7 Ekim 2002
<B>GEÇTİĞİMİZ </B>cuma akşamı Kanal D'de muhteşem bir haber izledim. Ege Bölgesi'nde bir şehirde <B>‘‘deprem tatbikatı’’</B> yapılmış, Doğan Haber Ajansı muhabiri de bunu görüntüleyerek haberini yapmış. Şehrin ismini vermiyorum çünkü biraz sonra söyleyeceklerimin o şehirle bir alakası yok, bir zihniyetle ilgili tavrım ve ayrıca sevdiğim bir yere de haksızlık yapmak istemiyorum.
Neyse, diyeceğim o ki bu son derece fantastik haber bizim insanımızda ‘‘yanlış’’ olan şeylerin tümünü bir anda gözler önüne serecek içerikteydi.
* * *
Olası bir depremde kimin nasıl davranacağının provasının yapılması gayet tabii ki akıllı bir hareket. Deprem tehdidi altında yaşayan tüm ülkelerde bu tür alıştırmalar yapılıyor sık sık ki asıl gün geldiğinde yaşanacak panikler en aza indirilsin, karışıklıklar azaltılsın, düzen kurulsun ve her insan o anda ne yapacağını bilsin. Bizim şehrimizdeki deprem tatbikatında da ortaya bir enkaz koymuşlar, içine de yaralı rolü yapan insanlar yerleştirmişler, polis, ambulans, doktorlar ve itfaiye orada.
Ancak provanın en gerçekçi davranan aktörleri onlar değil, enkazın etrafına toplanan vatandaşlar. Bu provada ‘‘maksimum gerçeklik’’ hedeflenmiş, bu yüzden de her acılı olayda ortaya çıkabilecek ayılanlar-bayılanlar, dövünenler, ağlayanlar, bağıranlar, kavga çıkaranlar da etrafa konulmuş. Ağlıyorlar, kızıyorlar, haykırıyorlar ve yetkililerle tartışıyorlar. Kavgalar çıkarıyorlar, yetkililere sinirleniyorlar. Orada televizyon ekranı olmasaydı yetkililere birkaç tane de çakacakları kesindi, ama kendilerini tuttular bence. Ve onlar öylesine başarılı ki bu provada bir anda tüm olay onları nasıl sakinleştiririz, kontrol altında tutarız meselesine yoğunlaşıverdi.
Tüm güçle enkaz altındakiyle uğraşılması gerekirken, gücün önemli bir bölümü ‘‘kalabalık kontrolüne’’ aktarıldı. İşin ilginç tarafı ‘‘yetkililer’’ de enkaz altından adam kurtarıyor gibi yaparlarken değil de kalabalığa düzen verirken daha profesyonelce, daha gerçekçi davranmaya başladılar. Gayet tabii ki insanlar profesyonel aktör olmadıkları halde, alışık oldukları şeyi yaparken çok daha iyi rol ortaya koyuyorlar.
Ve bir anda ortalık deprem provasından çıkıp Türkiye tarihinin bir mikro kozmosuna dönüşüveriyor. Bir nedenden dolayı otoriteye kızanlarla, onları ne olursa olsun düzene sokmaya çalışan otorite arasındaki süre giden çatışmanın hiç gereği olmayan bir provası daha yapılmaya başlıyor enkaz altından adam kurtarma provası yerine.
Meseleyi benim açımdan ilginç yapan bir nokta da tatbikata ‘‘ağlamacı’’ olarak konulanların nasıl olup da o anda da bu kadar gerçekçi ağlayıp dövünmeyi başardıklarıydı. İnsan onlara bakarken ‘‘Acaba ağlamaya bu derece ihtiyaçları mı vardı da bir fırsatını bulur bulmaz kendilerini koyuverdiler’’ diye düşünmeden edemiyordu.
* * *
Geçenlerde Taksim'de bir gece kulübünün önünde adam yaralama olayı oldu. Ambulans olay yerine yarım saatte geldi. Adam hafif yaralansaydı hastaneye yetişmesi için sadece karşıya geçmesi yetecekti çünkü hastane oradaydı zaten, ama yürüyemediği için yarım saat beklemek zorunda kaldı. Boğaz'da kaza oldu geçen gün, araba içinde sıkışan yaralılar var, ‘‘yetkililer’’ olaya müdahale ettiler, bu arada bir tanesi bağırdı etraftakilere ‘‘Haydi gençler el verin de kurtaralım şunları’’ diye. Gençler de el verdiler gayet tabii ki. Haberde arabanın üstünde bir yerlerdeki sıkışmanın açılması için tepinen de vardı, demirle araba kapısına vuran da.
Sonra tabii yaralılar dışarı bir şekilde çıkarıldı ve yine karga tulumba taşındı. Bu memlekette acaba kazadan sonra yanlış taşındığı için yılda ne kadar kişi ölüyor veya sakat kalıyor, bunun bir araştırması var mıdır ki? Bizim gerçeğimiz bu, buna alışığız ve ister bireysel yaşamımızda ister toplu halde bir trajediyle karşı karşıya kaldığımızda gerekli müdahalenin yapılmayacağını, bunun yapılmasının nedense mümkün olmadığını artık hepimiz bir şekilde kabul etmiş durumdayız.
Hayatımızın bu değişmesi mümkün olmayan acı gerçeğini unutmak için bulduğumuz çözüm ise ‘‘tatbikatlarda’’ muazzam başarılara ulaşmaktı bir aralar. Yangın, kaza tatbikatlarında dünya ölçeğinde yarışma yapılsa Türkiye'den gidecek tim mutlaka şampiyon olurdu, o kadar iyiyiz yani bu işte. Gerçek hayatta başaramadığımız her işi tatbikatta , provalarda muhteşem bir şekilde başarıyorduk biz.
