Okullar nihayet açıldı. Çocuklarımızı okullarına gönderdik. Nihayet yatma kalkma saatleri düzene girecek diye seviniyoruz. Uzun uğraşlar sonucu okullarını seçtik, iyi öğretmenlerin elinde eğitim göreceğini düşünerek huzur içinde yeni bir akademik yıla başladık. Ama acaba böyle mi?
Örneğin her çocuk aynı seviyede ve eşit şartlarda eğitim alabiliyor mu? Her çocuk aynı ilgiyi görebiliyor mu? Farklılıklara saygı gösterilecek mi mesela? Her çocuğun öğrenme süresine, öğrenme biçimine, algılama düzeyine, zeka kapasitesine saygı gösterilecek mi? Anlayış görecek mi öğretmeninden, diğer çocuklardan, aileden, okul yönetiminden? Mesela İstanbul Etiler’deki bir devlet okulu ile Hakkari’deki devlet okulu aynı sisteme uygun eğitim verebilecek mi, aynı eğitimi aynı araç gereçlerle verecek mi? Bu soruları yüzlerce, binlerce çoğaltabilirim şu an. Bu soruların veremediğimiz yanıtları çok çok önemli. Ama en az onlar kadar önemli olan bir başka konu ise çocuklarımızın okuldaki güvenliği.
Okuldaki güvenlik nedir diyebilirsiniz. Zaten öğretmenlerinin yanındalar. Güvenlikle ilgili ne sorunları olabilir diye düşünebilirsiniz ama eğitim tarihimiz okulda zarar gören, hatta hayatını kaybeden öğrencilerin hüzünlü öyküleriyle doludur. Okulun demir kapısına sıkışan, ana sınıfında üzerine okul tuvaletinin lavabosu düşen, okulda arkadaşı tarafından darp edildiği için canından olan küçücük çocukların hayat hikayeleri var.
Çocuklarımızı okula emanet ederken, kullanacağı kalemden, okuldaki tahtanın akıllı olup olmadığına kadar düşünen ve sorgulayan anne babalar acaba akıl edip okulun tuvaletlerine de bakmış mıdır? Lavaboları eliyle yoklayıp yerine monte edilip edilmediğini kontrol etmiş midir? Tahtanın duvarda sağlam durup durmadığını, rafların duvara sabitlenip sabitlenmediğini test etmiş midir?
En iyi öğretmeni seçme gayretine düşen sevgili anne babalar, o tuvaletlerin ve okul koridorlarının temizliğinin kimler tarafından hangi sıklıkla temizlendiğini sorgulamış mıdır? Çünkü çocuklar hareketlidir, çocuklar koşar, hoplar, zıplar. Islak zeminde kayıp kafasını çarpmayacağının garantisi var mı? Büyük sınıflarla küçük yaş sınıfları aynı anda teneffüse çıktığında küçük çocukların arada kalacağını düşünüyor muyuz? Okul bahçeleri ve teneffüs saatleri buna göre organize edilmiş mi?
Peki ya kantinler? Kantinlerde neler satılacak? Okulda sağlık kabini var mı mesela? En azından sağlık dolabı ve ilk yardım malzemesi var mı? Sordunuz mu okula kayıt yaptırırken bu soruları?
Muhtemelen birçoğumuzun bu sorulara verecek net yanıtları yoktur. Öyleyse nelere dikkat etmeliyiz konusunu alt alta yazalım ve tekrar gözden geçirelim. Mümkünse okullara gidip var olan eksikliklerin tamamlanmasını talep edelim.
Teknoloji kullanımı son 15 – 20 yılımıza damgasını vurmuş bulunuyor. Hayatımıza girdiğinden beri, etkilerini, olumsuzluklarını, yararlarını yıllardır konuşuyoruz. Bir anlamda teknoloji kendi tarihsel yolculuğunu sürdürüyor. Buna bağlı olarak kendi hastalıklarını da oluşturmaya başladı. En küçüğümüzden en büyüğümüze kadar hepimizin elinden düşüremediği tablet bilgisayarlar ve cep telefonları sayesinde neredeyse 24 saatimiz teknolojiyle iç içe geçiyor. Buna alışkanlık dedik, sonra bağımlılık dedik, sonra neredeyse bir uyuşturucu gibi çocuklarımızı ve bizi esir aldığını fark ettik. Fark etmemiz bir şeyi değiştirmedi maalesef. Aksine teknoloji ve sosyal medya kendi sorunlarını, kendi hastalıklarını, kendi kültürünü dayattı ve hepimiz de kabul ettik.
