Zihinleri karıştıran, Başkan Donald Trump’ın uzun bir süre Türkiye’nin S-400 yönelişine ciddi bir öncelik vermemesi, hatta belli ölçülerde Ankara’yı bu tercihinde haklı gördüğü anlamına gelen açıklamalar yapmasıydı. Çünkü bu tutumu, Türkiye’deki karar vericilerde pekâlâ S-400 alımına rağmen ABD ile ilişkilerin bundan fazla etkilenmeden yürütülebileceği, hatta daha da ileri götürülebileceği yolunda bir kanaati güçlendirmiştir.
Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerde karar alma sürecinin önemli ölçüde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Başkan Trump arasında şahsi düzeydeki yakın diyalog üzerinden yürümesi, S-400 meselesinin bu ilişkiler üzerinde yapabileceği hasarın önlenmesini, ötelenmesini mümkün kılıyordu.
Tepede esen bu sıcak hava, en başta Kongre olmak üzere ABD’deki sistemin Başkan Trump’a rağmen S-400’ler nedeniyle Türkiye’nin üzerine gelmeye hazırlandığı, hatta bu yönde fiilen harekete geçtiği gerçeğini değiştirmiyordu.
TRUMP KAYBEDİNCE DENKLEM DEĞİŞTİ
Donald Trump, 3 Kasım tarihinde yapılan başkanlık seçimini kazanmış olsaydı, yaptırımlarla ilgili başlamış olan hareketliliğin neden olacağı mahzurlar belki bir süre daha baskılanıp ertelenebilirdi. Ama -durum kalıcı bir şekilde böyle sürdürülebilir
miydi- sorusuna olumlu yanıt verebilmek güçtür.
Güçtür, çünkü ABD Kongresi, son dönemde Türkiye’ye yaptırımların bir an önce uygulanması amacıyla yönetimi kaçışı olmayacak şekilde köşeye sıkıştırma stratejisinde adım adım mesafe almaktaydı.
Bu yönüyle Rusya’dan silah alan ülkelere yaptırım öngören CAATSA Yasası hükümlerinin sonunda uygulamaya konmuş olması, aslında bir süredir radarda görünen, yaklaşmakta olan bir durumun kuvveden fiile çıkmasıdır
Neyse ki, “Kendisinin her türlü sürprize açık biri olduğu” yolunda bir ihtiyat payı da bırakmışız bu tahmini yaparken.
Türkiye-ABD ilişkisini izleyen birçok gözlemcinin genel beklentisi, başkanlığı süresince Türkiye’ye Rusya’dan S-400 hava savunma sistemleri aldığı gerekçesiyle yaptırım uygulanması konusunda olumsuz bir tutum takınan Trump’ın, bu kararı halefi Demokrat Joe Biden’a bırakmayı tercih edeceği yolundaydı.
Bu beklentiler tutmadı. İşin herkesi şaşırtan tarafı, Trump yönetiminin bu adımı atmak için söz konusu düzenlemeyi içeren Pentagon bütçesinin yürürlüğe girmesini bile beklememesi oldu.
TRUMP 30 GÜNLÜK SÜREYİ BEKLEYEBİLİRDİ
Tahminler -Trump bütçe yasasını veto etsin etmesin- bu yasa bir şekilde önümüzdeki günlerde yürürlüğe girdiği andan itibaren 30 günlük süre içinde bir karar alınacağı yolundaydı. Üstelik, bütçe yasasında getirilen düzenlemenin takvimi, Biden’ın 20 Ocak’ta görevi devralmasına ilişkin takvimle çakışıyor. Yasanın akıbeti henüz belli olmadığından, Trump Beyaz Saray’a veda ettiğinde 30 günlük süre dolmamış da olabilir. Sonuçta Trump, bu el yakıcı dosyayı Oval Ofis’te Biden’a bırakabilirdi.
Öyle yapmadı. Pentagon bütçesini beklemeden, yürürlükte olan ilgili yasa hükmünü uyguladı Başkan Trump. Kısaca ‘CAATSA Yasası’ diye adlandırılan, Rusya, Kuzey Kore ve İran’dan silah alan ülkelere yaptırım uygulanmasını öngören bu yasa 6 Ağustos 2017 tarihinden bu yana yürürlükte.