Ancak son zamanlarda tatbikatlar bile bir tuhaf olmaya başladı. Geçenlerde yine haberlerde gördüm , ortaokulda yangın tatbikatı vardı. Yine ‘‘maksimum' gerçekçi olsun’’ diye olsa gerek fazla duman salmışlar ortaya, çocukların hepsi az kalsın o dumandan zehirleniyorlardı, ucuz kurtuldular. Yine o tatbikatta yukarda bekleyen çocuğu kurtarmak için merdiven uzattılar, itfaiyeciler merdivenden yukarı çıktıklarında orada çocuğun olmadığını gördüler. Tatbikatta uzun süre kayıp çocuk arandı, en sonunda onun korkup eve kaçtığı anlaşıldı. Anlayacağınız gerçek yaşamımızdan sonra tatbikatlarda bile kontrolü kaybetmek üzereyiz artık.
Son deprem tatbikatı en azından bu açıdan gönül rahatlatıcıydı çünkü onu düzenleyenler tatbikat üzerinde tam kontrole sahiptiler ve bu yüzden de gerçek yaşamda olan tüm yanlışları aynen ve tek bir yanlışımızı sektirmeden provaya taşımayı başardılar.
En azından onların gerçek yaşamda olmayanı tatbikatta varmış gibi göstererek yalan söylemek gibi bir derdi yoktu ve bu yüzden de onlara bir teşekkür borçluyuz.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2002
<B>AMERİKAN </B>televizyonunda geç saatlerde yayınlanan bir komedi programı vardı.<br> Yanılmıyorsam adı ‘‘MAD TV’’ydi.
Şimdilerde sık sık o programlardan bir tanesinde vaktiyle izlemiş olduğum bir komedi skecini hatırlıyorum nedense.
Skecin adı ‘‘Baby Attack’’di. O aralar gazete manşetlerinde köpekbalıklarının insanlara saldırılarıyla ilgili haberler ‘‘Shark Attack’’ (Köpekbalığı Saldırısı) başlığı altında yayınlanıyordu, skeci yazanlar da ‘‘Bebek Saldırısı’’ başlığını oradan esinlenmişlerdi.
Skecin başında bir adam ile bir bebek evlerinin mutfağında görülürler.
Bebek mama iskemlesinde oturmakta ve babasına, etrafına sürekli gülücükler dağıtmaktadır.
Sonra telefon çalar ve adam açıp konuşmaya girişince fonda ünlü ‘‘Jaws’’ müziğinin akılda kolay kalan müziği duyulur.
Hani filmde köpekbalığı yeni kurbanına yaklaşırken ‘‘da da da dam dadada dadadadada dammmm’’ diye tempo veren had safhada stres yaratıcı müzik başlar bir anda mutfağın içinde.
Ve evet, sandalyesinde oturmakta olan bebek emekleyerek babasına doğru yaklaşmaktadır suratında olağanüstü korkunç bir ifadeyle.
Ona arkası dönük olarak telefonda konuşmakta olan adam, bir anda açıklayamadığı bir rahatsızlık duyar ve birden arkasına döner.
Döner dönmez de hem fondaki stres yaratıcı müzik anında kesilir hem de bebeğin suratındaki ifade hızla değişir.
O surat yine acayip sevecen bir hal alır, babasına gülücükler göndermeye başlar.
Baba rahatsızlığının nedenini anlayamadığından yine arkasına döner ve konuşmaya başlar.
Yine o müzik başlar, bebek korkunç suratıyla babaya doğru yaklaşmasını sürdürür ve baba yine bir şeyler bulabilir miyim amacıyla geri döndüğünde bebeğini tüm sevecenliğiyle kendisine gülücükler atarken görür.
Gerçi her geri döndüğünde bebeği biraz daha kendisine yaklaşmış görmektedir ama bunu çok da önemli bir şey olarak yorumlamaz kafasında.
Mutfaktaki bu ilerleme birkaç kez daha aynı sahnenin tekrarlanmasıyla devam eder.
Son sahnede artık adam bebeğine son kez arkasını dönmüştür, bunu anlıyoruz; çünkü fondaki müzik acayip hızlanır ve skeç bebeğin aniden babasının boynuna saldırıp onu öldürünceye kadar ısırmasıyla sona erer.
*
Bir başka şeyi daha hatırlıyorum son zamanlarda.
Aslında kafama yazılmış bir karikatürdü bu ve bu köşede eskiden bunun hakkında yazmıştım diye hatırlıyorum.
Nerede gördüm bu karikatürü tam hatırlamıyorum ama ‘‘MAD’’ dergisinde olabilir.
Tek bir büyük kareden oluşuyor karikatür.
Evin bahçesinin içinde postacı korkudan titreyen vücuduyla, dehşetten açılmış gözlerle etrafa bakmakta, kapıya kadar gidip postayı başına bir iş gelmeden nasıl evin önüne koyabileceğini düşünmektedir.
Evin kapısının önünde koskocaman bir levhada ‘‘BEWARE OF DOUG’’ yazmaktadır.
Bu ‘‘Beware of Dog’’, ‘‘Köpekten Sakının’’ uyarısı üzerine yapılmış bir kelime oyunudur. Doug oğlan çocuğunun adıdır.
‘‘Doug'dan Sakının’’ levhasının hemen arkasında ise Doug adlı çocuk korkunç bir gülümsemeyle, dişlerini çıkarmış bir halde postacıya bakmakta, saldırı hamlesini yapmaya hazırlanmaktadır.
*
Nedense bu tür şeyleri hatırlayıp duruyorum son zamanlarda.
Yazıma son vermeden önce beni tanıyanlardan bir ricam olacak.
Eğer aranızda adım anılırsa...