Özellikle sosyal medya dediğimiz alan sanal dünyada herkesin birbiriyle bağlantı kurmasını sağlarken, gerçek dünyada birbirimizden kopmamıza yol açıyor. Arkadaşlar, aileler bir araya geldiklerinde ve asıl amaç birlikte olmak, sohbet etmek olduğu halde birbirlerinden çok sosyal alemde neler olduğuyla daha çok ilgilenmeye başladılar. Herkesin eli telefonunda, gözü ekranda, ne olup bittiğiyle, sosyal paylaşım dünyasına en son hangi haberin düştüğüyle ilgilenir oldu. İşte bu aşırı merak ve ilgi, Sosyal Medyanın insanlarda oluşturduğu bağımlılık durumuna dönüştü.
Bilim adamları bu durumu 'Fear of Missing Out / Gelişmeleri Kaçırma Korkusu' hastalığı olarak tanımlıyor ve bu hastalığın insanlarda kaygı bozukluğuna neden olduğunu belirtiyorlar. Yeni hastalığımızın adı kısaca‘FOMO’...
Bu hastalıkla ilgili olarak Amerikan Psikiyatri Birliği yapılan araştırmaların sonuçlarını yayınladı. Araştırmalar 11 ve 55 yaş arası bin 200 kişiye uygulandı. Araştırmanın sonuçlarına göre, kullanıcıların yüzde 40'ı, bir şeyleri kaçırdığını düşünerek sürekli sosyal medyayı kullanma ihtiyacı hissediyor.
Gündemi kaçırma ve sosyal medyada olup bitenden uzak kalma korkusu olan FOMO, kullanıcıların sosyal medya hesaplarını sürekli kontrol etmesine ve teknolojiye bağımlı kalmasına yol açıyor. Bireylere online değilken bir şeyleri kaçırıyorum korkusunu yaşatıyor. Bugün birçok ülke bu hastalık üzerine araştırmalar yaparak hastalığı tanımaya çalışıyor. Kişilerin en çok yer aldığı Sosyal Medya alanları olarak Twitter, Facebook, Whatsapp, Youtube, Google Maps, Foursquare, Instagram, Candy Crash, Flipboard. Olarak belirtiliyor.
Bugün neredeyse ilkokula yeni başlamış küçücük çocukların bile sosyal medya hesapları olduğunu, hatta birçok anne babanın kendi elleriyle bu hesapları açtıklarını da hatırlatmak isterim. Sosyal Medya dediğimiz alan insanların en temel ihtiyaçlarını karşılamaya başladığından beri sorunlar yaşamaya başladık. Bu en temel ihtiyaç ‘onay ve kabul görme’ ihtiyacıdır. Hastalığın çıkış noktası da tam olarak burası. İnsanlar sosyal medyada varlıklarını ve paylaşımlarını sürdürdükçe onay ve kabul gördüklerini düşünmeye başlıyorlar. O nedenle daha fazla yer bulmak, daha fazla etkileşimde bulunmak istiyorlar. Bütün bunlar bir süre sonra insan beynindeki ödül ceza sistemini ve buna bağlı olarak da haz dengesini bozuyor. Daha fazla haz elde etmek için daha fazla zaman geçirme ihtiyacı ortaya çıkıyor. Bu arada da birey hem kendisi paylaşımda bulunmak hem de başkalarının paylaştıklarını kaçırmamak için tüm zamanını sosyal medya hesaplarını kontrol ederek geçirmeye başlıyor. Normal şartlarda zaman ve fırsat buldukça sosyal medya hesaplarında yer alması gereken birey, tam tersi bir davranış sergileyerek sosyal medyada yer almak amacıyla başka şeylerden kısıyor, hatta zaman yaratıyor ve neredeyse tüm zamanını hesaplarını kontrol ederek geçiriyor. Bununla beraber uyku bozuklukları, kaygı ve takıntılar da ortaya çıkıyor.
FOMO hastalığı özellikle Z kuşağı olarak tanımlanan 2000 ve sonrasında doğan çocukları etkiliyor. Onlar tam anlamıyla sosyal medya ve internet çağı çocuğu. Ellerindeki tabletlerle ve telefonlarla sosyal medya üzerinden sosyalleşiyorlar.