Özellikle 2019 Temmuz ayında S-400 sistemlerinin dev Rus kargo uçaklarıyla Ankara’daki Mürted hava üssüne gelmesiyle birlikte, CAATSA Yasası’nın uygulanması yolundaki çağrılar da Washington’da kuvvetli bir şekilde duyulmaya başlanmıştı.
Yasanın hükümleri yorum gerektirmeyecek kadar açık. Ancak Başkan
Sağlık Bakanlığı’nın uzunca bir zamandır testi pozitif olanlar içinde yalnızca belirti gösteren vakaları ‘hasta’ başlığı altında duyurması, pozitif çıkan semptomsuz diğer kişilerin sayısını saklı tutması azımsanmayacak mahzurlar içeriyordu. Bu politika en başta, salgının büyüklüğünün, bu çerçevede yarattığı tehdidin derecesinin, işin ciddiyetinin toplum tarafından bütün boyutlarıyla algılanmasını önlüyordu. Çünkü, hasta sayısı genellikle toplam vakaların ancak beşte biri gibi daha küçük bir oranını oluşturuyordu.
Sağlık Bakanlığı’nın önce 25 Kasım tarihinden itibaren hastalarla birlikte vakaları da günlük bazda açıklamaya başlaması ve ardından geçen hafta perşembe (10 Aralık) günü daha önce kayda geçmiş olan vakaların toplamını geriye dönük olarak -belli bir tarihe kadar- kamuoyuna ilan etmesiyle birlikte geldiğimiz noktayı yeniden değerlendirmemiz gerekiyor.
1.2 MİLYONLUK VAKA FARKI
Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca, vakaların geriye dönük olarak açıklanacağı yolundaki taahhüdünü yerine getirerek, geçen perşembe akşamı bu konudaki ilk önemli paylaşımı yapmıştır. Şöyle ki, 9 Aralık Çarşamba akşamı açıklanan tabloda ‘toplam hasta sayısı’ 558 bin 517 olarak verildikten sonra, 10 Aralık akşamı ‘toplam vaka sayısı’ (hastaları da içeriyor) 1 milyon 748 bin 567 olarak duyurulmuştur.
Böylelikle, asemptomatik pozitif vakaların da tabloya dahil olmasıyla birlikte, hesaba giren ek vaka 1 milyon 190 bin dolayında olmuştur. Bu farkın büyüklüğü kamuoyunun geniş bir kesimi üzerinde sarsıcı bir etki yapmıştır. Salgının yaygınlığı Türk toplumu tarafından daha gerçekçi bir şekilde algılanmıştır.
Aslında vakaların geriye dönük açıklanması ihtiyacını işlediğim 2 Aralık tarihli yazımda, hasta sayısını dört buçukla çarpmak suretiyle yaptığım hesaplamayla 1 milyon 550 bin gibi bir toplam vaka sayısı tahmin etmiştim. Muhtemelen bunun da üstünde olabileceğini belirtmiştim.
Hesaplamanın esas aldığı zaman aralığını 1 Temmuz’dan başlatmıştım. Hesaplama 30 Kasım’a kadar duyurulmuş olan toplam hasta-vaka sayılarını esas alan bir varsayıma dayanıyordu.
Sağlık Bakanlığı ise önceki akşam (13 Aralık) 1 milyon 836 bin 728 gibi bir toplam vaka sayısı açıklamıştır. 1 Aralık ile 13 Aralık arasındaki yeni vaka toplamı 405 binin üstündedir.
Yazı 3 Ekim tarihli ve “AB Zirvesi kararlarında bardağın hangi tarafına bakmalıyız” başlığını taşıyor. Bardağın boş tarafı da var, dolu tarafı da...
Galiba önceki akşam alınan kararlar da ana hatları itibarıyla geçen ekim ayında şekillenmiş olan bu denklemi önemli ölçüde tekrarlıyor; bazı yeni unsurlar içermekle birlikte... Bütün mesele, terazinin iki farklı kefesindeki olumlu ve olumsuz unsurlara nasıl bakmamız gerektiği sorusunda düğümleniyor.
En doğrusu, tek bir tarafa odaklanmak yerine ikisini de aynı bütünün parçaları olarak görmek olmalıdır.
*
Buradan hareketle, öncelikle Türkiye ile AB arasındaki ilişkinin işleyişinde kendisini tekrarlayan bir kalıbın yerleşmeye başladığını söyleyebiliriz.
