Serdar Turgut

Seçmenin asıl hedefi derin devlettir

27 Eylül 2002
<B>DÜNYADAKİ </B>her ülkede, bizdeki tanımlamayla <B>‘‘derin’’ </B>olarak tanımlanan bir gizli devlet yapısı vardır.<br> Siyasetin kısa vadeli iniş çıkışlarına karşı toplumu uzun dönemde belirli sınırlar içinde, istikrarda tutabilmek için kurulmuş bir gizli düzendir bu.

Kitaplarda yazıldığı şekliyle ‘‘demokrasi’’ tanımına aykırıdır bu durum belki ama sonuçta uzun dönemli istikrarın demokrasinin ön şartı olduğu gibi bir argüman ileri sürülerek ‘‘derinliği’’ savunanların da haklı olduğu yanlar vardır şüphesiz.

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra tüm dünyada dengeler yeniden kurulurken, her ülkede ‘‘derin devletin’’ sorumluluğunu almış olan insanların birbirleriyle konuşmasını, koordineli hareket etmesini sağlayacak, tanım gereği şeffaf olmaması gereken mekanizmalar da kuruldu.

Bir tür ‘‘gizli Birleşmiş Milletler’’ teşkilatıydı bu ve eğer meseleye gerçekçi bakarsanız belki de dünya ölçeğinde istikrarın belirli sınırlar içinde korunabilmesinin de teminatıydı bu gizli düzenin varlığı.

Bu düzen nedeniyledir ki her ülkede belirli isimler hiç durmadan gündeme gelir, onlar toplumların hayatında hep bir şekilde vardırlar.

***

20'nci yüzyılın ikinci yarısında başarıyla sürdürülen bu düzeni 21'inci yüzyılın başında iki ülkenin tehlikeye attığını görüyoruz.

Bunlardan ilki Amerika Birleşik Devletleri.

Amerika, yeni yönetimiyle dünya düzenini yeniden kurmaya giriştiğinden, eski düzende kurulmuş olan gizli bağlantılar, gizli süreçler de bir anda çökme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

Bugün Amerika'da başta eski düzenin baş teorisyeni Henry Kissinger olmak üzere belli başlı isimlerin Amerikan yönetimine karşı tavır almak zorunda kalmalarının temelinde yaşanmakta olan bu gizli mücadele yatmaktadır.

Uluslararası düzene aykırı davranan ikinci ülke ise Türkiye'dir.

***

Bu tuhaf duruma nasıl ulaşıldı anlatmaya çalışayım.

Türkiye'de derin devlet Cumhuriyet tarihinin her döneminde son derece aktif olmuştur.

Türkiye'nin koşulları, coğrafi konumu, etnik yapısı ve radikal İslam'a karşı tavır alma zorunluluğu nedeniyle derin devletin bu ülkede diğer ülkelerden çok daha aktif olması teorik düzeyde normal karşılanmalıdır.

Ancak 1990'lı yıllarda ‘‘derin devleti’’ yürüten insanlar kendi korumaları altında olması gereken sisteme olabilecek en büyük darbeyi vuran bir dizi yanlışı üst üste yaptılar.

28 Şubat süreci, haklı endişelere dayanmakla birlikte büyük bir hataydı, çünkü tehlikeler abartılarak tepki verildi.

Süreci, onu uygulayanlar açısından çok daha yıpratıcı yapan bir başka neden ise ‘‘derin devletin’’ amaçlarına yardım ediyorum diye ortaya çıkan insanların bir süre sonra kişisel çıkar, soygun ve ilkesizlik üzerine kurulu bir mekanizmayı oluşturmalarıdır.

Ve sonuçta bu insanların davranışları nedeniyle adı üstünde derin yani gizli olması gereken bazı mekanizmalar Türkiye'de bir anda şeffaflaştı.

Yine tanım gereği bu tür işleyişlerden habersiz kılınması gereken halk, bir anda adına derin devlet denilen veya onun adına hareket ettiği iddiasında olan insanların nasıl da çürümeye başladığını yaşamın her alanında görmeye, izlemeye başladı.

Eğer bugün gelinen noktada bazı insanlar seçimden korkuyorsa, oylar bazı partilere önlenemeyen bir şekilde akıyorsa, bu sadece insanların kendi gözleri önünde, gayet şeffaf bir şekilde çürüyen mekanizmadan artık kurtulmak istemelerinin bir sonucudur.

***

Sistemi daha fazla zarar almadan koruyacaksak, tepkilerin ortaya çıkmasını, normal kanallar içinde kalmasını, birikmiş tepkilerin, kinin gazının alınarak toplumun sakinleşmesini sağlayacak adımları atmak gerekiyor.

Ancak gördüğüm kadarıyla bizim ‘‘derin devletçiler’’ panik içindeler, makul laf dinleyecek halleri yok.

Hálá daha belki bir dönem başarılı olmuş ayak oyunlarını yine denemeye çalışarak ayakta kalmaya ve sistemi sürdürmeye çalışıyorlar.

Devlet adamlığı belirli dönemlerde geri adım atmayı, alışıldık tavırlardan kurtulmayı ve o alışıldık tavırların aslında uzun dönemde toplum düzenini olumsuz etkilediğini kavrayarak yeni döneme özgü yeni tavırlar alma basiretini gösterebilmeyi gerektirir.

Öyle görülüyor ki Türkiye'de ‘‘devlet adamı’’ sayısı gerçekten azalmış durumda, çünkü sayı azalmasaydı bugünkü acıklı görüntülerin ortaya çıkması mümkün değildi.

Eğer seçim ertelenirse bu Türkiye Cumhuriyet tarihinde yapılmış olan en büyük hatalardan bir tanesi olacaktır.

Seçim ertelemek için manevra yapanlar, ittifaklar kuranlar artık bitmiş, tükenmiş, meşruiyeti kalmamış bir ‘‘toplum düzenini korumacı’’ anlayışın temsilcileridir.

Üstelik tükenmeyi, çürümeyi, bitişi yaratanlar da kendileridir.

Bu seçim ne zaman yapılırsa yapılsın olacaklar bellidir, bir döneme ait çürümüşlükler tasfiye olacaktır, seçmen sabırla o anı beklemektedir.

Ve unutmayın ki Türkiye'nin ana hedeflerine doğru yürüyüşünü hangi parti iktidara gelirse gelsin tersine döndüremeyecektir.

Çünkü yeni dönem kendisine özgü yeni devlet adamlarını da ortaya mutlaka çıkaracak ve onlar ülkenin uzun dönemli çıkarlarını kollama görevini mutlaka üstleneceklerdir, bundan kimse endişe etmesin.

Dolayısıyla bir anlamda diyebiliriz ki olacak ilk seçim Türkiye'de derin devletin tarihinde de önemli bir dönüm noktasını oluşturacaktır.
Yazının Devamını Oku

Zamana da iyi muamele çektik

26 Eylül 2002
<B>‘‘Zaman’’ </B>kavramı filozofların neredeyse binlerce yıldır kafasını meşgul etmektedir. Çok değişik söylemler üretilmiştir ‘‘zaman’’ konusunda.