1980 ile 1999 arasında doğan Y nesli de hemen hemen aynı özelliklere sahip. Onların da teknoloji ve internetle iç içe olduğunu ve her iki kuşağın da oyuncaklardan çok teknolojik aletlerle ve sosyal medya ile haşır neşir olduğunu biliyoruz. Örgütsel bağlılıkları diğer kuşaklara göre daha az, daha bireyseller, daha rahat yaşamayı, para harcamayı ve istediklerine daha çabuk kavuşmayı seviyorlar. Zorluklarla büyümedikleri için de zor koşullara uyum göstermekte sıkıntılar yaşıyorlar. Otoriteye ve kurallara uyum konusunda da sıkıntıları var. Çabuk tüketen kuşaklar olmalarının yanı sıra teknolojiyi iyi kullanan bu iki kuşak aynı anda birçok farklı alanla ilgilenebiliyor ve odaklanabiliyorlar. Sosyal ilişkileri önceki kuşaklara göre daha zayıf olmasına rağmen teknoloji ve internet kullanımında çok hızlılar. Birden fazla işlemi aynı anda yapabiliyor, sorunlara farklı bakış açılarından farklı çözümler üretebiliyorlar. FOMO hastalığı en çok bu kuşak bireylerini etkiliyor.
Hangi gazeteye baksak, hangi TV kanalına geçsek, sürekli cinayet haberleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Düşmanını öldüren insanların haberleri değil bunlar. Kendi yakınını, kendi aile bireylerini gözünü kırpmadan öldüren insanların haberlerini izliyoruz. Giderek artan sayıda cinayet işleniyor. Giderek artan sayıda insan kendi kanından, kendi ailesinden birilerini, bazen tüm ailesini yok ediyor, can alıyor, kan döküyor.
O kadar sıklıkla duymaya başladık ki bu cinnet kelimesini... Herkes cinnet geçiriyor. Bu sözcük iyice aklımıza yerleşiyor ve biz kanıksamaya başlıyoruz. Alışıyoruz.
Alışıyoruz birbirini öldüren, tüm ailesini topluca yok eden insanların haberlerini duymaya. Haber başlıkları ‘Cinnet geçiren aile üyesi’ olarak verilse de elbette ki durum dışarıdan göründüğü gibi değil. Ne olduğunu anlamak için biraz derinlere inmek lazım.
Öncelikle cinnet nedir, onu bilmekte fayda var. Günlük yaşamda ‘cinnet geçirmek’ olarak biliniyor ve kullanılıyorsa da aslı,‘cinnet getirmek’tir. Kelime Osmanlıca olup, cin tutulması ya da delilik anlamına geliyor. Psikolojide bir tür sinir krizi tanımlaması olarak kullanılıyor ama tam karşılığı yok aslında.
Ciddi psikolojik sorunu olanlarda görülen cinnet durumu bazen hiçbir sorunu olmayan insanlarda da ortaya çıkabiliyor. Özellikle ağır baskı altında kalmak, kendini aşağılanmış hissetmek, yaşadığı olumsuz durumdan çıkış yolu bulamamak gibi kişinin kendisini çok dar alanlarda sıkışmış hissettiği ya da kendini ifade etmekte yetersiz kaldığı durumlarda tetiklenebiliyor ve bu insanlar beklenmedik ağırlıkta şiddet olaylarına yönelebiliyorlar.
Şiddet, cinnetin toplumsal travmaya yol açan en ağır boyutudur.
Genellikle ciddi psikolojik rahatsızlığı bulunan bireylerin, örneğin şizofreni ya da demans gibi ağır bozukluklara sahip kişilerin uyguladıkları şiddette cezai ehliyetleri yok. Yani bu insanlar, ister ani bir öfke ya da cinnet anında, isterse keyfi olarak şiddet uygulasınlar, hiçbir ceza almıyorlar. Ancak bilinen adıyla psikopatların yani, asosyal kişilerin ve alkol madde bağımlılarının cezai ehliyetleri bulunuyor.
Cinnet geçirmek ya da cinnet getirmek bir anda olan bir olay gibi gözükse de aslında uzun birikimler sonucu oluyor. Üstelik kişi cinnet getirmeden önce yapmayı düşündüğü olayı en ince detayına kadar planlayabiliyor.
Bir Kızılderili masalında denir ki; kainatın yaratılışı tamamlanmış, sıra insana gelmişti. Yaratıcı, insanı yaratmadan önce bütün varlıkları yanına çağırdı ve dedi ki:
“İnsanlar hazır oluncaya kadar onlardan bir sırrı saklamak istiyorum. Bu sır onların mutluluğudur. Sizce bu sırrı nereye saklayayım?”
Kartal söz aldı:
“Bana ver Allah’ım onu aya götüreyim.”
Yaratıcı, “Hayır!” dedi. “Bir gün gelir, oraya da giderler ve onu kolayca bulabilirler.”