Şöyle bir kalıp: Her zirveden önce gerilim yükseliyor, kriz beklentisi yayılıyor, karşılıklı eleştirilerin dozu yükseliyor, Türkiye son anda bazı sürpriz adımlar atarak müzakereleri etkilemeye çalışıyor, bu arada Türkiye’ye sert yaptırımlar uygulanmasını talep eden AB üyeleriyle Ankara cephesinde yapılan bazı işlere tepki duymakla birlikte bir kırılmanın yaşanmasını da istemeyen üyeler arasında beliren ikilik iyice belirginleşiyor, nefesler tutuluyor ve...
Almanya’nın başını çektiği kanadın ağırlığını koymasıyla Türkiye ile iplerin kopmasını önleyecek bir orta yol formülü bulunuyor. Derin bir nefes alınıyor, biraz daha zaman kazanılıyor.
*
Raporun içeriğine girmeden önce ICG’nin (International Crisis Group) 2019’da kaleme aldığı bir başka Suriye raporunda “ABD’nin Fırat’ın doğusunda bir devletçiğin doğumunu gerçekleştirdiği” tezini işlediğini hatırlatalım.
ICG’nin kısa bir süre önce yayımlanan “SDG Kuzeydoğu Suriye’de kalıcı bir istikrar arıyor” başlıklı son raporu, ABD’de seçimi kazanan Demokrat Başkan Joe Biden işbaşı yapmaya hazırlandığı bir sırada bu ülkenin Fırat’ın doğusundaki müttefiki SDG’nin bir sıkışmışlık içinde bulunduğuna işaret ediyor.
KOBANİ, PKK KADROLARINI KABULLENİYOR
Örgütün PKK ile bağlarının SDG’nin tepe yöneticisi Mazlum Kobani tarafından açıkça kabullenilmesi, bu raporun en çarpıcı yönlerinden biridir. ICG, Kobani’nin kendileriyle yaptığı görüşmede “Suriyeli olmayan PKK eğitimli kadrolar”ın Kuzeydoğu Suriye’deki varlığını ve oynadıkları rolü -geçmişe kıyasla bu kez daha açık bir şekilde- ele aldığına dikkat çekiyor.
Tabii, Kobani “Suriyeli olmayanlar” dediğinde, bunu büyük ölçüde SDG kadroları içindeki Türkiye kökenli PKK unsurları olarak anlamalıyız.
Bu yönüyle bakıldığında Kobani’nin bu sözleri, 2015 sonrasında SDG’yi Türk muhataplarına ısrarla terör örgütü PKK’dan ayrı bir kimlik olarak takdim etmeye çalışan ve bu nedenle Ankara ile sürekli bir şekilde çatışan ABD’li siyasetçi, asker ve diplomatların tezlerini geçersiz kılması bakımından kayda değer bir beyandır.
‘SURİYELİ OLMAYANLARI ÜLKEDEN ÇIKARTABİLİRİZ’
TASS Ajansı’nın haberine göre, Chemezov, bütün parçaların Türkiye’ye teslim edildiğini, Türkiye’nin de Rusya’ya ödemelerin tümünü yaptığını söylüyor. Bu ifadeden, Türkiye’nin 2.5 milyar dolarlık ödemeyi tamamladığını anlamamız gerekiyor.
“Emsali olmayan bir alışveriş oldu, çünkü bir NATO ülkesiyle yapıldı” diye eklemiş Rus yetkili.
Daha ilginci, Chemezov’un geleceğe dönük işbirliği için görüşmelerin yürütüldüğünü belirterek, “Top şimdi Türkiye’nin sahasında. Partnerlerimizin kararlarını vermelerini bekliyoruz” demesi.
ROSTEC yöneticisinin açıklamaları, Rusya’nın Türkiye ile savunma sanayii alanında işbirliğini derinleştirme arzusunu yansıtıyor.
KONGRE’DE TÜRKİYE’YE CEZALANDIRMA HAMLESİ
Moskova’dan gelen bu mesajların, Rusya’dan S-400 alımı nedeniyle ABD Kongresi’nin Türkiye’ye yaptırım uygulanması konusunda geçen hafta yaptığı sert bir hamlenin hemen sonrasına rastlaması dikkat çekicidir.
Rusya tarafı savunma alanında işbirliğini ileri götürmeyi tasarlarken, Ankara önümüzdeki haftalarda, aylarda S-400 nedeniyle ABD cephesinde patlak vermesi muhtemel görünen bir krizi frenlemekle meşgul olabilir.