Denilebilir ki felsefelerin temelinde yatan en zengin konulardan bir tanesidir bu.

Eski Yunan'daki filozoflardan başlayarak bu konuda bir düşünce birikimi yaratılmış, modern dünyaya özgü meseleler bu düşünce birikimi çerçevesinde ele alınmış, 18, 19 ve 20'nci yüzyılların en ciddi düşünce adamları ‘‘zaman’’ kavramını ele alışlarındaki farklarla kendilerini ön plana çıkarmışlardır.

Felsefenin dışında gayet tabii ki bununla direkt bağlantılı olan fizik teorisinin de en çok kafa yorduğu kavramdır zaman.

Medeniyetlerin temelini oluşturan fikirler, zaman kavramı üzerine çalışarak düşünce üreten insanlar tarafından insanlık hizmetine sunulmuştur.

Bunar dışında edebiyatta da zaman kavramı son derece ilginç deneylere yol açmış, insanlık áleminin ruhunu zenginleştiren metinler bu kavramdan yola çıkılarak tamamlanmıştır.

***

Bunları söylüyorum da aslında üç yıl öncesine kadar dünyada durum böyleydi.

Ancak üç yıl kadar önce Türkler, sonunda ‘‘zaman’’ kavramına da müdahale etti ve insanlık áleminin kolektif düşünme sürecinin binlerce yıl içinden süzülerek bu yüzyıla getirilmiş bir kavramın daha içi anında boşaltıldı.

Bizim böyle bir yeteneğimiz var yani, bunu kabul edelim, alçakgönüllülük filan yapmaya gerek yok bu konuda.

Birçok kavramda bu yeteneğimizi net olarak gösterme fırsatını daha önce bulduk, biliyorsunuz. Örneğin ‘‘demokrasi’’ diye bir kavram var ya, bu bizim muamelemizden geçtikten sonra tüm tarihi geçmişinden bir anda kopup, tamamen yeni ve farklı bir içeriğe bürünebilmiştir.

‘‘Haklar’’, ‘‘özgürlükler’’ ve bunlara benzeyen birçok kavrama da aynı oyunu oynamayı başardık biz.

Kendi kendimizi size anlatmama lüzum yok, bunları nasıl olsa hepimiz yaşayarak öğrenmiş durumdayız.

Ancak ‘‘zaman’’ kavramına çekilen muamele, benim gibi Türkiye'ye kaşarlanmış insanları bile şaşırtacak nitelikteydi.

Çünkü ben, bizim bu uluslararası düzeyde üzerinde anlaşma sağlanmış kavramlara karşı tavrımızın sadece sosyal konularla sınırlı olduğunu düşünüyordum.

Dolayısıyla da bilimsel bir netliği olabilen ‘‘zaman’’ kavramını bu nedenle rahat bırakırız diye düşünmüştüm. Ama yanıldım; hem de öyle yanıldım ki ona bu yapılandan sonra felsefenin bütün temel ilkeleri yeni baştan ele alınırsa hiç şaşırmayın, olur mu?

***

Bütün bunlar neden aklıma geldi biliyor musunuz?

Son ortaya çıkan deprem raporu var ya, işte o nedenle bağrımda bu bastıramadığım teorik isyan yükseldi.

Yine belki beş yüzüncü kez ‘‘Bundan sonra olacak depremde şu kadar kişi ölecek, bu kadar kişi yaralanacak’’ diye tahminler yapmışlar.

Ve sonunda yine ‘‘kısa vadede alınması gereken önlemleri’’ sıralamışlar.

İşte bu ‘‘kısa vadede alınması gereken önlemler’’ lafı beni deli etmeye başladı sevgili okurlar. Farkındasınız değil mi, biz Türkler ‘‘zaman’’ genel kavramı içinde yer alan ‘‘kısa vade’’ alt kavramının içini tamamen boşaltmış ve bu kavramı katiyen anlamı olmayan bir abukluğa dönüştürmüş durumdayız.

Üç yıl önce başladı ‘‘kısa vadede alınması gereken önlemler’’ söylemi.

Bu kısa vadenin iki yıl önce bitmesi gerekiyordu ama şimdi yine depremin etkisini azaltmak için kısa vadede alınması gereken önlemlerden bahsediyorlar.

Üstelik bunlarda da yeni bir şey yok; hep aynı öneriler ortaya getiriliyor, çok güzel raporlar sunuluyor ve sonra zaman yine kendi diyalektiği içinde akışına bırakılıyor, önlemler de zamanla birlikte akıp gidiyor.

Anladığım kadarıyla biz ‘‘kısa vade’’ kavramını artık ‘‘yeni olacak depremden sonraki ilk günden başlayan zaman dilimi’’ diye tanımlamış durumdayız.

Bu kısa vade bir türlü bitmiyor. Bizim dışımızdaki insanlık álemi çoktan orta vadeye geçmiş durumda bile ve biraz daha beklersek onlar uzun vadelerine geçtikleri zaman, biz belki o zaman orta vadeye geçme işini sonunda gündemimize alacağız inşallah.

***

Bıkkınlık verdi bu deprem raporları, yemin ediyorum.

Çünkü bu tür bilimsel iddialı raporlar ancak zaman kavramının anlamını kaybetmediği ülkelerde bir şey ifade edebilir.

Türkiye'de zaman nosyonu artık yok olduğundan her ortaya atılan rapor insanı sadece depresif bir kaderciliğe itmekten başka işe yaramıyor. Çünkü otoritelerin kısa vadesinin bir türlü gelmeyeceğini, gelemeyeceğini biliyorsunuz.

Ve şu da var: Dünyadaki hiçbir bilimsel yöntem, İstanbul gibi bir yerde meydana gelecek bir depremde ölecek insan sayısını net olarak tahmin edemez; bunu tahmin etmeye cesaret bile edememeli aslında.

Çünkü şu anda dünyada hiç kimse İstanbul'da yaşamakta olan nüfusun gerçek toplamını bilmemektedir.

Üstelik bu nüfusun kısa vadede bilimsel olarak doğru toplamı verecek şekilde sayılabilmesine de imkán yoktur.

Bütün bunları söylüyorum ama yine de inşallah bütün bu sorunlarımız uzun vadede hallolur, ben de uzun vadede biraz rahatlarım.
Yazının Devamını Oku

Biri siyaseti gözetliyor

25 Eylül 2002
<B>‘‘Biri bizi gözetliyor’’ </B>türündeki şovlar tüm dünyada çok popüler. Amerika'da yeni sezonda gözetlemeli şovu Tayland'da bir adaya taşıdılar, orada olup bitenler naklen yayınlanıyor.