Yunus balığı, “Onu okyanusların derinliklerine gömeyim” diye teklif etti. Yaratıcı, “Orada da rahatlıkla bulabilirler” dedi.
Aslan ormanın derinliklerini, koyunlar ıssız meraları önerdi; ama Allah, hiçbirisinin önerisini kabul etmedi.
En sonunda köstebeğin önerisi geldi: “Allah’ım bu sırrı insanların içine koy” dedi.
Tarihte Manş Denizi'ni her iki yönden de yüzerek geçen ilk kadın yüzücü Florence Chadwick'tir. 34 yaşındaki yüzücü 4 Temmuz 1952 tarihinde Catalina Adası'ndan Pasifik Okyanusu'na dalar ve Kaliforniya kıyılarına doğru yüzmeye başlar.
Su vücudunu uyuşturacak kadar çok soğuktur ve yoğun bir sis vardır. Florence Chadwick, sisten dolayı onu takip etmekte olan tekneleri bile zorlukla seçebilmektedir. Milyonlarca insan televizyonlarda onu izlemektedir. Yüzücü köpek balıklarını ve dondurucu soğuğu umursamadan tam 15 saat aralıksız yüzer.
Ancak 15 saatin sonunda ve kıyıya yarım mil kala kendisini takip eden teknelere onu sudan çıkarmalarını söyler. O teknelerden birinde olan annesi ve antrenörü, yarışı bitirmesine çok az kaldığını ve devam etmesini söylemelerine rağmen o sudan çıkma isteğinde ısrar eder.
Kaliforniya kıyılarına ve yarışı bitirmesine yarım mil kala neden yüzmeyi bıraktığını soranlara şöyle der: Karayı görebilseydim başarabilirdim.
Genelde bütün toplumlardaki yaygın görüşe göre erkekler aldatır ama kadınlar aldatmaz. Oysa son yıllarda yapılan araştırmalar kadınların da erkekler kadar aldattığını ortaya koymuş durumda. Üstelik kadınların eşlerini aldatmaları konusunda ortaya koyduğu sebepler arasında önemli gerekçeler de bulunuyor:
• Eşimi eskisi kadar sevmiyorum.
• Önce o beni aldattı ve aldatılmayı hak etti.
• Eskisi kadar nazik ve anlayışlı değil.
• Evlendiğimizden bu yana çok değişti.
• Cinsel anlamda sorunlarımız var.
• Eş olarak ve baba olarak görevlerini ihmal ediyor.
Yeni bir gün, yeni bir hafta başladı. Yine işler güçler var. Hatta hiç bitmemecesine işlerimiz var ve giderek artıyor üstelik. Hep yetişmemiz gereken yerler, hep yetmeyen günler, içinden çıkılmaz hale gelen trafik var.
Bir yere gidemiyoruz, gitsek dönemiyoruz. Hep kalabalık, herkes telaşlı, herkesin işi var, herkesin acelesi var.
Neredeyse hepimiz çok öfkeliyiz, çok haklıyız, hiç tahammülümüz yok gecikmelere, hatalara, beklemelere...
Bu kadar sorunun ortasında hayatın hep olumsuz tarafına odaklandık. Oysa değişmek, bu duyguyu değiştirmek gerek. Hem kendimiz için hem de sevdiklerimiz için. Bunu yapmak için de karar vermek gerek. Şimdi, bugün ve beklemeksizin.
Bugün düne ait kırgınlıkların peşinden mi gideceksin? Yoksa yeni bir güne uyanmanın huzuru ile gülümseyerek mi bakacaksın hayata?
Karar ver!
Başkalarının değişmesini mi bekleyeceksin sadece, kendin asla değişmeyi ve dönüşmeyi düşünmeden?
Çok yorulduğun için, çok yol yürüdüğün için, işler bitmediği için söylenerek mi tamamlayacaksın tüm günü, yoksa bunları yapabilecek enerjin, sağlığın ve bedenin olduğu için şükran duyarak mı?
