Jeffrey, Erdoğan’ı gücün dilini çok iyi okuyan bir aktör olarak görüyor, “Nerede boşluk görürse hemen hamle yapıyor” diye konuşuyor.
Ardından “Son sekiz ayda İdlib’de, Libya ve Yukarı Karabağ’da yaptıklarına bir bakın. Rusya ya da Rusya’nın müttefikleri her üçünde de kaybeden taraf oldular” diye ekliyor.
Buna karşılık, ABD’nin eski Bakü büyükelçilerinden Matthew Bryza ise Kafkasya bağlamında Rusya faktörünü Jeffrey’den biraz farklı değerlendiriyor, en azından Rusya’nın da bu bölgede kazanan taraf olduğunu söylüyor.
Bryza, geçen salı günü Azerbaycan Dışişleri Bakanlığı’nın akademik merkezi olan ADA Üniversitesi’nin düzenlediği toplantıya hitabında “Güney Kafkasya’daki jeopolitiğin değiştiğini” belirttikten sonra, buradaki boşluğu “Türkiye ve Rusya’nın doldurduklarını” söylüyor.
‘TÜRKİYE’YE BOŞLUK BIRAKMAYALIM’ TEMASI
Türkiye’nin jeopolitik boşluklardan yararlandığı teması bir süredir Batılı çevrelerde sıkça karşımıza çıkıyor. Örneğin, Almanya’nın Dışişleri Bakanı Heiko Maas, bu ayın başında ülkesinde yayımlanan “Der Spiegel” dergisine verdiği demeçte, Avrupa ve ABD’nin stratejik olarak yeniden daha yakın çalışması gerektiğini kaydederek şöyle diyor:
“Libya ya da Suriye’de olduğu gibi, Rusya ya da Türkiye tarafından doldurulan bir boşluk bırakmamalıyız...”
İlginçtir ki, Rusya cephesindeki bazı kesimlerde de benzer çıkışlara rastlamak mümkün. Rusya’da yayımlanan ve daha çok iş çevrelerine seslenen “
Gazeteci, ardından Merkel, Macron, Trump, Erdoğan ve Lukaşenko isimlerini sıralıyor.
Putin, ismi geçenlerin hepsinin ülkelerinin karşılaştıkları sınamaların üstesinden gelmeye çalıştıklarını belirterek, şöyle diyor:
“İyi bilinen bir deyiş vardır, iyi ya da kötü çıkarlar yoktur, yalnızca ulusal çıkarlar vardır diye... Bu benim için de geçerli. İnsanları da iyi ya da kötü diye ayırmam. Rusya’nın çıkarları açısından en iyi sonuçları elde edebilmek için herkesle çalışırım. Bazen uzlaşma ihtiyacı ortaya çıkar, bazen de aldığınız pozisyondan gerilememeniz gerekir...”
Derken sözü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a getiriyor Putin ve şöyle konuşuyor:
“Cumhurbaşkanı Erdoğan’la belli konularda farklı, zaman zaman da birbirine zıt düşen görüşlerimiz oluyor. Ama verdiği sözü tutan bir adam o. Bir şeyin ülkesinin yararına olduğunu düşünüyorsa da, sonuna kadar gidiyor. Bu, öngörülebilirlikle ilgili bir konu. Kiminle iş yaptığınızı bilmek önemlidir.”
*
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen cuma günü gazetecilerin kendisine Putin’in “sözünde durmak”la ilgili bu ifadesini hatırlatmaları üzerine şöyle bir karşılık veriyor:
“Putin’le tanıştığımdan bu yana ben de kendisini aynen bu şekilde tanıdım. Gerçekten özü, sözü bir, verdiği sözde duran... İkili ilişkilerimizde gerçekten hiçbir devletle neredeyse bu tür münasebetlerimizi güçlü götürebildiğimiz ülke nadidedir...”
Bu tartışmaya bakarken, AİHM kararlarının uygulanmasında sorun çıkması halinde Avrupa Konseyi içindeki denetim mekanizmasının nasıl işlediği, ne gibi yöntemlerin kullanıldığını gösteren örneklere göz atmak fikir verici olacaktır. Değindiğimiz tartışma çerçevesinde yakın zamandan verilecek en önemli örnek, Azerbaycan ile Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi arasında Ilgar Mammadov davasında yaşanan çekişme ve uzun bir zamana yayılan bu çekişmenin sonuçlandırılış şeklidir.
AİHM’DE YENİ BİR YÖNELİŞ
Mammadov, Azerbaycan’da muhalif bir partinin kurucuları arasında yer alıp, daha sonra kendi internet sitesinden yayınlar yapan bir aktivist. Kamu düzenini bozduğu, güvenlik güçlerine karşı direndiği, şiddete başvurduğu gibi gerekçelerle 2013 yılında tutuklanarak yedi yıl hapse mahkûm ediliyor.