Tehlikeyi sevenler için başka ‘‘gerçeklik şovları’’ var. Bir tanesinde yarışmacılar 400 adet yılanın bulunduğu odalara giriyorlar, timsahların ağzının içinden yemek alıyorlar falan filan.

Bu arada son olarak tüm Amerika'yı saran ve sarsan, inanılmaz sayıda izleyici toplayan ‘‘Amerikan Şöhreti’’ adlı bir program da yayınlandı. Meşhur bir insan yaratma yarışıydı aslında bu. Bir jüri oluşturuldu, yüzlerce genç şarkı söyleyerek yarışmaya katıldı, birinci seçilen kızı şimdi bütün Amerika tanıyor.

Şöhret aslında hiçten yaratılan bir olaydır diyen, bu gerçeği izleyicinin gözüne sokan bir televizyon programıydı bu. Şimdi o yarışmada bir anda üne kavuşan kız, ünlü olmanın gereklerini de öğrenerek yaşamaya alışmaya çalışıyor.

***

Ve sonunda olan oldu, ‘‘reality şov’’ adı verilen ekol nihayet siyasete de elini attı sevgili okurlar. Amerika'da bir televizyon kanalı benim ‘‘Biri siyaseti gözetliyor’’ adını taktığım bir şovu başlatacağını resmen açıkladı.

Amerika'ya başkan adayı seçilecek bu televizyon programında. Evet, ‘‘başkan adayı’’ dedim, yanlış okumadınız.

2004 yılının ocak ayında, 2004 başkanlık seçimine 11 ay kala başlayacak bu televizyon programı 13 bölümden oluşacak.

Siyaset uzmanlarından ve politikacılardan oluşan bir jüri gelmesi beklenen binlerce başvurudan seçim yaparak yarı finale katılmaya hak kazanacakları 100 adaya indirecek.

Yani Amerika'nın her 50 eyaletinden ikişer adet başkan adayı son yarışmaya katılabilecek.

Finalde birinciliği kazanan ‘‘halkın seçtiği aday’’ olarak ABD başkanlık seçimine resmen katılacak. Yarışmada Bill Clinton'ın başkan adayı olup da kampanyaya başlamasından sonra hakkında çekilen ve televizyonda dokümanter olarak yayınlanan filmdeki içerik esas alınacak.

O filmde başkan adayı Clinton nasıl gündelik konuşmalara hazırlanıyor, danışmanlarıyla strateji tartışmalarına giriyor, rakiplerini alt etmek için planlar yapıyorduysa başkan aday adaylığı için yarışmaya katılacak kişiler de aynen onun yaptığı gibi hareket edecekler.

Onların kampanyalarından görüntüler de dokümanter olarak ekrana gelecek, yarışma bunlar üzerine kurulacak.

Sonuçta en iyi kampanyayı yürüten, en iyi strateji oluşturan, en iyi fikirler ortaya atan, karizması en belirleyici olan aday halkın oylarıyla seçilerek başkan adayı olarak seçime girecek.

***

Biliyor musunuz, aslında ben bu yazıyı yapılmak istenen şov ile biraz dalga geçmek için yazmaya oturmuştum. Ama şimdi düşünüyorum da neden böyle bir şey olmasın? Evet neden olmasın böylesine bir başkan adayı seçimi.

Düşünsenize, bence böyle bir süreçten geçerek halkın seçtiği aday olarak seçime katılacak bir insan Amerikan tarihinde en demokratik yoldan siyasete girmiş insan unvanını da kazanacaktır.

Televizyon aslında en demokratik medya. İnsanların en kolay ulaşabildikleri, en rahat izleyebildikleri medya bu.

Ve orada oluşan fikirler gerçekten hızla topluma yayılabiliyor. Ve o medyada bir aday adayı gerçekten iyi fikirlerle, stratejiyle, programla ortaya çıkarsa onun ciddi bir alternatif olması önünde neden bir engel olsun ki?

Biliyorum sizlerin de benim bu yazıya başladığımda olduğu gibi bu konuda önyargılarınız var. Televizyon denilince aklımıza ilk olarak hafiflik, gayrı ciddilik geliyor olabilir ama bana göre bu önyargılarımız yanlış. Önemli olan medyanın ne şekilde ve ne için kullanıldığı ve sonuçta iyi bir siyasetçi medyadaki yarıştan çıkıp da kitlelerin ruhunu canlandırırsa bu belki de kapitalizm tarihinde gerçekleştirilmiş en demokrat seçim bile olarak görülebilir.

***

Size bir şey söyleyeyim mi, bu Türkiye'de de anında uygulanabilecek harika bir fikir bence.

Televizyonda ciddi olarak düzenlenecek bir yarışma programı sonucunda biz de yeni siyasetçi adaylarını çıkarabiliriz ortaya.

Eğer televizyondaki yarışmada gerçek yaşamda olmayanlar olursa yani adaylar gerçek fikirler üzerine kapsamlı tartışmalar yaparlarsa, bir Türkiye vizyonu ortaya koyarlarsa bu yarışma anında Türkiye siyasetinde bir deprem etkisi bile yaratabilir. Yine söylüyorum, düşünün bir kez, göreceksiniz ki böyle bir şey yapılabilir ve çok da iyi olur. En azından şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki öyle bir yarışma sonucunda ortaya çıkarılacak halkın politikacısı adayı bugün ortada aday olarak dolaşanlardan kesinlikle daha kötü olmayacaktır.

Ben, televizyoncuların bu işe el atmalarıyla birlikte siyaset alanında var olan güç dengelerini ellerinde tutan insanların hiç de hoş karşılamayacakları bir süreci, sonuçları önceden katiyen tahmin edilemeyecek büyük bir toplumsal olayı istemeden de olsa başlatacaklarına inanıyorum. Ve bu şovun aynısını Türkiye'de de görmek istiyorum.
Yazının Devamını Oku

Amerika'da rejim değişikliği oldu (2)

24 Eylül 2002
<B>DÜNKÜ </B>yazıda belirtmeye çalıştığım üzere ABD, yepyeni bir dünya düzenini tanımlamaya soyunmuş durumda. ABD'ye itirazı kabul etmeyen, ‘‘dost ülkelerle’’ ortak işbirliğini düşünmeyen, Amerika'nın askeri gücünün karşısında tartışmasız boyun eğilmesini isteyen bir Pax Americana tanımlanıyor, bunun unsurları uygulanıyor bir yıldır.

Meselenin sunuşu terörle savaşa bağlantılı olarak yapılıyor.

Yani 11 Eylül olayları Amerikan yönetimine istedikleri yeni düzeni kurma yolunda muazzam bir gerekçe oluşturma fırsatı tanımış durumda.

Ancak yeni durumun, oluşturulmasına çalışılan yeni dünya düzeninin sadece 11 Eylül olayıyla, terörle savaşla bağlantılı olduğunu, bundan kaynaklandığını sanırsanız tamamen yanılırsınız.