Birileri benim ne yapıp ettiğimi sorarsa, ‘‘Ha o mu, o bitmiş bir adam artık, onu unutun gidin’ der misiniz lütfen?
Teşekkür ederim.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2002
<B>İNSANLARIN </B>kıymetini bildiğimizi genellikle onların ölümünden sonra açıklarız nedense. Birçok meslekte bu böyledir, gazeteciler arasında ise genelde kural budur.
Şu işimizi yapmaya uğraş verirken, birbirimize fazla övgü yolladığımız, iyi bir haber okuduğumuzda, iyi bir yazı gördüğümüzde meslektaşı açıp tebrik etmemiz nadiren olan bir olaydır.
Hele bunun herkesle paylaşacak şekilde yapılmasına son derece ender rastlanır.
Bizim meslekte daha çok görüleni kavgalar, tartışmalar ve kıskançlıklar olduğundan hepimiz biraz gardımızı almış şekilde yaklaşırız birbirimize.
* * *
Bende de bu mesleki deformasyon var gayet tabii ki.
Ancak benim ‘‘Türk tarımını Türkiye'ye hatırlatmaya uğraşan fikir adamı’’ olarak tanımladığım Sadullah Usumi'nin ölümü haberini duyduğumda, en azından bir durumda genel davranış kalıplarımın dışına çıkabilmiş, bir değerli insana tüm hızıyla yazılarını sürdürürken hak ettiği ve benim gönülden hissettiğim övgüyü sizlerle paylaşarak iletebilmiş olmaktan dolayı mutluluk duydum.
Kendisiyle sadece bir kez bir televizyon programında ‘‘Öteki Türkiye’’yi tartışırken karşılaşmıştık.
Yazılarından tahmin ettiğim gibi son derece nazik, alçakgönüllü ve konuşacağı konuda tam bilgi sahibi olmanın getirdiği özgüvenle dolu bir insandı.
Yazılarının hemen tamamı ise Türkiye'nin unutulan, unutulmak istenilen insanları üzerineydi hep.
Özellikle tarım sektörünün sorunları üzerine yazmış olduğu her bir yazı derin bir bilgi birikimi içermekte ve okuyana Türk ekonomisinin gerçek işleyiş mekanizmaları konusunda fikir vermekteydi.
Daha bir buçuk yıl önce bunları yazılarımda aynen söylediğim için, bir defa olsun gecikmemiş olduğum için çok mutluyum.
* * *
Modernliği yakalayamamış ülkemiz medya sayesinde 1990'lı yıllarda postmodern dönemine girdi.
Postmodernizm kendi başına abukluklarla dolu bir akımdı zaten, bir de henüz modernizmi yakalayamamış bir ülkede bu denenince abukluk dozu daha da arttı.
Zihinsel yapılarda devrim diye sunulan şeyin nasıl bir şey olduğunu anlayabilmek için bakılacak en iyi yer büyük gazetelerin ekonomi sayfalarıdır.
1990'lı yıllardaki bütün gazetelerde tarama yapsanız, Türkiye nüfusunun yüzde 45'inin yaşamakta olduğu tarımsal sektör ile ilgili haber bulmanız zordur.
Var olan tarım haberleri ise daha çok büyük şehirlerde alım gücü olan insanların yaşamını etkileyici olabildikleri sürece yer almıştır o sayfalarda.
Modernleşme süpermarkette satılan yeni mal sayısının artışından ibaret sayıldı uzun süre.
Türkiye sadece takriben 7 milyon insanın yaşadığı bir ülke olarak düşünüldüğünden, tüm ilişkiler ve kararlar bu varsayıma göre alındığından haberler de bu 7 milyon insanı ilgilendirdiği boyutuyla ele alındı.
Gazete alıcısı da bu 7 milyon içinden çıktığı için bu belki kendi içinde rasyonel bir ticari karardı ama gelinen noktada görüldü ki insanın yaşamakta olduğu ülkede sürekli bir hayal dünyasında var olmaya çalışması mümkün değil.
Bizler İstanbul veya başka büyük şehirlerdeki ‘‘kurtarılmış yaşam alanlarımızda’’ yaşamayı sürdürmeye ve unutmaya çalışırken bir bakmışız ki gerçeklik de kapımıza dayanmış, kapıyı zorluyor.
Kaçamıyoruz acı gerçeklikten ve aslında kaçmaya çalışmak da doğru değildi, yapılacak, alınacak doğru tavırlar farklıydı ama bu fırsat elden kaçtı ve sonunda 10 yıl içinde dünyanın en hızla fakirleştirilen halkını yaratma başarısını göstererek bugüne geldik.
Şimdilerde ‘‘tepki oyları’’ var diye yorumlar yapılıyor ya, ‘‘Günaydın’’ demek geliyor içimden, ne oyu olacaktı ki başka bu ülkede, tabii tepki olacak.
Zihinlerde sadece tepki var ne yazık ki ve ne yazık ki tepkiler de haklı.
* * *
Sadullah Usumi postmodern yaklaşımın ürünü olan medya yazarlarının pek tuttuğu bir insan değildi.
Bir kez ‘‘sevimsiz’’ konularda yazıyordu. ‘‘Köylüler’’ vardı yazdığı konular arasında, ‘‘tahıl, pamuk’’ gibi kırsal alana özgü şeylerle uğraşıyordu.
Kısıtlı sayı arasında döndürülmeye çalışılan şehirli yaşam tarzına uygun değildi yazıları, rahatsızlık vericiydi, hatırlatıcıydı.
Ama sonuçta gayet tabii ki o haklı çıktı çünkü modern olmanın veri gerçeklikle boğuşmaktan geçtiğini biliyordu, o yılmadan hatırlatmalarını sürdürdü.