Yaklaşan kriz bulutlarının arkasında Rusya’dan S-400 alması nedeniyle ABD’nin Türkiye’ye uygulaması öngörülen, ancak Başkan
Dün bu egzersizi tekrarladığımda karşıma çıkan tabloyla ilgili gözlemlerimi ana başlıklar altında şöyle özetleyebilirim:
Öncelikle, günlük test sayısı 200 bin eşiğine yaklaşırken, ‘pozitif’ çıkma oranının ‘vakalar’da genellikle yüzde 17 bandına oturduğu gözleniyor. Test sayısı arttıkça vaka sayısı da buna paralel bir şekilde yukarı çıkıyor. Geçen hafta 4 Aralık Cuma günü 194 binin üstünde test yapılmış ve 32 bin 736 vaka (en yüksek) tespit edilmiştir. Ertesi gün toplam test sayısı 178 bine düştüğünde vaka sayısı da 31 bin 896’ya gerilemiştir.
Temel göstergelerin önemli bir bölümünde artış yönelişinin sürdüğünü söyleyebiliriz. Örnek vermek gerekirse, haftalık ortalamada günlük yeni vaka sayısı yaklaşık olarak 29 binden 31 bine çıkmıştır. 23 Kasım’da başlayan bir önceki hafta toplam 1.200 vatandaşımız vefat ederken, 30 Kasım’da başlayan geçen hafta kayıp sayısı 1.342’ye çıkmıştır.
AĞIR HASTA SAYISINDAKİ ARTIŞA DİKKAT
Asıl düşündürücü rakam ‘ağır hasta’ sayısındaki artıştır. 23 Kasım haftasının sonunda 29 Kasım’da ağır hasta toplamı 5 bin 11’e yükselirken, geçen hafta sonunda önceki gün bu sayı 5 bin 805’e çıkmıştır.
Kasım ayının büyük bir bölümünde göstergelerin hepsi katlanarak yükselmiştir. Örneğin, 1 Kasım tarihinde 2 bin 106 yeni belirtili ‘hasta’ açıklanırken, 1 Aralık tarihinde 6 bin 101 hasta sayısı duyurulmuştur. Yani bir ay içinde üç kat bir artış var. 1 Kasım’da 2 bin 177 ‘ağır hasta’ varken, 1 Aralık’ta bu sayı 5 bin 303’e yükselmiştir. Yaklaşık 2.4 katı bir artış söz konusu. 1 Kasım’da 74 kişi vefat etmiş, 1 Aralık’ta ise 190 kişi. Bu göstergedeki artış 2.5 kattır.
Geçen hafta gözlediğimiz yeni bir durum, bazı göstergelerdeki artış hızının önceki haftalar kadar sert olmamasıdır. Bir başka deyişle, bazı göstergelerdeki ikiye, üçe katlanma eğilimi yavaşlamıştır. Ancak böyle olması artış yönelişinin durduğu anlamına gelmiyor. Çizginin ucu hâlâ yukarı dönüktür.
Geçen hafta başı açıklanan ikinci dalga önlemlerin bir bölümünün ne şekilde sonuç vereceğini muhtemelen bu hafta sonuna doğru görebileceğiz. Özellikle hafta sonunda iki gün sokağa çıkma yasağının etkisi ancak önümüzdeki günlerde anlaşılabilecektir.
MÜZİK eğitimi için Paris’e ayak bastığında 1964 yılı ekim ayıydı. Henüz 18 yaşındaydı. Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra bir yıl Fransız Filolojisi’nde okumuş ve ardından Paris’e giderek buradaki prestijli müzik okulu ‘Ecole Normale de Musique de Paris’nin beste ve orkestra yönetimi bölümüne kaydolmuştu.
Yıllar sonra, “Müzik eğitimi için yurtdışına gitmem tiyatro sanatçısı annemin evini ipotek etmesiyle gerçekleşebildi” diye anlatacaktı annesi ünlü tiyatro sanatçısı Şehime Erton’un yaptığı fedakârlığı.
Kendi ifadesiyle, yaşlı bir madamın yanında bir oda tutar, bir duvar piyanosu kiralar ve günde en az dört-beş saat çalışmaya başlar. Bir yandan armoni, müzik tarihi, teknik, oda müziği, armonik analiz gibi derslerle, bir yandan da mide ülseri ile baş etmeye çalışır.
Paris’te yalnızlık günleridir onun için.