Çünkü birazdan göstereceğim gibi bugünkü yeni dünya düzeninin çerçevesi 10 yıldan bu yana hatta Körfez Savaşı öncesinden başlanarak atılmıştı.

Bunu söylerken tamamen Amerika'nın resmi belgelerine, özellikle de Defense Planning Guidence for the fiscal years 1994-1999, Defense Planning Guidence for the fiscal years 2002-2009 ve Defense Strategy for the 1990's adlı belgelere dayanıyoruz.

***

Berlin Duvarı'nın çöküşünden ve Sovyetler Birliği'nin çözülmesinden sonra Amerikan yönetimi içinde bir grup insan ABD'nin yeni dönemde dünya stratejisinin ne olması, ülkelerinin nasıl tavırlar alması gerektiği konusunda düşünmeye ve planlar üretmeye başladılar.

Bu çalışmaların patronu konumunda bugünkü başkan yardımcısı Dick Cheney vardı. Stratejinin yazılması işini de büyük ölçüde bugünkü Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz üstlenmişti.

11 önce başlayan bu çalışmalarda bugünkü güçlü konumlarda olan insanlar Başkan Bush'un 11 Eylül saldırısından ancak 8 ay sonra haziran ayında West Point Askeri Akademisi'nde ilk kez net olarak formüle edebildiği görüşleri ta o zamanlar ortaya atmışlardı.

Amerika'nın tartışmasız en büyük dünya gücü olması gerektiği, bunun için askeri gücünü korkusuzca kullanacağı, tehditlerin oluşmasını beklemeden potansiyel tehditlerin de vurulacağı, Irak'ın mutlaka vurulması gerektiği 11 yıl önce net olarak ortaya konulmuştu.

Başkan Bush'un bunca zamandır ortada var olan bir stratejik hazırlığı gecikmeli olarak net formüle edebilmesi ise Amerikan yönetimi içinde bu konuda büyük bir tartışmanın, hatta sertleşmenin yaşanmış olmasıyla bağlantılıdır.

Yanlış yapmayalım, Dışişleri Bakanı Colin Powell'dan kaynaklanan bir itiraz kesinlikle söz konusu değildir bu yeni stratejiye.

Çünkü 11 yıl önce tohumları atılan bugünkü stratejinin en büyük savunucusu Colin Powell'dı. Hatta güce dayalı dünya egemenliği stratejisinin ana fikrini atanlardan bir tanesi de oydu. Dolayısıyla bugünkü yönetim içinde uygulamanın nasıl yapılacağı konusunda fikir ayrılığı yoktur, olsa olsa nüanslarda anlaşmazlıklar yaşanıp, halledilmektedir.

Büyük kavga ise farklı bir yerde verilmiştir. 11 Eylül öncesinde Amerikan yönetiminde ‘‘eski düzeni’’ devam ettirmeyi savunan sivillerle askerler ile, ‘‘yeni düzenin’’ savunucuları ve Pentagon içinde yer alan, yeni savaş teknolojilerini geliştirip bu yeni teknolojilere uygun askeri strateji oluşturan askerler grubu arasında kavga vardı.

Gerçi Bush'un biraz da zorlamayla Başkan seçilmesinden sonra yeni düzen savunucuları-yeni teknoloji yandaşları ortaklığının yönetim içindeki gücü çok artmıştı.

Ancak onların eski düzenin aynen devam etmesini savunanlara karşı elini güçlendirecek bir bahaneye ihtiyaçları vardı.

Bunu da gayet tabii ki 11 Eylül'de Amerika'ya yapılan saldırı sağladı.

Son olayda birçok komplo teorisinin ortaya atılmış olması da bu nedenledir, çünkü o olayla birlikte Amerikan yönetimi içinde öylesine dev bir güç harekete geçti ki, öylesine bir anda planlı hareket etmeye başladılar ki bu konuda bazı kuşkuların doğmaması da gerçekten tuhaf olurdu.

***

Dick Cheney'in patronluğu altında bugün Amerikan yönetimine yeni bir dünya düzeni tanımlama stratejisini yazmış olan Paul Wolfowitz ve arkadaşları, 11 yıl önce yönetim içinde ‘‘Vulkanlar’’ ve daha resmi dilde de ‘‘B Takımı’’ olarak adlandırılırdı.

Baba Bush'un başkanlığı döneminde bu gruba her türlü resmi politikaya ve istihbarata aykırı gelebilecek fikirler öne sürme, argüman ortaya koyma yetkisi verilmişti.

Clinton'ın başkanlığı bu grubun gücü ellerine tam olarak almalarına ara verdi.

Clinton'ın başkanlığı döneminde bu grup yönetimle açık olarak mücadeleye başladı.

Hatta ‘‘yeni muhafazakárların’’ Clinton'ın tüm başkanlığı döneminde onunla olağanüstü mücadele etmiş olmaları, Monica olayını bu şekilde başına sarmalarının da bu grubun gayrı resmi desteğiyle olduğu söyleniyor.

Oğul Bush'un tuhaf bir seçim sayımı sonucuyla başkanlığı almasından sonra B Takımı, ‘‘A Takımı’’ halini aldı. Pentagon içinde yeni savaş teknolojisini ve savaş stratejisini geliştirmiş olan grup, şahin sivillerin gücü ele geçirmesiyle gerçek savaşa hazırlanmaya başladı.

Irak'ın bugün terörü desteklediği için vurulacağı söyleniyor, oysa B Takımı Irak'ın istila edilmesini 11 yıl önce de savunuyordu.

Amerikan yönetimi dünya düzenini tek başına değiştirmeye ciddi olarak karar vermiş gözüküyor.

Terörle mücadele bu konuda sadece yönetime başka ülkeler karşısında manevi güç sağlayan bir argüman, o kadar, yoksa yapılmak istenen asıl işle, asıl hedefle onun çok da bağlantısı yok. Ve de üstelik Amerikan yönetimi gerçekte ne yapmak istediğini de resmi belgelere aynen yazmış durumda, yani işin saklısı gizlisi bulunmuyor.