AİHM, 22 Mayıs 2014 tarihinde Azerbaycan’a Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) iki maddesinden ‘ihlal’ veriyor. Bunlardan birincisi, tutuklamalara ilişkin ‘özgürlük ve güvenlik hakkı’nı düzenleyen AİHS’nin 5’inci maddesidir.
Bir diğer ihlal AİHS’nin ‘kısıtlamaların sınırlanmasına’ ilişkin 18’inci maddesinden veriliyor. Söz konusu madde “Hak ve özgürlüklere bu Sözleşme hükümleri ile izin verilen kısıtlamalar öngörüldükleri amaç dışında uygulanamaz” hükmünü taşıyor.
Bu madde üzerinde özellikle durmamız gerekiyor. AİHM’nin tutuklamalarda amaç dışına çıkıldığı görüşüyle 18’inci madde üzerinden ihlal vermeye başlaması, aslında mahkemenin tarihinde son 15 yıl içinde ortaya çıkmakta olan bir yöneliş. Ancak bugüne dek çok sınırlı durumlarda bu maddeden ihlal kararı çıktı. Mammadov, Batı dünyasının yoğun ilgisi altında bu ihlaller arasında en çok konuşulan dosya oldu. Türkiye’ye bu maddelerden ihlal, bugüne dek Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş dosyaları olmak üzere yalnızca iki kez verildi.
(AİHM, ayrıca Mammadov dosyasında üç yıl sonra 16 Kasım 2017’de ‘adil yargılanma hakkı’na ilişkin AİHS’nin 6’ncı maddesinden de bir ihlal vermiştir.)
BAKANLAR KOMİTESİ İZLEMEYE ALIYOR
Bu yöndeki iyimser beklentiler bir düzlemde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarından kaynaklanıyor. Örneğin, “Kendimizi başka yerlerde değil, Avrupa’da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı düşünüyoruz” diye konuşuyor Cumhurbaşkanı Erdoğan. (21 Kasım)
Son AB Zirvesi’nden çıkan kararların Ankara’da resmi düzeyde genellikle -bardağın dolu tarafından- görülüp olumlu tepki alması bu havayı destekliyor. Erdoğan’ın zirveden sonra AB liderleriyle yaptığı telefon görüşmelerindeki mesajlar da yine bu tonu yansıttı.
Cumhurbaşkanı, AB Konseyi Başkanı Charles Michel ile 15 Aralık’taki telefon görüşmesinde kendisine “Türkiye’nin geleceğini AB ile birlikte kurma tasavvurunu” anlatarak, “Türkiye-AB ilişkilerinde atılan her olumlu adımı yeni bir fırsat penceresi olarak değerlendirdiklerini” ifade etti.
Erdoğan, 18 Aralık’ta Almanya Şansölyesi Angela Merkel ile görüştükten sonra da “Türkiye’nin AB ile ilişkilerde yeni bir sayfa açmak istediğini” belirtti.
AVRUPA İLE YENİ BİR iKLİM Mİ?
Bütün bu işaretleri tamamlayan bir çerçeve içinde bugünlerde Ankara’da Avrupa’ya dönük uzantıları da olan bazı reform hazırlıkları yürütülüyor bir taraftan, demokratikleşme ve yargı alanlarını da içerecek şekilde...
Bu arada, Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, “Hâkimlerin vermiş olduğu kararlarda, Anayasa Mahkemesi ve AİHM’nin vermiş olduğu kararlara yönelik bir ihlal söz konusuysa, (durumun) bu ihlali yapan hâkim ve savcıların terfilerinde dikkate alınacağını” söylüyor. (9 Aralık, TBMM Bütçe konuşması)
Hepsini yan yana getirdiğimizde, Avrupa ile ilişkilerde bazı şeylerin değişebileceği yolunda bir görüntü beliriyor.
Bu anlaşma, 17 Eylül 2018 tarihinde yine ikisi arasında bu kez Soçi’de imzalanan bir önceki mutabakatla şekillenen, ancak geçen şubat ayı sonuna kadar süren sıcak çatışmalar sonucu geçersiz hale gelen eski statükonun yerine İdlib’de yeni bir dengenin ortaya çıktığını belgeliyordu.
