Paylaş
Onun yakın tarihte oynadığı rolü bütünlüğü içinde yerli yerine oturtmak çok katmanlı bir çabayı gerektiriyor.
Öncelikle, 1990’lı yıllarda Türkiye’de siyasetin akışında, birçok kritik gelişmenin arkasında Mesut Bey’in kararlarının, yaptığı hamlelerin izleriyle karşılaşıyoruz. Bu yıllar, siyasi istikrar anlamında Türkiye’nin genellikle krizler içinde savrulduğu bir dönemdir.
Bu arada, Mesut Bey’e ilişkin bir analizi yalnızca kendisinin 1990’lı yıllardaki rolüyle sınırlı tutmak da haksızlık olur. Bu dönemin ardından AB’ye tam üyelik müzakerelerindeki rolü üzerinden Türkiye’nin 2000’li yılların başlarındaki yönelişine yaptığı etkiye de kuvvetli bir projektör tutmak gerekir.
1991’DE ERKEN SEÇİM KARARI
Türkiye’de 1990’lı yıllarda siyasetin başat oyuncularından biridir Mesut Bey. Siyasi yolculuğundaki ilk büyük dönüm noktası 1991 yılında çekişmeli bir kongrede ANAP genel başkanlığına seçilip başbakanlığı üstlenmesidir. Üstelik, ANAP içinde Turgut Özal ile arasına bir mesafe koyarak, kendisini farklı bir kimlikle tanımlayarak bunu yapmıştır. Özal’ın reformcu çizgisini korumakla birlikte bazı şeyleri ondan farklı yapacağını taahhüt ederek o göreve gelmiştir.
Siyasi hayatının kritik bir kararı ANAP liderliğini üstlendikten sonra 1991 Ekim ayı için erken seçim çağrısında bulunmasıdır. Bu kararı DYP-SHP koalisyonunu işbaşına getirirken, kendisini de ana muhalefet lideri konumuna düşürmüştür. Mesut Bey, sonradan bu kararını hatalı bulduğunu söylemiştir. Ancak seçimin bir yıl sonra zamanında yapılması Süleyman Demirel’in DYP’sine doğru başlamış olan hareketliliği frenleyebilir miydi, bu da şüphelidir.
ÇİLLER-YILMAZ KAVGALARI
Aslında 1990’lı yıllarda Türkiye’de siyasetin ana akışını belirleyen çerçeve, 12 Eylül darbesinin 1980 öncesinin siyaset kadrolarını yasaklaması sonucu hem merkez sol hem de merkez sağda nehrin yatağının dağılmış olmasının yarattığı tahribattır.
İşte 1990’lı yıllar 12 Eylül’ün yol açtığı bu bölünmüşlük içinde ANAP ile DYP arasında, daha doğrusu liderleri Mesut Yılmaz ile Tansu Çiller arasında amansız bir mücadeleye sahne olmuştur. Mesut Bey’in 1990’lı yılların önemli bir bölümündeki serüveni bu kavga içinde yol almıştır. Kişilikleri, tarzları dikkate alındığında ikisinin bir büyük uzlaşıya varabilmeleri pek kolay değildi. Ancak bu kavga merkez sağdaki her iki kurumsal yapının da zemin kaybetmesine, süreç içinde merkez sağın çökmesine ve ‘Milli Görüş’ soyağacından gelip merkeze talip olan bir kadronun AK Parti kimliğiyle bu kulvara girip yerleşmesiyle sonuçlanmıştır.
28 ŞUBAT’TA ERKEN SEÇİME GİDEMEZ MİYDİ?
Mesut Bey’in siyasi hayatındaki en önemli dönemeçlerden biri Refah–Yol döneminde yaşanan ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de 28 Şubat kararlarıyla müdahil olduğu ağır siyasi krizden sonra 1997 Haziran ayında kurulan koalisyon hükümetinin başbakanlığını üstlenmiş olmasıdır. Bu dönem Türkiye’de hâlâ canlı bir tartışmanın konusu olduğu için Yılmaz’ın burada oynadığı rol de tartışmanın bir parçasıdır.
ANAP liderinin o konjonktürde bu görevi geri çevirmesini beklemek çok gerçekçi değildir. Her şeye rağmen, krizin kazandığı boyutlar karşısında Mesut Bey’in hükümeti kurması girilen türbülansın yatışmasında önemli bir rol oynamıştır.
Buna karşılık şimdi geriye dönüp baktığımızda şunu söyleyebiliriz: Ülkenin tam bir normalleşmeye girebilmesi için Mesut Bey’in erken seçime gidilmesi yönünde bir tutum alması makul bir çıkış yolu olabilirdi. Örneğin, 1997 sonbaharında düzenlenecek bir erken seçim yaşanan sarsıntının geride bırakılması ve milli iradeden yetki alarak demokratik rejimin yeni bir başlangıç yapması anlamında bir rahatlama getirir, bütün tartışmalar sona ererdi.
1991’de başbakanlığa geldikten sonra erken seçim için istekli olan Mesut Bey, bu kez o yola gitmekten kaçınmıştır. Ayrıca, bu yönde bir irade sergileseydi o koşullarda gereken desteği bulması da kolay olmayacaktı.
ASKERLE KAVGALARI
Mesut Bey’in başbakanlığı dönemi değerlendirirken başbakan olarak mesaisinin azımsanmayacak bir bölümünün askerlerle yaşadığı çekişmelerle geçtiği hatırlanabilir. İrtica ile mücadelenin askerlerin mi yoksa hükümetin mi görevi olduğu o dönemde uzun tartışmaların konusu olmuştur. MGK toplantıları sıkça bu tartışmaların gerilimiyle kaplanmıştır.