Bunları bilelim ki yakında bölgede olup biteceklere hazırlıksız yakalanmayalım. Amerikan yönetimi Türkiye'nin iç meselelerini dikkate alır, ‘‘Yönetim bizi dinler’’ türünden kendi kendimizi tatmin etmekten başka anlamı olmayan söylemlerle vakit geçirmeyelim ve tartışmasız askeri güce dayalı yeni dünya düzeninin kurulması sürecinde olup biteceklere hazırlanalım.
Yazının Devamını Oku

Amerika'da rejim değişikliği oldu (2)

24 Eylül 2002
DÜNKÜ yazıda belirtmeye çalıştığım üzere ABD, yepyeni bir dünya düzenini tanımlamaya soyunmuş durumda.ABD'ye itirazı kabul etmeyen, ‘‘dost ülkelerle’’ ortak işbirliğini düşünmeyen, Amerika'nın askeri gücünün karşısında tartışmasız boyun eğilmesini isteyen bir Pax Americana tanımlanıyor, bunun unsurları uygulanıyor bir yıldır.Meselenin sunuşu terörle savaşa bağlantılı olarak yapılıyor.Yani 11 Eylül olayları Amerikan yönetimine istedikleri yeni düzeni kurma yolunda muazzam bir gerekçe oluşturma fırsatı tanımış durumda.Ancak yeni durumun, oluşturulmasına çalışılan yeni dünya düzeninin sadece 11 Eylül olayıyla, terörle savaşla bağlantılı olduğunu, bundan kaynaklandığını sanırsanız tamamen yanılırsınız.Çünkü birazdan göstereceğim gibi bugünkü yeni dünya düzeninin çerçevesi 10 yıldan bu yana hatta Körfez Savaşı öncesinden başlanarak atılmıştı.Bunu söylerken tamamen Amerika'nın resmi belgelerine, özellikle de Defense Planning Guidence for the fiscal years 1994-1999, Defense Planning Guidence for the fiscal years 2002-2009 ve Defense Strategy for the 1990's adlı belgelere dayanıyoruz.***Berlin Duvarı'nın çöküşünden ve Sovyetler Birliği'nin çözülmesinden sonra Amerikan yönetimi içinde bir grup insan ABD'nin yeni dönemde dünya stratejisinin ne olması, ülkelerinin nasıl tavırlar alması gerektiği konusunda düşünmeye ve planlar üretmeye başladılar.Bu çalışmaların patronu konumunda bugünkü başkan yardımcısı Dick Cheney vardı. Stratejinin yazılması işini de büyük ölçüde bugünkü Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz üstlenmişti.11 önce başlayan bu çalışmalarda bugünkü güçlü konumlarda olan insanlar Başkan Bush'un 11 Eylül saldırısından ancak 8 ay sonra haziran ayında West Point Askeri Akademisi'nde ilk kez net olarak formüle edebildiği görüşleri ta o zamanlar ortaya atmışlardı.Amerika'nın tartışmasız en büyük dünya gücü olması gerektiği, bunun için askeri gücünü korkusuzca kullanacağı, tehditlerin oluşmasını beklemeden potansiyel tehditlerin de vurulacağı, Irak'ın mutlaka vurulması gerektiği 11 yıl önce net olarak ortaya konulmuştu.Başkan Bush'un bunca zamandır ortada var olan bir stratejik hazırlığı gecikmeli olarak net formüle edebilmesi ise Amerikan yönetimi içinde bu konuda büyük bir tartışmanın, hatta sertleşmenin yaşanmış olmasıyla bağlantılıdır.Yanlış yapmayalım, Dışişleri Bakanı Colin Powell'dan kaynaklanan bir itiraz kesinlikle söz konusu değildir bu yeni stratejiye.Çünkü 11 yıl önce tohumları atılan bugünkü stratejinin en büyük savunucusu Colin Powell'dı. Hatta güce dayalı dünya egemenliği stratejisinin ana fikrini atanlardan bir tanesi de oydu. Dolayısıyla bugünkü yönetim içinde uygulamanın nasıl yapılacağı konusunda fikir ayrılığı yoktur, olsa olsa nüanslarda anlaşmazlıklar yaşanıp, halledilmektedir.Büyük kavga ise farklı bir yerde verilmiştir. 11 Eylül öncesinde Amerikan yönetiminde ‘‘eski düzeni’’ devam ettirmeyi savunan sivillerle askerler ile, ‘‘yeni düzenin’’ savunucuları ve Pentagon içinde yer alan, yeni savaş teknolojilerini geliştirip bu yeni teknolojilere uygun askeri strateji oluşturan askerler grubu arasında kavga vardı.Gerçi Bush'un biraz da zorlamayla Başkan seçilmesinden sonra yeni düzen savunucuları-yeni teknoloji yandaşları ortaklığının yönetim içindeki gücü çok artmıştı.Ancak onların eski düzenin aynen devam etmesini savunanlara karşı elini güçlendirecek bir bahaneye ihtiyaçları vardı.Bunu da gayet tabii ki 11 Eylül'de Amerika'ya yapılan saldırı sağladı.Son olayda birçok komplo teorisinin ortaya atılmış olması da bu nedenledir, çünkü o olayla birlikte Amerikan yönetimi içinde öylesine dev bir güç harekete geçti ki, öylesine bir anda planlı hareket etmeye başladılar ki bu konuda bazı kuşkuların doğmaması da gerçekten tuhaf olurdu.***Dick Cheney'in patronluğu altında bugün Amerikan yönetimine yeni bir dünya düzeni tanımlama stratejisini yazmış olan Paul Wolfowitz ve arkadaşları, 11 yıl önce yönetim içinde ‘‘Vulkanlar’’ ve daha resmi dilde de ‘‘B Takımı’’ olarak adlandırılırdı.Baba Bush'un başkanlığı döneminde bu gruba her türlü resmi politikaya ve istihbarata aykırı gelebilecek fikirler öne sürme, argüman ortaya koyma yetkisi verilmişti.Clinton'ın başkanlığı bu grubun gücü ellerine tam olarak almalarına ara verdi.Clinton'ın başkanlığı döneminde bu grup yönetimle açık olarak mücadeleye başladı.Hatta ‘‘yeni muhafazakárların’’ Clinton'ın tüm başkanlığı döneminde onunla olağanüstü mücadele etmiş olmaları, Monica olayını bu şekilde başına sarmalarının da bu grubun gayrı resmi desteğiyle olduğu söyleniyor.Oğul Bush'un tuhaf bir seçim sayımı sonucuyla başkanlığı almasından sonra B Takımı, ‘‘A Takımı’’ halini aldı. Pentagon içinde yeni savaş teknolojisini ve savaş stratejisini geliştirmiş olan grup, şahin sivillerin gücü ele geçirmesiyle gerçek savaşa hazırlanmaya başladı.Irak'ın bugün terörü desteklediği için vurulacağı söyleniyor, oysa B Takımı Irak'ın istila edilmesini 11 yıl önce de savunuyordu.Amerikan yönetimi dünya düzenini tek başına değiştirmeye ciddi olarak karar vermiş gözüküyor.Terörle mücadele bu konuda sadece yönetime başka ülkeler karşısında manevi güç sağlayan bir argüman, o kadar, yoksa yapılmak istenen asıl işle, asıl hedefle onun çok da bağlantısı yok. Ve de üstelik Amerikan yönetimi gerçekte ne yapmak istediğini de resmi belgelere aynen yazmış durumda, yani işin saklısı gizlisi bulunmuyor.Bunları bilelim ki yakında bölgede olup biteceklere hazırlıksız yakalanmayalım. Amerikan yönetimi Türkiye'nin iç meselelerini dikkate alır, ‘‘Yönetim bizi dinler’’ türünden kendi kendimizi tatmin etmekten başka anlamı olmayan söylemlerle vakit geçirmeyelim ve tartışmasız askeri güce dayalı yeni dünya düzeninin kurulması sürecinde olup biteceklere hazırlanalım.
Yazının Devamını Oku

Amerika'da rejim değişikliği oldu

23 Eylül 2002
<B>SEVGİLİ </B>okurlar.<br><br>Bizler tamamen iç sorunlarımıza konsantre olmuşken, dünyada çok önemli ve hepimizin geleceğini etkileyecek yeni bir gelişme yaşanıyor. Amerika Birleşik Devletleri tüm uluslararası ilişkileri ve var olan dünya düzenini baştan aşağıya yeniden ve radikal bir biçimde düzenlemek üzere harekete geçmiş durumda.