Ve 75 yaşında noktalanılan yaşamı hiç de boş geçmedi, üzerine düşeni fazlasıyla yaptı.
Ailesine, arkadaşlarına başsağlığı diliyorum.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2002
<B>BUGÜN </B>uluslararası saygınlığı olan bağımsız bir yabancı araştırma kurumunu Türkiye'ye çağırsak. Ve onları sadece tek bir soru üzerinde araştırma yapmakla görevlendirsek. İnsanların hangi partiye gerçekten güvendiklerini, hangi partinin Türkiye'nin problemlerine gerçek çözüm üreteceğine inandıklarını bilimsel anlamda araştırsak.
Ben eminim ki, oy verme yaşında olan nüfusun yüzde 80'inin bu soruya cevabı ‘‘hiçbirisine’’ olacaktır. Bu yüzde 80 tahmini ise ‘‘iyimser’’ bir tahmindir, ben oranın bunun üstünde çıkacağını da düşünmekteyim aslına bakarsanız.
* * *
Peki eğer durum benim iddia ettiğim gibiyse o zaman neden çeşitli partilere oylar atılıyor diye sorarsanız onun cevabını da oyların yıllar içindeki dağılımına bakarak cevaplandırabilirim.
Gelinen noktada Türk seçmeni partilerinden öylesine soğumuş, onlarla arasındaki hissi bağlantıyı öylesine kesmiştir ki her seçimde farklı bir partiyi denemekte sakınca görmemektedir.
Rakamlara bakın bunu göreceksiniz.
Her yeni seçimde seçmen ‘‘Acaba bu defa bu umut olur mu ki’’ diye başka bir partiye yönelmekte, her defasında umutlar yeniden kırılmakta, umutların her kırılışında ise aslında ülke darbe yemekte, siyasi sitemin meşruiyeti sıfır noktasına doğru gitmektedir. 3 Kasım Türkiye'de umutların en son kırılacağı seçim olacaktır çünkü göreceksiniz bakın kim iktidara gelirse gelsin Türkiye'nin gerçek sorunlarına çözüm bulma yerine var olan sorunların üzerine yeni sorunlar eklemek için çalışmaya başlayacaktır. Ellerinde değil böyle davranmamak, böyle görmüşler, böyle oynamışlar bugüne kadar bu oyunu, bunu doğru olarak biliyorlar ve sonunda yine duvara toslayacaklar. Olan yine bizlere olacak.
Yeni seçimin tek olumlu yanı eski düzenin en sivrilmiş unsurlarını bünyeden atmaya yaraması olacaktır, ancak sistem öylesine kilitlenmiştir ki o hafif, kısmi temizliğin fazla bir işe yaraması mümkün değildir. Korkarım ki insanımız bu seçimden bir yıl sonra umudunu tamamen yitirmiş olarak ortada kalacak ve Türkiye yeniden büyük bir zaman kaybetmiş olacaktır.
* * *
Şimdi söyleyeceklerimde tek bir destekçim bile kalmamış olabilir, hele bu ortamda herkes demokratçılık oynarken bunların söylenmesi abes bile görünebilir, ama olsun en azından kayda geçsin belki bir gün birileri geri döner de okur diye ben bunları söylemek zorundayım. Türkiye'de şu anda çok partili yaşama dayalı demokratik sistem tamamen tıkanmış ve iflas etmiş durumdadır. Demokratçılığın gerekleri ile devam edildiği takdirde, o şartlara uyum sağlamak için yeni dönemde kurulacak koalisyonlar, ayak oyunları ve sertleşmeler Türkiye için tarihinin bu döneminde kaldıramayacağı kadar büyük bir yük oluşturacaktır.
Bu dönemde ülkemizin sağlam kararları hızla alabilecek, sistemle sorunu olmayacak ama düzeni de aksayan yönlerinden radikal anlamda değiştirebilecek, Türkiye'yi iflas korkusu altında olmaktan korkan bir ülke olmaktan kurtaracak bir radikal ekonomi programını özel çıkarların hiçbirine taviz vermeden kararlılıkla uygulayacak bir bilgili insanlar yönetimine ihtiyaç vardır.
Türkiye'nin seçim yaparak kendisinin de ‘‘demokrasiye’’ sahip olduğunu dünyaya ispat etmesine gerek yoktur, çünkü bu zamana kadarki ispatlarımız bizi adam başına milli geliri iki bin dolara yaklaşan, yurtiçinde hırsızların, soyguncuların güce kavuştuğu bir Üçüncü Dünya ülkesi haline düşmekten alıkoyamamıştır.
Sistemimizin kokuşmuş yanlarından, içimizdeki pisliklerin güç oyunlarından, dış güç çevrelerinin tek yanlı dikte ettiği direktiflere uygun davranmaktan kurtulabilmesinin tek yolu çok partili yaşamı bir süre askıya almak ve hızla uygulayıcı bir akil insanlar yönetimine Türkiye'yi teslim etmektir.
* * *
Bu nasıl olur bilmem, gayet tabii ki var olan yasalarda böyle bir şeyin nasıl yapılacağı yazmıyor. Ancak istesek de istemesek de, bugün olmasa da yarın böyle bir kaçınılmazlık kapımıza dayanacaktır. Sorun bakalım insanlara, dürüstlüğü toplumda genel kabul görmüş insanlardan oluşan siyaset dışı bir yönetime Türkiye'nin idaresinin bırakılmasını kabul edecekler mi?
Ben yine iddia ediyorum böyle bir formüle olağanüstü toplumsal destek gelecektir ama bu soru gayet tabii ki sorulmayacak, sorulamayacak çünkü cevaptan herkes korkuyor, herkes titriyor korkudan. Türkiye kişisel çıkarlar için uzun zamandır harcandı. Ama tabii ki Türkiye'yi tüketemediler, bunca yediği darbeye rağmen, son zamanlarda zar zor da olsa yine de başı dik ülkenin.