Son zamanlarda özellikle sosyal medya dediğimiz paylaşım alanlarında insani değerlere ve toplum adına kaybettiğimiz değerlere vurgu yapan pek çok özlü söz okuyoruz. Mutlaka siz de denk gelmişsinizdir. Sürekli olarak insanlar tarafından yarı yolda bırakıldığını, ihanete uğradığını, yaptığı iyiliklerin karşılığını alamadığını, dostlarının da kendisini işi düştüğünde aradığını anlatan pek çok mesaj paylaşılıyor. Hiç kimse de demiyor ki, ‘ben, bana inanıp güvenen arkadaşımı yarı yolda bıraktım, arkadaşım bana güvendi ama güvenini sarstım, akrabamdan borç istedim verdi ama geri ödemedim. Birileri insanlığıma güvendi, bana kefil oldu ben sözümü yerime getirmedim kaçtım, tüm borcu ailemin, arkadaşımın üzerine yıktım. Sevgilimi elde etmek için her yolu denedim, onu elde ettim ama şimdi sıkıldım ilgimi çekmiyor, başka insanların peşinde koşuyorum, onu aldatıyorum.’ Hiç böyle bir mesaj okudunuz mu? Ben hiç görmedim. Hepimiz sütten çıkmış ak kaşık gibiyiz. Bir kanatlarımız eksik. Melekler gibi, ermiş gibi dolaşıyoruz ortalıkta. Sanırsınız ki, hepimiz iyilik abidesiyiz, hepimiz haktan, hukuktan, empatiden, dostluktan, insani ve vicdani duygulardan öldük öleceğiz. O kadar iyiyiz ki dil ile tarifi mümkün değil. Hep biz ihanete uğradık, hep biz sevdik ama sevgimiz anlaşılmadı, hep biz dürüst davrandık, hep biz iyilik yaptık, hep biz yarı yolda bırakıldık. Biz hep iyiydik ama başkaları hep kötüydü.
İşte ben de buraya takıldım. Öncelikle; biz kimiz, başkaları kim? Özellikle işi düşen dostlar üzerine yapılan yorumlar ve paylaşılan mesajlar çok ilginç. Herkes işi düşünce arayıp soran dostlardan şikayetçi. Oysa asıl mantık hatasını, hatta insanlık hatasını burada yapıyoruz. Dost dediğimiz insan bizi işi düşünce aramalı zaten. Başka ne zaman arayacak ki? Kaldı ki sadece dost değil arkadaş, akraba, konu komşu işi düştüğünde beni aramalı. Aradığında bilirim ki beni yakın görmüştür, sorunu neyse benim çözebileceğime inanmıştır, bana güvenmiştir. Ne güzel ki, işi düşünce aklına beni aramak gelen dostlarım var.
Nasıl olur da sıkıntıya düştüğünde yardım isteyen bir insanın hele hele de bir dostun yardım çağrısını ‘bana işi düştü, onun için beni arıyor’ diye yorumlayabiliriz? Zaten dostlar bunun için değil midir? Dost kavramını eğer ihtiyacım olduğunda o bana yardım etmiyorsa, ihtiyacı olduğunda ben ona yardım etmiyorsam neye dayanarak kullanabilirim? Nasıl ‘dostum’ derim? Düğün derneğe herkes gider, iyi günde herkes sizinle olur. Mesele kötü günde, zor zamanda ve ihtiyacın olduğunda yanında olmak değil midir?
Yapabileceğin bir şey varsa yapmamak, sahip olduğun gücü sevdiğin insanlar için ya da senden yardım isteyen insanlar için kullanmamak nedir? Bu duruma ne isim vereceğiz? İnsanlık mı, dostluk mu, yardım severlik mi? Böyle mi yer değiştirdi kavramlar?
Bazılarımız ‘ ama ben ona zamanında çok iyilik ettim, karşılıksız kaldı’ diyebilir. İyilik zaten karşılığı olan bir şey değildir. Adı üstünde ‘İyilik’, yani yapan kişinin iyi olma halidir.
İyilik yapılan kişinin o iyiliğe karşılık verme zorunluluğu yok. O zaman iyilik, iyilik olmaz. Karşılıklı bir alışveriş olur ki o zaman adı iyilik olmaz ticaret olur!
Hem insanlara iyilik yapmayacağız hem yaptığımız sözde iyiliklerin karşılığını bekleyeceğiz, hem de ‘kimse bizi işi düşünce aramasın’ diyeceğiz. Sonra da ‘neden insanlar beni anlamıyor, neden yalnızım, neden dostum arkadaşım yok?’ diye sorgulayacağız.
‘İşi düşmek’ kadar yanlış bir deyim yok. Elbette insanlar birbirlerini işi düşünce arayacaklar, işi düştüğü için arayacaklar. Yapabiliyorsak biz de o işi yapacağız, yardımcı olacağız. Sonrasında önemli olan o insanlardan ne karşılık geleceği değil. Hallettiğimiz o işlerle hayatını değiştirebildiğimiz, yardımcı olabildiğimiz o insanlara ışık olmanın, hayatlarında fark yaratabilmenin huzurunu yaşayacağız.