Önlerine koydukları hedeflere ulaşmak için düğmelere bastılar, yollarında engel tanımayacaklarını da açıkladılar ve bu hedef doğrultusunda birkaç savaşa üst üste girmeye de hazırlar.

Bugüne kadar uluslararası ilişkileri düzenleyen önemli kavramlar da bir yana bırakılıyor son zamanlarda.

Amerika tek başına yeni kavramlar ortaya atıyor, bu kavramlarla adımlarını düzenleyeceğini söylüyor ve dahası bu kavramlar üzerinde başka ülkelerle fazla tartışmaya girmeye de niyetli gözükmüyor.

Vahim bir gelişme bu ve Türkiye'de insanların yaşamını direkt ilgilendirecek sonuçları olabilecek bu değişimin, çünkü ABD'nin özel ilgisi bizim ‘‘komşularımıza’’ yönelik.

İşin ne kadar vahim olduğunu anlatmak için ABD tarafından uluslararası ilişkilerine yön vermesi için son olarak tanımlanan ‘‘preemptive strike’’ (önleyici saldırı) kavramını hatırlatmak yetecektir sanırım.

Yeni doktrin çerçevesinde ABD bundan böyle kendisine ilerde problem yaratabileceğini düşündüğü ülkeleri onlardan daha henüz hiçbir hareket gelmeden bile saldırıp vurabilecek. Bu öylesine radikal ve değişik bir kavram ki eski düzenin savunucuları olan Henry Kissinger, Brezinski gibi devlet adamları bile olayın radikalliği karşısında paniklemiş durumdalar.

Dolayısıyla bizlerin de olan biteni iyice kavramamız, olayın biraz tarihini anlamamız ve meseleyi sadece ‘‘terörle savaş’’ biçiminde algılayıp da ABD'de olan biteni bir Hollywood filmini izler gibi takip etmekten çıkmamız gerekiyor.

Bu nedenle ben bugünden itibaren birkaç yazıyla sizlere öğrenebildiğim kadarıyla bilgileri aktarmaya çalışacağım. Gazetede birkaç güne yayılan yazıların çok popüler olmadığını, kolay takip edilemediğini biliyorum ama ne yapayım ki böylesine çok boyutlu bir olayda yapabileceğim başka bir şey de yok.

***

11 Eylül saldırısıyla birlikte Amerikan yönetiminde bir rejim değişikliği yaşandı.

Olaylara spekülatif bakanlar bu rejim değişikliğinin temelinde bir darbenin de bulunduğunu, Pentagon içinde çalışmakta olan bir grup ‘‘yeni savaş teorisyenleri’’ ile sivil yönetimin şahinlerinin ortak hareket ederek, eski düzenin savunucularının elinden yönetim iplerini hızla devraldıklarını söylüyorlar.

Açıkça söylemek gerekirse bu tür düşünenlerin tezlerine kanıt olarak öne sürebilecekleri çok sayıda kanıt ve olay da var. Ancak ben olayın bu boyutunu göz önüne almak istemiyorum çünkü bu tür düşünce, çok da meşru bir gazetecilik çalışması olmakla birlikte, anında komplo teorisi olarak damgalanıp gözden düşürülmeye başlanıyor.

Onun yerine ben Amerika'nın belli başlı düşünce adamlarının, gazete yazarlarının ve savunma teorisyenlerinin ortak olarak savundukları ve yazılı olarak anlattıkları olaylarla sınırlamak istiyorum kendimi.

Sadece onların anlattıklarını size aktaracağım, dolayısıyla da anlatacağım olaylar üzerinde kabul görmüş, üzerinde tartışma ve spekülasyon olmayan konulardır.

***

Belki bir iç darbe yaşanmadı 11 Eylül sonrasında ABD'de ama yönetim de savaş yanlısı olanların eline geçti kısa süre içinde.

Başkan Bush yeni düzeni tam olarak kavrayamadı başlarda, o nedenle de mesajları bölük pörçük oldu durmadan.

Amerika'nın tavrının ne olduğunu anlatmak için yaptığı konuşmalarda bir türlü iç tutarlılığı tam olan mesajlar veremedi.

Bunu olabilmesi için aradan sekiz ay kadar geçmesi gerekti. Olaylar üzerinden bu kadar zaman geçtikten sonra Başkan Bush konuşmalarında bir anda o zamana kadar Amerikan başkanlarından pek duyulmayan laflar etmeye başladı.

Amerika'nın dünyada ‘‘gerekirse’’ tek başına hareket etmeye kararlı olduğunu, kendi askerine ve gücüne güvendiğini, ‘‘savaşma’’ kararlısı olduğunu, Amerikan gücünü dünyada daha da kararlı bir şekilde yerleştireceğini, hiçbir ülkenin Amerikan gücüne karşı çıkmayı düşünmemesi bile gerektiğini, bunu düşünenler olursa ilerde olabilecek potansiyel tehlikeleri de göz önüne alarak Amerika'nın o ülkeye ‘‘önleyici saldırı’’ yapma hakkını elinde tuttuğunu, Amerika'nın bu yeni koyduğu hedefler doğrultusunda adım atmasına engel olucu uluslararası antlaşmalar varsa bunların da tek taraflı olarak askıya alınabileceğini anlattı.

Amerika'nın tek başına yeni bir dünya rejimini oluşturmaya soyunduğunu açıkça söyledi

***

Türkiye'de üzerinde henüz fazla tartışılmayan bu yeni dünya rejimi başka ülkelerde panik yaratmış durumda. Bunu en net olarak Almanya ortaya koydu, ancak Çin ve Rusya'da da çok ciddi tepkiler oluşuyor ABD'ye karşı.

Potansiyel bir dünya sertleşmesine gitmek üzereyiz anlayacağınız.

Tabii bu durum, yani ABD'nin yeni bir rejim tanımlayıcı tavrı bir anda ortaya çıkmadı.

En azından 10 yıldır bu döneme hazırlığın yapıldığını, yeni dönemin stratejisinin oluşturulduğu, yeni stratejinin uygulayıcılarının birbirleriyle koordineli bir şekilde gücü kendi ellerine alacakları güne hazırlanmış olduklarını son yayınlanan devletin resmi belgelerinden anlıyoruz.

