti) adını verdiği bölgeye geldiler, çalışacakları arsayı gördüklerinde, kendilerini zor bir günün beklediğini anladılar.

Boyası dökük, camları kırık, 5-6 katlı eski apartmanların arasındaki boşluğu, yabani otlar bürümüştü. Yer yer çöp poşetleri, inşaat atıkları, kalaslar, çıkma kapılar, hatta beton parçaları yığılmıştı. Beton parçalarını, kalasları iş makinelerine kaldırttılar, ardından kazma ve küreklere sarıldılar.

Gerçekten buraya gömülmüş olan var mıydı? Varsa kaç kişiydi? Hiçbir şey bilmiyorlardı.

İki yıl sonraki bir toplantıda Susan, yaşadıklarını şöyle aktaracaktı: "Günde 13-14 saat çalışıyorduk. Toprağı avuçluyor, elekten geçiriyorduk. Yanımızda arkeologlar ve antropologlar da vardı. Kazmaya başladığımızın 4 ya da 5. günüydü. Ekibin morali bozuktu, şikayetler artıyordu. Arkadaşlardan biri küçük bir kemik bulunca, önce çok sevindiler, köpek kemiği olduğunu anlayınca keyifleri kaçtı. Onlara, doğru yerde ve doğru yolda olduğumuzu anlattım. Köpek kemiği, burada köpek dövüşü yapıldığının, kumar oynandığının işareti olabilirdi. Eğer öyle ise, köpekleri gömdükleri yere insan da gömmüş olabilirlerdi."

Aslında Susan yanılıyordu. Köpek kemiğini buldukları yerde insan kemiği bulmalarına imkan yoktu. Kemikler oradaydı, ama çok daha derinde.

Olay yerindeki 7. günlerinde ve arsanın üzerindeki toprağın seviyesini yarım metre kadar düşürdüklerinde, hiç beklenmedik bir şey oldu. Ayakları çamura batmaya başladı. Kanalizasyon İşleri’nden birine danıştılar. "Burası, deniz seviyesinin altında" dedi adam, 10 yıl kadar önce toprakla doldurulmuş, hatta civardaki apartmanların birinci katları, bodrum katına dönüşmüş. Şimdilerde inşaat izni bile verilmiyor." Susan, kafaya koymuştu bir kere, kemikler buradaysa eğer, mutlaka bulacaklardı.

22 GÜN SONRA BULUNDU

Dizlerine kadar çamura batmış, ellerinde beyaz plastik birer kova, kovayı çamura daldırıyor, içini arıyor, sonra çamuru bir tarafa yığıyorlardı. Böyle devam etmek, saçmalıktı. Çamuru elemeyi denediler, olmadı, üstten bastırdılar, yine olmadı. Toprak ve içindeki çer çöp, delikleri hemen tıkıyordu. "Çamuru kahve gibi süzelim" dedi Susan.

Birbuçuk metre kadar uzunluğunda, bir metre eninde madeni bir tepsi yaptırdı. Dört ayak üzerine oturtulan tepsinin tabanına, küçük delikler deldirdi. Tam altına gelen yere bir tahliye kanalı açtırdı. Yangın söndürme hortumunun ucuna, sanayi tipi bir duş başlığı taktırdı. Kova kova çamuru tepsiye doldurmaya başladılar. Çamurun üzerine su püskürttüler, suda çözünen ne varsa aşağıya aktı, çözünemeyenler tepsinin üzerinde kaldı.

Cumartesi, pazar demeden her sabah çamuru süzmeye geldiler, her akşam olay yerinin başına nöbetçiler dikip, eve gittiler. Üç metre derinlikte, eski model altın Rolex saati bulduklarında, takvimler 27 Ekim 2004’ü gösteriyordu. İlk küreği sapladıklarından bu yana tam 22 gün geçmişti.

KADININ ADI VAR

Arkası çorap söküğü gibi geldi. Altın saatin civarındaki çamurdan, birbiri ardısıra irili ufaklı insan kemikleri çıkıyordu. Güneşli bir öğleden sonra Susan, avuçlarının arasında dünyanın en pahalı pırlantasından daha değerli bir şey tutuyordu: Yarısı olmayan bir kafatası.