Dün arşivlere bakarken 18 Mart 1998 tarihli Hürriyet’in Başbakan Yılmaz’a atfen “27 Mart 28 Şubat olmayacaktır” şeklindeki dokuz sütuna manşetiyle karşılaştım. Spotlarda ANAP grup toplantısında konuşan Başbakan’ın, “27 Mart tarihinde yapılacak MGK’da askerin dayatma yapamayacağı, kendisinin orduya irtica ile mücadele görevi vermediği, üniversitelerdeki türban uygulamasının yanlış olduğu” yolundaki sözleri aktarılıyor.
Üç gün sonra 21 Mart 1998 tarihli Hürriyet’in yine dokuz sütundan duyurduğu “Askerin cevabı” manşeti, TSK üst kademesinin Yılmaz’ın grup konuşmasına verdiği yanıtı içeriyor. Komutanlar tek tek isimlerini vererek yaptıkları bu açıklamada “bölücülük ve irtica ile mücadeleden vazgeçmeyeceklerini” belirtiyorlar.
Bugünkü kuşaklar açısından bu manşetlerin içeriği gerçek ötesi gibi görünebilir. Ama çok değil 22 yıl öncesi ülkenin başbakanı ile TSK arasındaki ilişkilerin kamuoyu önünde ne kadar gerilimli bir şekilde seyrettiğini göstermesi bakımından alıntıladığımız manşetler yeteri kadar fikir vericidir. Aktardığımız krizle ilgili haberler, Mesut Bey’in bu çıkışı üzerine iktidar kanadındaki aktörlerin bir kısmından destek değil, askerlerle arasını düzeltmesi, tonunu düşürmesi için telkinlerle karşılaştığını anlatıyor.
Genelkurmay’ın ünlü 27 Nisan 2007 tarihli muhtırasının Türkiye’yi ne kadar sarstığını anımsayalım. Mesut Bey de birden çok benzer bildirilere hedef olmuştur. Ancak o yıllarda siyasette, medyada ve kamuoyunun önemli bir kesiminde bu bildiriler karşısında genelde yalnız kaldığını söylemek mümkündür.
Özetlemek gerekirse, askerler iktidarda olduğu dönemde Mesut Bey’e toplumun muhafazakâr kesimleri karşısında kendisine bir hareket alanı açabilmesi konusunda yardımcı bir tutum sergilememiştir.
AB REFORMLARINDA İTİCİ GÜÇTÜ
Mesut Bey’le ilgili her kapsamlı değerlendirme, özellikle 1999 yılında Bülent Ecevit’in başbakanlığında kurulan koalisyon hükümetinde AB reformları konusundaki oynadığı role geniş bir vurgu yapmak durumundadır. AB’nin 1999 sonundaki Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin tam üyelik adaylığı ilk kez kabul edildiğinde Yılmaz kabinede başbakan yardımcısıydı. Tam üyelik müzakerelerinin başlayabilmesi için AB’nin Kopenhag siyasi kriterlerinin karşılanması gerekmiştir. AB dosyasının kendisine verilmesiyle birlikte Mesut Bey, burada anahtar rolü oynamıştır. Tam üyelik müzakerelerinin koordinasyonu için kurulan AB Genel Sekreterliği Yılmaz’a bağlı olarak çalışmıştır.
2000-2002 yılları arasında AB’ye dönük ilk reform dalgasının bütün adımları büyük ölçüde Mesut Bey’in inisiyatifinde ilerlemiştir. Bu adımların bir bölümü televizyonlarda Kürtçe yasağının kalkması, idam cezasının kademeli bir şekilde kaldırılması gibi bir hayli dikenli konulardı. Ecevit, bu reformlara soğuk bakan diğer koalisyon ortağı MHP ve ayrıca TSK’yı bir şekilde dengelemeye çalışırken, Mesut Bey reform sürecinin ileri götürülmesinde ‘itici güç’ olarak hareket etmiştir. Dün sohbet ettiğim dönemin AB Genel Sekreteri Büyükelçi Volkan Vural, “Mesut Bey sahip çıkmasaydı biz bu işi yapamazdık” diye konuştu.
SUSURLUK RAPORUNU HAZIRLATTI
Mesut Bey’in genelde devlet kurumlarını, devletin yerleşik reflekslerini sorgulamaktan kaçınmayan bir çizgi izlediği kabul edilmelidir. Aslında bunun en çarpıcı örneği başbakanlığı sırasında Susurluk kazası hakkında üstlendiği inisiyatiftir. Yılmaz’ın Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’ı görevlendirerek hazırlattığı rapor Türkiye Cumhuriyeti tarihinde devlet kurumlarının karıştıkları yasadışı işlerin, problemli ilişkilerin gün ışığına çıkartılması konusunda önemli bir metindir ve bu yönüyle bir ilktir.
Başta belirttiğimiz gibi Mesut Bey’i tek bir yazıyla anlatmak iddiasında değiliz. Mesut Bey, eğitimi, geniş tecrübesi, muhakeme kabiliyeti, belagati, çok farklı disiplinlere hâkimiyeti başta olmak üzere önemli hasletlere sahip bir devlet adamıydı. Kuşkusuz, pek çok devlet adamının ölümünden sonra olduğu gibi, artıları, eksileri, yaptıkları ve yapmadıklarıyla birlikte onunla ilgili tartışma devam edecektir. Ancak bu tartışmada tarihteki rolüne kendisini çevreleyen koşulları da hesaba katan adil bir şekilde bakılması, gerçeğe saygının da gereğidir.
Paylaş