Yarın sizlere Amerika'da yaşanmış olan rejim değişikliğinin kısa tarihini anlatıp, bu yeni sistemin uygulayıcılarının kimler olduğunu ve nerelerden bu güne geldiklerini anlatmaya çalışacağım.
Yazının Devamını Oku

Sıradan insanların terörü

22 Eylül 2002
Sömürgecilik ile emperyalizm arasındaki en önemli farklardan bir tanesi de sömürgecilikte hakim tarafın yönetimini sadece güce dayalı olarak sürdürmesinin imkansız olmasıdır. İngiliz imparatorluğunun dünya çapında kurduğu sistemin temelinde gayet tabii ki güç kullanımı vardı ama aynı zamanda İngilizler yönetimleri altına aldıkları ülkelerde kültürel bir hegemonya da kurmaya çalıştılar.

Bugün eski kolonilerde eski İngiliz yönetimine tepki gayet tabii ki büyüktür.

Ancak aynı zamanda sömürge yönetimine yönelik belirgin bir saygı da hala vardır eski kolonilerde.

Çünkü sömürge yönetimi fiziksel olarak yönetmek için geldiği ülkelere kendi yaşam biçimini, kültürünü, sağlık sistemini de taşımış, bu sistemlerden yararlanması için sömürge ülke vatandaşlarından sayıları az da olsa insanları seçerek kendisine bağlamış, işi kabaca özetlemek gerekirse bir yandan sömürürken bir yandan da o toplumlarda daha önce var olmayan ve ilerlemeyi temsil eden bazı araçları da o topluma öğretmiştir.

*

Emperyalizmde ise işin rengi tamamen değişmiştir. Emperyalizmin merkezinde alınan kararlar, bu kararlar tarafından olumsuz etkilenen çevre ülkelere fiziksel olarak uzakta alınır. Yani sömürge yönetiminde var olan gündelik yaşam içinde sömürülenlerle bir arada var olma fenomeni emperyalizmde yoktur.

Emperyalist kararlarını çok daha soğukkanlılıkla alır. Sömürgecinin hakim olduğu ülkede savaşa girmesinin sonucunda bile son derece komplike gelişmeler yaşanır çünkü sömürgeci var olduğu toplumla karmaşık ve iç içe geçmiş olan ilişkiler kurmuştur.

Sonuçta savaşa girse bile savaştığı insanlar hakkında güzel şeyler düşünebilir sömürgeci (İngiliz edebiyatı bunun örnekleri ile doludur).

Emperyalist için ise sömürdüğü ülke insanları sadece bir muhasebe kaydıdır o kadar ve bu nedenle de emperyalizm kendi romantik edebiyatını birkaç istisna dışında katiyen yaratamamıştır.

*

Amerikan emperyalizmi, emperyalizmde zaten var olan bütün olumsuzlukları uç noktasına götürmek üzere son bir yıldır kendisini yeniden örgütlemeye başladı.

Amerika'nın dünya ölçeğinde kültürel bir hegemonyası da vardır ancak bu Hollywood aracılığıyla kurulan bir kültür emperyalizmi olduğundan bunun fazla temeli yoktur.

Her an çökmeye hazır bir kültürel hegemonyadır bu. Çünkü sabun köpüğü benzeri bir 'kültür'dür aktarılmaya çalışılan şey.

Bu nedenle Amerikan emperyalizminin temelinde 'güç' kullanımı yatar. Bu her zaman böyleydi ancak 11 Eylül olayıyla birlikte 'güç' kullanımının algılanmasında da radikal bir değişim oldu. 11 Eylül'e kadar Amerika güç kullanımını son derece dikkatli planlanmış bir meşruiyet temeline oturtmaya çalışırdı.

Vietnam savaşının bile kendine özgü bir mantığı, bir rasyonalitesi vardı.

11 Eylül olayı ile birlikte Amerikan emperyalizminde niteliksel bir değişim oldu.

Amerika bu olayla birlikte artık güç kullanımına giderken bunun için herhangi bir rasyonel oluşturma gereği de duymamaya başlayacağının sinyallerini veriyor son zamanlarda.

Körfez savaşında ABD'nin müdahalesinin bir mantığı vardı, büyük bir koalisyon oluşturuldu, Amerika başkanı yönetimiyle birlikte ülke ülke dolaşıp insanları ikna etmeye çalıştı ve bunlar tamamlandıktan sonra Irak vuruldu.

Şimdi ise Amerikan yönetimi tüm dünyayı karşısına alarak ve dahası kendi ülkesi içinde var olan muhalefeti de hiç dikkate almayarak savaşmaya hazırlanıyor Irak'ta.

*

Yönetimin bu saldırgan tavrı ve gündelik propagandası sıradan insanların kafasını çok karıştırmış durumda.

Amerikan toplumunun büyük çoğunluğuna hakim olan cehalet son yıllarda daha da derinleşmiştir.

Ve yönetimin savaş çığlıklarının bu cahil çoğunluğa etkisi gayet tabii ki gözü kara bir saldırganlığı ve küçük insan faşizmini hortlatmak oldu

Amerika insanı kendisinden farklı olarak giyinen Orta Doğu kökenli görünümlü her insanı her an 'terörist' olarak ihbar etmeye hazır halde şu anda. (Bazen Hintlileri de karıştırıp, İslam teröristi diye sokakta dövmeye filan kalkışıyorlar.)

Florida'da bir kadıncağız terörist diye dört öğrenciyi ihbar etti, bütün gün eyalette olağanüstü durum ilan edildi.

New York eyaletinde ise 'ihbar hattı' kuruldu, gelen her telefon değerlendirilecekmiş.

Bu tür olayların büyük ülkelerde yaşanması tarihte hep büyük olan gücün sonunda zayıflamasına varan süreci başlatmıştır.

Amerika şu anda kendi propagandasına inanıp sadece askeri güçle hegemonyasını sürdürebileceğini düşünüyorsa büyük bir hayal kırıklığına bence hazır olmalı.

Çünkü Amerika'yı Amerika yapan değerler ayaklar altına alındı ve bu da Amerika açısından son derece tehlikeli bir gelişmedir.



Yazının Devamını Oku

Hukuka aykırı mı, değil mi

20 Eylül 2002
<B>HUKUK,</B> sadece birtakım kanun maddelerinden oluşan bir uygulama mekanizması değildir. Hukuk nosyonu da sadece kanun maddeleri ezberlenerek edinilemez.

Bunun için hukuk eğitimi verilen okullarda hukuk felsefesi, sosyolojisi ve ekonomi biliminin de öğretilmesi, hem de iyi öğretilmesi çok önemlidir.

Felsefesi olmayan, sosyolojiden anlamayan bir insanın iyi hukukçu olması da imkánsızdır.

Çünkü iyi bir hukukçu olmanın vazgeçilmez önkoşulu insanda ‘‘adalet’’ kavramının son derece sağlam temellere dayanması, sağlam bir şekilde oluşmasıdır.