21 Aralık 2004’te FBI bir basın toplantısıyle, kemiklerin kime ait olduğunu açıkladı. "DNA analizleri tamamlandı" dedi. "Hatırlarsanız, 1981’de, Phillip Rastelli’ye başkaldıran, Bonnano ailesinden Indelicato’nun cesedini bulmuştuk. Onunla birlikte iki Bonnano’nun daha öldürüldüğünü biliyorduk ama cesetlerini bulamamıştık. 23 yıl sonra Susan Ostrobinski’nin yaratıcılığı ve ekibinin ona güveni sayesinde, Trinchera ve Giaccone’nin kemiklerine ulaşmakla kalmadık, çamurun içinden çıkarttıkları başka delillerle, birçok mafya üyesini mahkum ettirme şansını da yakaladık."

Bir olay yeri inceleme uzmanı, hele erkeklerin çoğunlukta olduğu bir meslekte, bir kadın olay yeri uzmanı için, bundan daha büyük bir ödül olabilir mi?

Ülkemizdeki olay yerlerini inceleyen kahramanların ismen anılacağı ve bu mesleğe kadın eli değeceği günlerin yakın olmasını diliyorum.

2. ÖYKÜ

Cinayet silahı için göl suyunu boşalttıran kadın


Madem cinayet silahı göldeymiş, dedi Barb, suyu boşaltacağız. İki futbol sahası büyüklüğündeki gölden, en az bin metreküp suyun dışarı pompalanması gerekecekti.

5 Şubat 2005 günüydü. Bir ev yanıyordu. İtfaiyeciler geldi. Söndürme çalışmaları sırasında evde bir ceset buldular. 34 yaşındaki, siyah derili Bay Emanuel L. Gragg’ın bedeniydi bu. Başına sert bir cisimle vurulduğu, evinin kundaklandığı anlaşıldı. Fail, bir türlü bulunamadı.

Ertesi yıl ocak ayında bir kadın çıktı ortaya. "Cinayet silahı bir çekme kancasıydı" dedi, "İtfaiyeciler yangını söndürmeye geldikleri gece, erkek arkadaşım Davis bana uğradı, Mavi Vadi Parkı’na götürmemi istedi. Elindeki siyah poşeti göle attı." Davis zaten hapisteydi. 2005 Haziran’ında birini öldürmekten mahkum olmuştu.

Missouri Eyaleti, Kansas City polis teşkilatı cinayet bürosu, kadının söylediklerini ciddiye aldı almasına da, bu kış vakti, üzeri buz tutmuş küçük gölde, çoluk çocuk paten yaparken, "Çekme kancası arayacağım" diye, buzları kırıp milletin keyfini kaçırmak istemedi. Baharı beklemeye karar verdiler.

DALGIÇLAR BAŞARISIZ

Cinayet bürosunun amiri bir kadındı: Cheri Reid. 2006 Ağustos’unda, emrindeki bir başka kadını, teğmen Barbara Eckert’i, göle atıldığı söylenen çekme kancasını bulmakla görevlendirdi. Henüz 30’larının başındaki Barb (arkadaşları ona böyle seslenirdi), üç yıldır cinayet bürosunda çalışıyordu. Omuzuna dökülen sarı saçları, metal çerçeveli güneş gözlükleri, yeni ütüden çıkmış üniforması ve onu izleyen 10 kadar meslektaşıyla Mavi Vadi Park’ındaki Bales gölünün kenarına geldi. "Bunun yüzölçümünü bilen var mı?" diye sordu. "Bir hektar" dediler, yani 10 bin metrekare. "Ya derinliği?", "30 santim ile 2.5 metre arasında değişir." "Fazla büyük değilmiş", dedi Barb, "Arama-kurtarma dalgıçlarını çağırın, gölün dibini tarasınlar."

Fikir iyiydi. Zaten olay yeri inceleme ile ilgili ders kitaplarında da aynen böyle yazardı. Ne yazık ki, olay yerine 25-30 dakika uzaklıktaki Lee’s Summit’ten gelen Sualtı Arama Kurtarma ekibi, umutları söndürdü. Su bulanıktı, gölün dibini görmeleri mümkün değildi. Üç gün sonra toparlanıp, gittiler.

İNŞALLAH REZİL OLMAYIZ

"Madem cinayet silahı göldeymiş" dedi Barb, "Onu bulup çıkartmadan geri dönmeyeceğim. Suyu boşaltacağız." "Nasıl yani?" diye sordular hayretle. İki futbol sahası büyüklüğündeki gölden, en az bin metreküp suyun dışarı pompalanması gerekecekti. Üstelik, Emanuel L. Gragg’i öldüren çekme kancasının göle atıldığının hiçbir garantisi yoktu.