Dik ama hálá daha aynı oyunu oynamaya çalışanlar var. Yine kayda geçeyim de ilerde belki hatırlanır diye şunu da söyleyerek bitireyim yazımı. Bu Cumhuriyet'i kuran devrimci ruh, bir miras olarak bu ülkenin bazı insanlarında mutlaka hálá kalmıştır. Ülkemiz dünyada layık olmadığı bir konumda, kendi içimizde de insanımız layık olmadığı bir yaşama mahkûm edilmiş durumda.
Seçim oyunuyla demokratçılıkla kaybedilecek zaman yok çünkü karşı karşıya kaldığımız tehlikeler gün geçtikçe de artıyor. Ben doğru bildiğimi söyleyerek gönlümü rahat tutayım dedim de...
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2002
<B>DÜN </B>TBMM'deki oylama sonucunu izledikten sonra bir itirafta bulunmak istiyorum. Teknokratlar hükümeti tartışmasına girdiğim günden bu yana (yaklaşık bir buçuk yıldır) ben Türkiye'de yakın dönemde bir seçimin yapılabileceğine inanmıyordum.
Çünkü Türkiye'de siyaset bir zihniyetin (şu anda bunu AKP temsil ediyor) nasıl yapılıp da iktidara getirilmemesi üzerine kurulmuş durumda.
Tüm güç ilişkileri bu amaca kanalize edildiğinden ‘‘normal’’ olarak adlandırılabilecek süreçler de bir türlü yaşanamıyordu Türkiye'de.
Ve var olan iktidarların tüm olumsuzluklarına, kurdukları tüm tuhaf ilişkilere, tüm ahlak dışı görüntülere de sırf o nedenden dolayı boyun eğmek zorunda tutuluyordu millet.
Ben memlekette gücü elde tutanların bu nedenden dolayı yakın dönemde seçime gitmelerinin mümkün olmadığını, AKP veya ona benzer partilerin bu memlekette seçim kazanma şansının kalmadığı güne kadar iktidarı bir şekilde ellerinde tutma oyununu oynayacaklarını düşünüyordum düne kadar.
* * *
Yanıldım mı bu tahminimde bilmiyorum.
Çünkü açıkça görünüyor ki TBMM'deki oylama elektronik yöntemle yani fiilen ‘‘gizli’’ oyla yapılsaydı sonuç seçimin yapılmaması yönünde olacaktı.
Yani ahlaksız oyuna devam edilecekti.
El kaldırma yoluyla yapılan oylama, bazı insanlarda var olan utanma duygusunu ön plana çıkardı ve onlar istemeden de olsa seçime ‘‘evet’’ demek durumunda kaldılar.
Memleketin kaderini etkileyebilecek önemdeki bir konuda oy verme yöntemindeki değişikliğe bağlı olarak sonucun değişmesi potansiyelinin böylesine büyük olması o oyları verenlerin karakter yapısı hakkında gerçekten de olumsuz bir gösterge ortaya koymaktadır.
Türkiye'nin geleceğinin eline bırakıldığı bu insanlar eğer açık verdikleri oyda farklı gizli verdikleri oyda farklı davranma ilkesizliğini gösterme potansiyelini taşıyorlarsa o zaman onlara memleketin geleceği hakkında karar verme yetkisinin de bırakılmaması gerekmektedir.
Dün oy verme işleminin bitmesinden sonra bazı insanların hálá daha bu oylama yanlıştır, gizli oylama yapılması gerekirdi, bu seçimin yapılacak olması da hatalıdır diye konuşmaları utanç vericidir.
Ne mutlu ki bu tür insanların siyasi yaşamdan tasfiye süreçleri dün itibarıyla başlamıştır, Türkiye bu tür bir dediği diğerini tutmayan, açık oyda farklı gizli oyda farklı davranabilecek kadar kaypak kişiliklere sahip insanlardan inşallah yakında kurtulacaktır.
* * *
Dünkü yapılan oylamada iki politikacı profili net olarak ortaya çıktı.
Bunlardan ilki Bülent Ecevit.
Ecevit son derece ilkeli bir devlet adamı olduğunu dün oylamada TBMM'nin tatile girmesi yolunda oy vermesiyle gösterdi.
Diğer profil ise Mesut Yılmaz.
Türkiye'de insanlar Türkiye'ye bir seçimin faydası olup olmayacağını nedense hálá daha tartışıyorlar.
Aslında bu konuda karar vermek için fazla bir kritere de ihtiyacınız yok.
Eğer seçim bazı isimlerin siyasi yaşamdan tamamen silinmesine yol açacaksa -ki açacak- o zaman başka yarar filan aramaya gerek yok, seçim ülke için mutlaka hayırlı olacaktır.
Siyasi yaşamdan silinmesinde yarar olan isimlerin başında da Mesut Yılmaz gelmektedir.
Türkiye'de 1990'lı yıllardaki çürümenin baş sorumlusu olan iki isimden bir tanesi ANAP lideridir.
Diğeri de Tansu Çiller'dir.
Tansu Çiller ne yazık ki hálá daha bazı durumlarda barajı aşma şansına sahip.
Eğer o da diğeri gibi siyasi yaşamdan temizlenirse o zaman 3 Kasım seçimi Türk demokrasi tarihine altın harflerle yazılacak önemde olacaktır.
Bazı suratların ne hale geleceğini görebilmek için ben 4 Kasım sabahını hasretle bekliyorum, bilmem bana katılıyor musunuz?