Adalet ve hukuk birbirlerinden farklı kavramlardır, hukuk adaletin olabilmesinin yolunu açar genelde ama bazen de bu yolu kapar.

Adalet kavramı ile hukuk sistemi çelişmeye başladığında, sistemde bu gerginlik yaşanmaya başlandığında gayet tabii ki gidilecek sadece iki yol vardır.

Ya hukuk sistemi adalet nosyonuna uygun bir şekilde yeniden düzenlenir, ya da adalet anlayışı hukuk sistemine uydurulur.

Káğıt üzerinde bu iki farklı yol arasında sadece nüans olduğu gibi bir izlenim doğsa da aslında bu iki farklı yol toplumların gideceği iki farklı sisteme de işaret eder.

Hukuk sisteminin değişen adalet nosyonuna uydurulması demokrasilere özgü bir gelişmedir.

Adalet anlayışını hukuk sistemine uydurmayı tercih eden toplumlar da otoriterdirler, çünkü bu tercih kaçınılmaz bir biçimde zorlamaları ve baskıyı da içermek zorundadır.

***

Genelde hukuk fakültelerinin birinci sınıfında anlatılması gereken bu tür kavramlarla dolu bir yazı yazmak zorunda kaldığım için okurlardan özür diliyorum.

Ancak ne yazık ki Türkiye'de olup bitenler oluşmuş beyinlere değil de daha henüz oluşmaya çalışan beyinlere hitap edecek şekilde yazı yazılmasını gerektiriyor zaman zaman.

Adalet kavramı tarih sürecinde değişir, hukuk sistemleri de değişir ama hukuk sistemindeki değişikliğe yol açan gelişme adalet kavramının toplumda değişmiş olmasıdır.

Bir anlamda adil olanın ne olduğu konusunda toplumda oluşan kanı, anlayış hukuk sistemini zorlar.

Bu zorlama sonucunda hukuk sisteminde değişim yapmamakta ısrar edildiğinde toplumlarda zaman içinde büyük bir meşruiyet boşluğu oluşmaya başlar.

Bu tür toplumlarda bazı kararların ‘‘hukuka uygun’’ olması bir süre sonra insanların gözünde hiçbir şey ifade etmemeye başlar çünkü ‘‘hukuka uygun’’ olan aynı anda adil de değilse toplum vicdanı o kararı kabul etmez...

Siz isterseniz sonuna kadar ‘‘Hukuka uygundur’’ diye tepinin ve isterseniz hukuka uygundur diye insanlara cezalar verin, onları hapse kapatın hiçbir şey fark etmez, toplum vicdanında suç oluşmamışsa sorgulanan hep ‘‘hukuk sistemi’’ olacaktır sonunda.

Bu da çok tehlikeli bir şeydir çünkü sonuç itibarıyla bir toplumu bunca çelişkisiyle, potansiyel çatışma ve kavgalarıyla bir arada tutan şey, sağlam bir hukuk sisteminin varlığıdır.

Adalet nosyonuna aykırılığı nedeniyle hukuk sistemi de darbe yerse uzun dönemde, sonuçta toplum bütünlüğü de tehlikeye atılır.

***

Recep Tayyip Erdoğan hakkında verilen bir dizi karar hukuka aykırı mı değil mi tartışması yaşanıyor birkaç gündür.

Yanlış bir tartışma bence çünkü asıl sorulması gereken şey bu kararların adalet nosyonuna aykırı olup olmadığıdır.

Hukuk sistemimiz bilinçli olarak öylesine karmaşık hale getirildi ki bir karar karşısında isteyen istediği yorumu yapabiliyor ve işin kötüsü her taraf da haklı olabiliyor.

Demek istediğim şu ki Recep Tayyip Erdoğan'ın siyaset dışı bırakılması için çalışanların aldığı kararlar büyük ihtimalle bazı kanunlara uygun da olabilir.

Ancak ideolojik çılgınlık yaşamakta ısrarlı olanlar dışında aklı başında hiçbir insanın ben bugün Erdoğan'ın bu aşamada siyasetten yasaklanmasına olumlu bakabileceğine, bunu vicdanında adil bir karar olarak kabul edebileceğine inanamam.

Memleketi yasaklarla yönetmeye kararlı olanların aldığı bazı hukuki kararlar hem hukuk sistemine inancı her geçen gün daha da azaltıyor, hem adil bir sistem olmadığı yolundaki inanç topluma yayılıyor, hem de bu nedenle de toplumda büyük bir meşruiyet boşluğu yaratıyor.

Dünya konjonktürü yaratılan bu boşluğun Türkiye'de geçmişte olduğu gibi zorlamalarla, güç kullanılarak doldurulmasını artık imkánsız kılmış durumdadır.

Meşruiyet boşluğu olan toplumlarda hep krizler olur ve o tür toplumların kendilerini toplayabilmesinin tek koşulu da toplumda adalet anlayışının yeniden yaygınlaştırılmasında yatar.

Ve bazen bazı kararlar hukuka uygun olsa bile onların uygulanmaması hukuk nosyonuna felsefesine uygun olur,.

Türkiye'de var olan meşruiyet boşluğunu doldurmak için elimizde bir fırsat vardı, ancak ne yazık ki bu Erdoğan'a yeni yasaklar getirilerek elden kaçırılıyor.

Akil insanlar hálá daha varsa bu ülkede onlara sesleniyorum, bu yanlış karardan dönünüz, ‘‘adalet duygusunun’’ zedelenmesine yol açarak Türkiye'de çok daha tehlikeli gelişmelere yol açabilecek adımları lütfen atmayınız.

***

Bitirirken okurlardan yine özür dilemek istiyorum.

Türkiye'de birçok kavram bence yeterinde tartışmaya açılmıyor.

Örneğin milliyetçilik, vatan sevgisi, hukuk, adalet, meşruiyet bu kavramların önemli olanları.

Tartışma olmadığı için de vatan sevgisi ‘‘Şunu asalım bunu keselim’’e hukuk nosyonu bilmem kaç numaralı kanunun bilmem ne bendine uygunluğa, milliyetçilik ‘‘En büyük Türkiye başka büyük yok’’ sloganına, adalet nosyonu ise bilek gücüyle sağlanan üstünlüğe indirgenebiliyor.

Tayyip Erdoğan hakkında alınmak istenen karar bırakınız adalet nosyonunun aykırılığını, düşünme yeteneği olan her insanı isyan ettirecek türde bir karardır.

Ve şunu burada yazdığımı unutmayın ki eğer uygulamadan vazgeçilmezse sadece bu karar nedeniyle o partiye oy verecek sayısında büyük artışa neden olunacaktır.

Çünkü Türkiye'de insanlar sistem kimi eziyorsa ona oy verecek ruh hali içindedirler.

Bu gerçeği Tayyip Erdoğan görüyor ama maalesef ona karşı olanların gözü kararmış durumda.
Yazının Devamını Oku