Cinayet bürosunun amiri Amir Cheri, Barb’ın önerisini kabul etti. "Kadın aklı!" deyip, dudak bükenler çok oldu. Bir yıl kadar sonra Cheri, "Aslına bakarsanız, kaç kişiyi aradığımı bile hatırlamıyorum" diye anlatacaktı. "Kara Kuvvetleri’nin mühendislerinden, Su İşleri Müdürlüğü’ne, Park ve Bahçeler’den İtfaiye Birliği’ne kadar herkesi harekete geçirdim. Gölde balıklar ve koruma altında bir sürü başka canlı da olduğundan Çevre Bakanlığı’na haber verdim. Olay yerini ekiplerimiz korudu, aramayı baştan sona Barb yönetti. Bana da, inşallah bir şey çıkar da, erkek milletine rezil olmayız diye dua etmek kaldı."

"Keşke güçlü bir mıknatısımız olsaydı" diyordu herkes, "sandaldan aşağıya sarkıtır, metal cisimleri yukarı çekerdik." Kansas’ta kullanabilecekleri güçte bir mıknatıs yoktu ve o güne değin, dünyanın hiçbir yerinde delil aramak için göl suyu boşaltan olmamıştı.

Su İşleri Müdürlüğü’nün işçileri, pompaları kurup suyu çekmeye başladılar. Üç gün sonra dip çamuru göründüğünde, "İşiniz bitince bizi arayın" deyip gittiler.

O KANCA GÖLÜN DİBİNDE

Barb’ın emrine verilmiş, biri, metal dedektör kullanmakta usta emekli polis, kalanı cinayet bürosu personeli, dizlerine kadar çamura batmış 8 kişiydiler. Sarı muşamba pantolonlarını, çizme ve eldivenlerini Su İşleri Müdürlüğü’nden borç almışlardı. Bahçe yabası ile çamuru karıştırıyor, dedektörün sesini dinliyor, metal bir cisim bulduklarında fotoğrafını çekiyor, daha fazla paslanmasın diye şanzıman yağı doldurulmuş büyük bir kaba yerleştiriyor, onu da kovayla kıyıya taşıyorlardı. Barb da çamurun içindeydi. Bir yandan delil teslim zincirine uyumu denetliyor, bir yandan arkadaşlarına moral veriyordu. "Dayanın, bulacağız, o kanca mutlaka burada."

Evi kundaklanan genç zenci Emanuel L. Gragg’i öldüren kancayı üç gün sonra buldular. Kent sakinlerince pek sevilen parkın, kışın paten kayılan, yazın balık tutulan güzelim küçük gölden sadece onu değil, başka suçlarda kullanılmış beş tabanca ile bir av tüfeği de çıkarttılar. Böylece hem kadın yaratıcılığı ve sabrının, hem de polisin diğer kurumlarla işbirliğinin en güzel örneklerinden birini verdiler.
Yazının Devamını Oku

Ben senin hayatından gittim oğlum Hadi dur o sarı odalarda durabilirsen

11 Ocak 2009
Fransa’nın güneyinde bir sarı ev. Sarı evin, sarı odalarında yan yana çalışan iki erkek. Dokuz hafta sonra, "Sıkıldım, haydi bana eyvallah!" diyor biri, tıpkı sevgili Sezen Aksu’nun şarkısındaki gibi. Diğerinin tepesi atıyor, usturasını kapıveriyor. İlk bakışta sıradan gibi gözüken bir çatışma değil mi? Ama sanat ve bilim dünyası 120 yıldır bu kavgayı konuşuyor. Çünkü erkeklerden biri Van Gogh, diğeri Gauguin.

Karnı ağrıyor, başı dönüyor, kulağı çınlıyor, kusuyor, zaman zaman kendini kaybediyordu. "Beni bu karanlık ve yağmurlu şehir hasta etti" demişti, midesinde kuru ekmek, çürük dişlerinin arasında pipo, burnunda terebentin kokusu ve sağa sola atılmış çokça absent şişesiyle. Kardeşi Theo istediği için resim yapıyordu, resim yaptığı için o harika adamı tanımıştı, o harika adam sıcaktan yeni dönmüştü.

1 Mayıs 1888 günü, güneydeki sarı evin dört odasını, o harika adamla yanyana resim yapabilmek için kiraladı. Yaz boyu güneşin altında çalıştı, sarı masa üzerinde duran vazo ve vazo içindeki ayçiçeklerini onun için resmetti. 12 çiçekli olanı, harika adam için hazırladığı odaya astı. Mutlaka gelecekti ve görünce beğenecekti. Yastığına damlattığı kafur yağını koklayarak geçirdiği yalnız geceler nihayet bitti ve Vincent van Gogh’un dört gözle beklediği Paul Gauguin, 23 Ekim 1888’de geldi.