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2002
<B>BAŞKANI </B>aynı zamanda bir medya patronu olduğu için olsa gerek Genç Parti konusunda medyada pek değerlendirme çıkmıyor. Oysa son derece ilginç, hatta fantastik sayılabilecek öğeler içeren bir fenomen ile karşı karşıya olduğumuz kesin.
Ben bu partinin başkanının kendi televizyon kanalından detaylı yayınlanan mitinglerini büyük bir hayretle ve zaman zaman da büyük keyif alarak izlemekteyim.
Seçim sonucu ne olur bilemem, ancak ileriki yıllarda bu partinin seçim kampanyasının sosyologlar tarafından incelenmesi yoluyla Türk toplumunun özellikleri üzerine hayli ilginç ve bence hayli vahim sonuçlara varılabileceğini tahmin ediyorum.
* * *
Genç Parti aslında siyaset değil siyasetin parodisini yapıyor.
Zaman zaman da direkt olarak siyasete hakaret ederek yoluna devam ediyor.
Partinin kampanyasını koordine edenlerin sanki Türk toplumundaki yaygın cehaleti, hafızasızlığı, duyduğunun gerçek anlamını kavrama eksikliğini nasıl yapsak da insanların suratına bunları güzel bir şeymiş gibi anlatsak diye düşündüklerini, böyle bir planı uygulamaya başladıklarını düşünüyorum.
Onların kampanyasını benim açımdan keyifli yapan bu yönü zaten.
Olabilecek en kaba hisleri, kısa cümleler halinde insanlara söylüyorlar ve bunlar da büyük beğeni kazanıyor meydanlarda.
Bazı yorumcular o meydanlardaki insanların şaşkınlığının konuşmalardan sonra başlayacak konserleri beklemenin heyecanından kaynaklandığını söyleseler de ben bu kanıda değilim.
O meydanlardaki insanlar doğal olarak şaşkınlar ve kendilerine söylenen her basit cümlenin onlara ağır içerikli, hatta felsefi yanı olan değerlendirmeler olduğunu düşündüklerine de eminim.
* * *
Çok yıllar önce Star televizyonu henüz denemeler yaparken İstanbul'da tek başına yaşamakta olduğum evde bir gece ekranın karşısında uyuyakalmıştım.
Gece ben uyuklamaya başladığımda ekranda göbek dansı vardı ve bilmem hatırlar mısınız ama bu dans o zamanlar hayli erotik bir olay olarak yorumlanıyordu. (Buradan yola çıkarak Türkiye'nin nasıl hızla ‘‘geliştiği’’ üzerine bir tez de yazılabilir aslında.)
Sabah ise aniden ezan sesiyle uyanmıştım, bu doğal bir şey değildi çünkü ezan evin içinde okunuyordu.
Evet, gece erotik dans ile kapanan televizyon kanalı sabah ezan sesiyle açılışını yapmaktaydı.
O zaman düşünmüştüm ki bu televizyonu yöneten insanlar Türk insanını gayet iyi tanıyorlar. Onun karmaşık karakterini, çelişkili hislerini, kafa karışıklığını gayet iyi çözümlemişler ve bunun üzerine oynuyorlar.
Başarılı olacaklar diye düşünmüştüm, sonra Türkiye'de olanları hep birlikte yaşadık işte.
* * *
O geceki televizyon programından Genç Parti'ye uzanan direkt bir bağlantı çizgisi var aslında.
Partinin kampanyasını düzenleyenler karmaşık karakterleri, kafa karışıklıklarını, hafızasızlıkları, analitik düşünme yeteneksizliklerini, çelişkili hisleri, bu toplumda var olan yaygın his fırtınalarını cımbızla ayıklamışlar, ayıkladıklarından metinler hazırlamışlar ve sonuçta da cehaletin duyduğu zaman mutlu olacağı söylemi araştırma sonucunda bularak, kampanyalarını uygulamaya başlamışlar.
Meseleye bu açıdan bakarsanız partinin tüm seçim kampanyası Türk siyasi yaşamında var olan bütün yanlışlıkların bir anlamda abartılı bir şekilde kullanılarak, insanların suratlarına bu hatalı yapının ‘‘Alın işte madem bunlardan memnunsunuz, madem bunlar sizi mutlu ediyor alın da o zaman mutlu olun bakalım’’ diye vurulmasından ibaret.
Memlekete hákim olan bütün siyasi söylemlerin temelinde bu var zaten ama siyasi tarihimizde ilk kez ciddi bir görünüm altında bu siyasi söylemle bu kadar abartılı biçimde dalga geçilmekte.
* * *
Genç Parti seçimde başarılı olur mu?
Bence olamaz çünkü bu memlekette her partinin kendisine ait olan bir büyük cahil kitlesi var, Genç Parti kendi cahil kitlesini yaratmaya çalışıyor ve bunda ne kadar başarılı olursa olsun kendi cahillerinin toplamının diğerlerinkinden fazla olmasını sağlaması zor gözüküyor bana.
Diğer partiler içi boş laflarını sanki bunlar çok önemli bir şeymiş gibi anlatırken Genç Parti lideri konuşurken insanlara adeta ‘‘Bak bunların içi boş o nedenle beni iyi dinleyin de alkışlayın bakalım’’ der gibi davranıyor.
Hangi tavır daha olumlu bunu bilemem ama bildiğim şu ki eğer seçim meydanlarında sergilenen seçmen tavırlarını bir gösterge olarak alacaksak bu memleketin geleceğinin pek de parlak olabilmesi mümkün gözükmüyor bana.
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2002
<B>Rumuz:</B> Medya Dedikoduları Soru: Sevgili Serdar Amca, sence Ertuğrul Özkök'ün hayatta yaptığı hatalar nedir?
Cevap: Sevgili Medya Dedikoduları. Be kardeşim burada kısa bir gazete yazısı yazıyoruz değil mi ama. Yani ansiklopedi yayınlamıyorum ki onun yaptığı hataların dökümünü yayınlamayı başarayım. Zaten istesem de bunu yapamam çünkü ekonomik kriz var ve şu arada Britannica'dan daha büyük bir yayına girmem uygun görülmeyebilir. Ama sana hiç cevap vermemiş de olmak istemem çünkü bildiğin gibi siz okuyucularım benim velinimetimsiniz. Onun için burada genel yayın yönetmeninin yaptığı bütün hataları vermek yerine onun yapmış olduğu en büyük hatayı anlatacağım. Geçen gün kendi yazısından öğrenmiş durumdayım ki bizim üst düzey yazarların liderler turu esnasında, Recep Tayyip Erdoğan ile görüşme yaparlarken bir an Emin Çölaşan ile Recep Tayyip gerginleşivermişler. Az daha girişeceklermiş birbirlerine. Ertuğrul Özkök araya girip havayı yumuşattığını açıkladı. Bir de övünerek söylüyor bunu sanki çok olumlu bir iş yapmış gibi. Yahu kardeşim bıraksana, ne yapacaklarsa yapsınlar, yani böyle bir şeyi izlemek fırsatı insanın eline hayatta bir kez geçer, bu fırsatı kaçırdın mı bir daha avucunu yayınlarsın. Bırak kim kimin ağzını burnunu kıracaksa kırsın ne olur ki yani? Ben anlamıyorum bu genel yayın yönetmenlerini, hepsi de çok nazik insanlar oldular son zamanlarda, ama onların bu nezaketi nedeniyle hayatta keyifli olay sayısı da hızla azalmaya başladı. Ben genel yayın yönetmeni olsaydım onlar gerginleştiği anda kesin ‘‘Vur, vur’’ diye tempo tutardım, bu da bilinsin yani.
* * *
Rumuz: Köprü
Soru: Saygıdeğer amcacığım. Mesut Yılmaz neden durmadan, gerek olmayan anlarda da gülüp duruyor ki?
Cevap: Sevgili Köprü. Biz buna siyaset biliminde pozisyon alma atağı diyoruz. Kurnaz insanlar ilerde olacakları görerek bugünden kendilerini ve eşlerini dostlarını geleceğe hazırlarlar. Herkes biliyor ki olacak ilk seçimde Mesut Yılmaz'a hoşça kal denilecek. Bu yaşta işsiz kalması emekli olması düşünülemeyeceğinden, işsiz kalsa kötülük düşünmeye ayıracak vakti daha fazla olacağından, zararı daha fazla artacağından, kendisine yeni bir işkolunda meşguliyet araması daha doğru olacaktır. Anladığım kadarıyla Mesut da televizyonda diş macunu reklamlarında oynamaya hazırlanıyor. O yüzden de ‘‘Enflasyon hakkında ne düşünüyorsunuz’’ diye sorulduğunda bile illa da dişlerini göstererek gülümsüyor. Ben onun yeni iş hayatında eskisine oranla yüzde yüz daha başarılı olacağına ve tanıtımını yapacağı diş macununun satışlarını en azından ikiye katlayacağına inanıyorum.
* * *
Rumuz: Şeytan Söyletti
Soru: Amcacığım. Recep Tayyip Erdoğan'ın seçim meydanında bugüne kadar kırmış olduğu en büyük pot hangisidir?
Cevap: Sayın Şeytan Söyletti. Recep Baba geçen gün meydanda konuşurken kendisine yapılan haksızlıkların dökümünü yaptığı anda birden ‘‘Menderes'i de asmışlardı zaten’’ deyiverdi. Ya Recep Baba böyle şey yapılır mı be gülüm, yani bizimkilere ellerinde böyle bir imkán da olduğunu hatırlatmaya ne gerek var ki yani. Başın zaten dertte bir de onları daha da aktif olmaya teşvik edici laflar etmeye álem var mı ki şimdi yani? Tamam anladım bu ülkede asılanlar daha sonra kahraman olurlar demek istedin ama şu gerçek de var ki asılan insan da gitti gider yani, daha sonra kıymeti bilinse ne olur bilinmese ne olur, bilmem anlatabiliyor muyum?. Recep kardeşim sen sen ol bu bizim derin devletçilere kendilerinin düşünmekte oldukları kötülüklere ilave kötülük stratejisi hatırlatma, sonra ciddiye alıverirler ha, benden söylemesi.
* * *
Rumuz: Gözler
Soru: Sayın Serdar Amca, kadınlar öpüşürken neden gözlerini kaparlar?
Cevap: Sevgili gözler. Bana uzmanlık konum dışında bir soru sordun. Bu yüzden de ben dün bu tür konularda dünya çapında şöhreti bulunan bir genel yayın yönetmeninin köşesini inceleyerek cevap verme yolunu seçtim. Mehmet Y. Yılmaz'a göre kadınların öpüşürken gözlerini kapamaları onların erkeklerine duydukları sonsuz aşkla bağlantılıymış, böyle diyor, doğrudur herhalde. Vallahi ben kendi başıma cevap verecek olsaydım bu soruya kadınların o anda sevişmek zorunda kaldıkları erkekten fazla hoşlanmadıkları için gözlerini kapamayı tercih ettiklerini, bu nedenle de kadını öptüğü anda onun gözlerini kapatmasına yol açan bir erkeğin bununla övünmesi için bir neden olmadığını söylerdim sana. Bunu söylemek zorunda kalmadığım da iyi oldu aslında çünkü genel yayın yönetmenleriyle, onlar nerede olurlarsa olsunlar, nerede yaşıyor ve yaşatılıyorlarsa, kesinlikle aksi gitmek istemem. Bu uzman genel yayın yönetmeni kendisinin deneyimlerini anlatırken kadınların hep gözlerini kapadıklarını söylüyor kendisiyle öpüşürken, şimdi ben bu konuda kendi teorimi doğru diye anlatmış olsaydım o zaman bayağı vahim bir durum ortaya çıkacaktı ortaya değil mi ama. Sonra işin yoksa ona ‘‘Ama canım bu konuda istisnalar vardır’’ diye dil dök dur üzülmesin diye.