Ben, bundan 10 yıl önce Fransa’nın güneyindeki Arles’e gittiğimde, Lamartine Meydanı’ndaki sarı ev artık yoktu. Tıpkı 5 çiçekli vazo gibi, Alman bombalarından kurtulamamıştı. Sarı masa üzerindeki diğer vazo tabloları milyon dolarlara el değiştirmiş, Tokyo, Münih, Amsterdam ve Filadelphia müzelerindeki yerini almıştı.

DOKUZ HAFTALIK MUTLULUK

Vincent Van Gogh ve Paul Gauguin, Arles’teki sarı evde ve çevresinde resim yaptıklarının dokuzuncu haftasında, Montpellier’deki Fabre müzesine gittiler, Courbet ve Delacroix’nın tablolarını incelerken tartışmaya başladılar, akşama doğru eve döndüler.

Gauguin, gerginliğe dayanamayacağını ve Paris’e dönmek istediğini yineledi ve 23 Aralık 1888 gecesi, boya tüplerini toplamaya, değerli tuvallerini sarmaya, giysilerini valizine yerleştirmeye başladı. Van Gogh, harika adamı için özene bezene hazırladığı yatak odasının yavaş yavaş boşaldığını gördükçe giderek sinirlendi.

Gauguin biraz hava almak için dışarı çıktı. Fazla uzaklaşmamıştı ki, ayak sesleri duydu. Bir hızlanıp bir yavaşlayan adımlardı bunlar. Durdu, döndü. Bir adım ötede, elinde usturayla duran Van Gogh’u gördü. Nefesini tuttu, gözlerinin içine baktı. Vincent, bir an tereddüt etti, geriye döndü ve sarı eve doğru koşmaya başladı.

Gauguin, geceyi bir otelde geçirdi. Sabahın ilk ışıklarıyla eve döndü. Kapıya birikmiş meraklı kalabalığı yararak içeri girdi. Her yer kan içindeydi, oraya buraya atılmış kanlı havluları, yatak çarşaflarını ve polisleri gördü. "Arkadaşınız öldü" dediler. "Anlatın, aranızda ne geçti?"

BU PAKETİ İYİ SAKLA

Aslında Van Gogh ölmemişti, kafasına kabaca sarılı bir bandajla kendinden geçmiş yatıyordu. Bu, Gauguin’in onu son görüşü oldu.

Van Gogh, elindeki usturayla sol kulağının alt ucunu kesmiş, kağıda sarmış, yalpalayarak girdiği genelevin bir çalışanına "bunu iyi sakla" diye teslim etmiş ve geldiği gibi sessizce ayrılmıştı. Paketi açan kızın bağırması üzerine ortalık ayağa kalkmış, postacı Roulin, Van Gogh’u sokakta bulmuş, evine götürüp yatağa yatırmıştı.

Gauguin’in çektiği telgraf üzerine gelen Theo, kardeşini Arles hastanesinde buldu. "VG, 35 yaşında, sağ elini kullanır, işsiz erkek sanatçı, nefesi alkol kokuyor, ajite, olmayan sesler duyuyor, delirmekten korkuyor, fazla miktarda kan kaybetmiş, durumu kritik" diye yazmıştı Dr. Felix Rey, protokol defterine.

89 baharında Van Gogh, Arles’e 20 kilometre uzaklıktaki Saint Remy akıl hastanesinde, sarısı daha az, yuvarlak fırça darbelerinin öne çıktığı tablolarını yapmaktaydı. Bir yıl sonra, Paris yakınlarındaki bir çiftlikte "benden daha hasta" diye tanımladığı doktoru Paul Gachet’nin gözetimindeydi. 70 günde, 70 yağlı boya tablo tamamlamıştı. 27 Temmuz 1890 günü tarlalara doğru yürüdü, tabancasını göğsüne çevirdi, iki gün sonra öldü. 37 yaşındaydı, 10 yıldır resim yapıyordu ve sadece bir tekini satabilmişti.

ABSENT ÇILGINLIĞININ NEDENİ THUJONE DEĞİL

Tablo ve eskizleri dünyanın en pahalı eserleri arasında yer alan, post empresyonist (art izlenimci) akımın önemli temsilcilerinden Hollandalı Vincent Van Gogh, kardeşi Theo’nun tavsiyesine uyup resim yapmaya başladığında 27 yaşındaydı. Aşık olduğu bir akrabasının evlenme teklifini reddetmesi, birlikte yaşadığı alkolik Clasina doğurduğunda, kadını ve çocukları terketmesi için gördüğü baskı, evlenmeleri engellendiğinde, sevdiği komşu kızı Margot’nun striknin (köpek zehri) içerek intiharı ve babasının ani ölümü gibi travmaların üst üste bindiği 1885’te, bir yandan resim yapıyor, diğer yandan ekmek, kahve, sigara ve absentle "besleniyordu".

Absent, değişik bitkilerin damıtılmasından, ama öncelikli olarak pelin bitkisinden (Artemisia absinthium) elde edilen ve alkol oranı % 70’lere varan, çok sert bir içkidir. Üretim sırasında yeşil anason katılanı, "yeşil peri" diye bilinir.

YAHYA KEMAL SIKI ABSENTÇİYDİ

19. yüzyıl sonlarında Orta Avrupa, Fransa ve kısmen Amerika’da absent, çok modaydı. Sayısız sanatçı ve edebiyatçı, yaratıcılığını geliştirmek amacıyla, yüksek ayaklı bir cam kadehe absent doldurdu, üzerine delikli bir kaşık, kaşığa bir kesme şeker yerleştirdi, buz gibi su dökerek hem şekeri içkiye kattı, hem absentini seyreltti ve bundan ciddi biçimde zarar gördü. Bu arada, Yahya Kemal Beyatlı’nın da, Paris’te geçen gençliğinde sıkı bir absentçi olduğunu ve bundan "Büyü Şiir"de söz ettiğini belirtelim. (Paris’te genç iken koyu Baudelaire’perest idim / Balkon’la, Yolculuk’la, Güzellik’le mest idim. Sinmişti şi’ri ruhuma ulvi keder gibi / Absente damla damla sızan şeker gibi.)

Toplumlarda yaşanan şiddetin sorumlusu olarak da görülen absent, 1900’lerin ilk yıllarında, 82 bin İsviçrelinin imzasıyla önce bu ülkede, ardından Avrupa’nın hemen tamamında ve Amerika’da yasaklandı. 1988’de Avrupa ülkelerinde, 2007’de Amerika’da satışı yeniden serbest bırakıldı.

Van Gogh, Degas, Toulouse-Lautrec, Picasso, Edgar Allen Poe ve Charles Baudelaire gibi pek çok ünlüde gözlenen algı, duygudurum, bilinç ve davranış değişiklikleri, içtikleri fazla miktarda absente bağlanır. Başlangıçta, absentin bu yan etkilerinden, pelin bitkisindeki alfa thujone adlı kimyasal sorumlu tutulmuştu. Hatta, 2000 yılında Berkeley Üniversitesi’nden çevre kimyacısı ve toksikolog John Casida, thujone’nin bağlandığı beyin bölgesini saptayarak, sara benzeri nöbetleri bununla açıklamıştı. Son bir-iki yılda yapılan araştırmalar, Fransızların yasaklama öncesi orijinal absentlerindeki thujone düzeylerinin, bilinç ve davranış değişikliklerine yol açamayacak kadar az olduğunu gösterdi.

Ayrıca, thujone’nin kimyasal formülü, esrarın etkin maddesi THC’ye (tetrahidrocannabinol) benzediğinden, onun gibi etki ettiği sanılmıştı. 2007 yılında yapılan araştırmalar, bunun da bir şehir efsanesi olduğunu kanıtladı.

Van Gogh’un tabloları neden sarı?

Yaşamının son yıllarında, sarı rengin Van Gogh’u cezbettiği muhakkak. Sarı renkte bir evde oturuyordu ve tablolarına sarı hakimdi. Özellikle bu rengi tercihinin nedeni, elbette sarıya düşkünlüğü ile açıklanabilir. Ancak bu özelliğini, cisimlerin sarı bir camdan bakıldığında olduğu gibi, sarı renkte görülmesiyle kendini belli eden ksantopsi adlı görme bozukluğuna da bağlamak mümkün. Ksantopsiye, fazla miktarda içtiği absentin içindeki thujone’nin yol açtığı teorisi çok sayıda taraftar bulmuştur. Yüksek dozda thujone’nin, ksantopsiye yol açtığı doğrudur. Ancak bir absent içicisinin, kanında çevreyi sarı gösterecek kadar thujone birikemeden, aldığı çok yüksek miktardaki alkol nedeniyle komaya girip öleceği de doğrudur. Dolayısıyla Van Gogh’un tablolarındaki sarı rengi, absentine bağlamak bilimsel gerçeklere aykırıdır.