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2002
<B>GEÇENLERDE </B>dergilerden bir tanesinden bir meslektaş aradı. Ona görev vermişler, bir dosya hazırlıyormuş, bana da soru sormak istediğini söyledi. Olur dedim ama sonra soruyu sorunca da olur dediğime anında pişman oldum.
‘‘Kadınlar neden aldatır’’dı hazırladıkları dosyanın adı.
Seksüel içerikli hiçbir konuya verilecek cevabım yok, bu konuda teori yapmanın anlamsız olduğunu 10 yıl kadar önce filan anlamış durumdayım, yani o neden böyle olur, bu neden türünden sorgulamalar işin içine seks girdiği anda anlamsızlaşır, herkesin kendisine uygun bir doğrusu vardır bu konularda ve sonuçta adamlar neden aldatırsa, kadınlar da onun için aldatır herhalde ne bileyim ben.
Ayrıca çok da üzerime gelinirse, illa da teorik bir tavır almam için ısrar edilirse bu konuda o zaman da bence evlilik kurumunun tamamen yasaklanması gerekir, doğal olanı budur yani ve bu yapılırsa aldatma denilen şey de belki ortadan tamamen kalkar da herkes biraz rahatlar bilmem anlatabiliyor muyum?
Yani anlayacağınız bu benim için soyutlama düzeyi hayli yüksek olan bir soruydu bu yüzden de özür diledim arkadaştan ve cevaplamayı reddettim.
*
Başka bir soyut soru da bebeklerle ilgili. ‘‘İnsan çocuğunu ne kadar seviyor değil mi’’ diyorlar mesela.
Çok genel bir tavır bu.
Bu soruya benim cevabım sorunun ne zaman sorulduğuna bağlı olarak değişiyor örneğin.
Eğer bir gece önce bebek her mama alışında bunun yarısını kusmuşsa...
Sonra yine hızla acıkıp yine mama için ağlamışsa,
Her doyuşundan sonra kucağımda uyumuş ama onu her yatağına yatırışımda onuncu saniyede yine ağlamaya başlamışsa...
Ve ben her defasında biraz vücudumu dinlendirmek için yatmış olduğum yataktan kalkmak zorunda kalmışsam ve her kalkıp onu kucağıma aldığımda o yine gayet hızlı bir şekilde uyumuşsa...
Bu sabaha kadar aynen böyle sürmüşse..
Arada altını değiştirmişsem ve o altını değiştirdikten hemen sonra kakasını yapmışsa...
Altını değiştirirken bu sefer de üzerine işemişse.
Bütün bunlar bitince yine ağlamaya başlayınca ben panik içinde onun yine mama saatinin geldiğini, üç saatin nasıl da uçup gittiğini fark etmişsem.
Sonra mama vermeye başladığım anda gece boyu tekrarlanan kısırdöngünün aynen yeniden başladığını anlamışsam.
Sabah güneş doğarken o uyumaya başlamışsa, ben bunu fırsat bilip tam gözlerimi kapamaya hazırlanırken bebek yine tüm dinamizmiyle uyanmışsa.
İşte o anda bana ‘‘İnsan kendi çocuğunu ne kadar seviyor?’’ diye sormayın tamam mı?
Çünkü bu yeterince somut bir soru değil.
Ve rahatsız olmayacak bir cevap duymak istiyorsanız benden...
Bebeğin sessiz durduğu, durmadan bana sarıldığı, kafasını göğsüme dayayıp uyuduğu ve arada bir gülümsediği anı seçin o soruyu sormak için.
Çünkü o zaman soru daha bir somut olabiliyor bence.
*
Şunu artık anladım ki hiçbir konuda genelleme yapmayacaksın bu hayatta.
Örneğin birisi ‘‘insan haklarından’’ bahsediyor değil mi?
Hemen ‘‘Hangi insandan bahsediyorsun kardeşim’’ diye soracaksın, çünkü ‘‘insan’’ çok genel, çok soyut bir kavram.
Ve bazı insanlar o ‘‘haklara’’ layık değiller, ne yapayım yani bu böyle işte.
‘‘Özgürlükler’’ mi dediniz, yine aynı tavrım olacak, hangi insan için istiyorsunuz bu özgürlükleri onu anlayalım önce, anlayalım da ondan sonra karar verelim bakalım özgür olmayı hak ediyor mu bu insanlar.
‘‘Eşitlik’’ mi dediniz. Kim kimle eşit olacak, onu söyleyin bir bakalım duruma, bakalım eşit olması gereken taraflar birbirlerini hak ediyor mu?
Soyut konuşmamak lazım bu tür konularda.
*
Bu yazı çok mu karışık oldu diyorsunuz. Konudan konuya mı atlıyorum sizce...
Bence böyle bir tavır da çok fazla soyut oluyor, çünkü bence yazıda anlatılan bütün şeyler bir şekilde birbiriyle bağlantılı.
Ve belirli bir soyutlama düzeyinde bu bağlantıyı da size açıklardım ama ne yazık ki yazı sınırına gelmiş durumdayım şu anda.
Sayfadaki yer kavramı son derece somut bir şey çünkü, fiziksel bir mesele bu ve bu konuda soyutlama yaparak durumu değiştirmem ne yazık ki mümkün değil.
Yazının Devamını Oku