YÜKSÜKOTU İDDİASI

Fazla miktarda kullanıldığında, çevreyi sarı gördüren bir diğer zehir, digitalis’tir, yani yüksükotu. Ölümünden sonraki yıllarda sayısız hekim, ressamın mektuplarında dile getirdiği ve arkadaşlarınca gözlenen tıbbi ve psikiyatrik şikayetlerini değerlendirerek hastalığının adını koymaya çalışmıştır. Olası tanılar arasında, sar’a, şizofreni, manik-depresif psikoz, kalıtsal bir metabolizma kusuru olan akut porfiri, iç kulak sıvısında basınç artışının yol açtığı Meniere hastalığı, terebentin, kafur, ayrıca digitalis zehirlenmesi de bulunuyor.

Van Gogh’un digitalis kullandığını kanıtlayan herhangi bir belge yok. Ancak, yaşadığı yıllarda sar’a tedavisinde digitalis kullanılmaktaydı. Doktoru Paul-Ferdinand Gachet, ressamın modellerinden biriydi. 1990 yılında bir Japon işadamının 82.5 milyon dolar ödeyerek satın aldığı ve şimdi nerede olduğu bilinmeyen portresinde, elinde bir demet yüksükotu tutuyor. Belki de doktor, Van Gogh’un ara sıra geçirdiği nöbetleri, sar’a olarak değerlendirmiş ve tedavisi için digitalis kullanmıştır.

Kuyruklu yalanlara dikkat

Bu sayfanın okurları arasından, DNA analizi yaptırmadan, "Van Gogh’un kesik kulağı" diye satışa çıkartılan ne idüğü belirsiz et parçasına milyon dolarlar ödeyecek bir akılsızın çıkacağını sanmam. Ancak, dünyanın bir yerinde, parasının hesabını bilmeyen bir koleksiyoncunun çıkacağını umanlar var.

"Dedem Abroise L’aube çiftçiydi, Van Gogh’u çok iyi tanırmış. O menfur gecenin sabahında, çimlerin arasında, yarısı yenmiş bir baget sandviç ve boş bir absent şişesinin yanıbaşında, kanlı kulağı bulmuş, hava geçirmez bir cam kavanoza koyup, üzerine buz doldurmuş. İki gün sonra enfarktüsten ölmüş. Ne karısı, ne de oğullarının kavanoz meselesinden haberi varmış. Bu bilgileri kaydettiği not defterini 50’lerde bulduk, çiftliğin altını üstüne getirdik ama kavanoza rastlayamadık. Yakın zaman önce çalışma masasının gizli bir bölmesi olduğunu keşfettik. Meğer, kavanoz oradaymış." Kulağın, halen New York gümrüğünde olduğu söyleniyor, ay sonu Sotheby’s müzayede evinde satılacakmış. Eczacı Etienne-Robert L’aube ağzından anlatılan bu hikayenin uydurulduğu muhakkak ama, dayanamayıp Sotheby’s’i aradım. "Gelirse, elbette satılır. Ama önce DNA analizi yaptırırız" dediler. Karşılıklı gülüştük.

DALI’NİN GAYRİ MEŞRU KIZI

Üç yıl kadar önce ölen Avustralyalı ressam Kevin Charles (Pro) Hart, sahtekarlarla mücadele etmek için, kullandığı boyalara DNA’sını ekletirdi. Geçtiğimiz yıl, Amerikan NMS Labs’ın sahibi toksikolog Michael Rieders, "Salvador Dali’nin beslenmesinde kullanılan yemek borusundan DNA’sını elde edeceğim, bayan Pilar A.’nın Dali’nin gayri meşru kızı olup olmadığını çözeceğim" diye yola çıkmıştı ama, ses seda çıkmadı.

Van Gogh’un herhangi bir tablosunun üzerine tükürdüğü, idrarını yaptığı ya da başka bir biyolojik örneğini, kısacası DNA’sını bıraktığına dair bir veri yok. Bu nedenle, bir süre öncesine kadar internetin müzayede sitesi eBay’de fotoğraflı şekilde, 1 milyon İngiliz lirasına satışa çıkartılan "Van Gogh’un kendisini terkeden sevgilisine göndermek üzere ucunu kestiği sağ kulağı" gibi tekliflerle karşılaşırsanız, dikkatli olun.
Yazının Devamını Oku