Önce eski statükoyu hatırlayalım. İdlib, Suriye’deki iç savaşın son aşamasına girilirken ülkenin batısında silahlı muhalefetin kontrolü altında tuttuğu son toprak parçası olarak kalmıştı. Türkiye, Rusya ve İran’ın bir araya geldiği Astana sürecinde, İdlib 2017 yılında ‘Çatışmasızlık Bölgesi’ ilan edildi. Bu çerçevede TSK’nın 2017 Ekim-2018 Mayıs döneminde İdlib’de tesis ettiği 12 gözlem noktası ile çatışmasızlığı denetlemesi öngörüldü. Çatışmalar buna rağmen alevlenince, Erdoğan ile Putin arasında varılan 2018 Soçi Mutabakatı yeni bir ateşkes düzeni getirdi İdlib’e.
Ancak işler planladığı gibi yürümedi. Soçi’de kurgulanan düzen uygulamada bir süre sonra boşlukta kaldı. Esad ordusu, Rus Hava Kuvvetleri’nin güçlü desteğiyle 2019 yazından itibaren başlatılan ve adım adım ilerleyen askeri operasyonlarla, Halep’i güneye doğru başkent Şam’a bağlayan M-5 otoyolunu silahlı muhaliflerden geri almaya başladı. Rejim ordusu, Halep’i batıda Lazkiye’ye, Akdeniz’e bağlayan M-4 karayolunu hedefleyerek kuzeye doğru yaklaşmaya da başlamıştı geçen şubat ayına gelindiğinde.
Kırılma, geçen şubat ayında bir tarafında muhalifler ve Türkiye, karşı tarafında ise rejim ve Rusya’nın yer aldığı bir hatta -M-4 ile M-5’in kesişme noktasındaki- Serakib’de yaşanan sıcak çatışmalarla ortaya çıktı.
Bu sırada İdlib’e ciddi ölçüde asker sevkıyatı yapan TSK da M-4’ün altındaki bölgeye indi. Çatışmalar sürerken 27 Şubat tarihinde M-4 otoyolunun 10 kilometre kadar güneyinde hareket halindeki bir Türk askeri konvoyu Rus ve Suriye savaş uçaklarının birlikte düzenledikleri bir saldırının hedef oldu. Haritada işaretlediğimiz Al Barah yerleşiminin üç kilometre kuzeybatısındaki Balyun’daki bu saldırıda 34 Türk askeri şehit oldu.
Moskova’da imzalanan 5 Mart Mutabakatı, tam o noktada sahadaki fiili durumu dondurdu ve yeni statüko olarak tescil etti.
REJİMİN KUZEYE ÇIKIŞI FRENLENDİ
Bu mutabakatın ana mantığı, A) Kuzeyden güneye inen M-5 otoyolu ile doğusunu olduğu gibi ve batısında daha sınırlı bir alanı rejime bırakırken, B) Doğu-batı aksındaki M-4 otoyolunun üstündeki bölgeyi, otoyolunu ve bu yolun altında en uzak noktasında 20 kilometre derinlik kazanan bir alanı bu aşamada TSK’nın sahadaki askeri varlığı üzerinden muhalefet bölgesi olarak tutmasıdır.
Bakan, internet sitelerinin gördüğü ilgiden çok memnun bu mesajında. “Salgının seyrini gösteren ayrıntılı grafiği; günlük ve haftalık durum raporlarını içeren sayfamız 270 MİLYON KEZ ziyaret edildi” diye yazmış.
Mesajın sonunda Bakan Koca’nın bir daveti var vatandaşlara. Şöyle diyor:
“Doğru bilgi için her zaman bekleriz: http://covid19.saglik.gov.tr”
BAKANLIK DOĞRU ADIMI ATMIŞTI
Ben de bir gazeteci olarak kendisinin bu davetine sıkça icabet ettim ve her akşam açıklanan turkuvaz tablolara ek web sitesine konan günlük ve haftalık ayrıntılı ‘Durum Raporları’nı dikkatle izledim uzun bir süre.
Türkçe ve İngilizce iki ayrı dilde hazırlanan bu raporlar haziran ayı sonundan itibaren yayımlanmaya başlandı. İlk ayrıntılı günlük rapor 29 Haziran tarihini taşıyor. Sekiz sayfa tutan ilk haftalık rapor ise 29 Haziran-5 Temmuz arası zaman kesitini kapsıyor.
Bu raporların önemli bir yönü, salgınla ilgili bir hayli ayrıntılı veri aktarmalarıydı. Vakaların özellikle yaş gruplarına ve bölgelere göre dağılımlarının verilmesi, ayrıca bölgesel bazda artış ya da düşüş oranlarının gösterilmesi yararlıydı. Raporların bu formatı, salgının 12 bölge üzerinden Türkiye coğrafyası üzerindeki seyrini anlamamızı, nerede ivme kazandığını, nerede gerilemekte olduğunu karşılaştırmalı bir şekilde okuyabilmemizi mümkün kılıyordu.
Şeffaflık yönünde doğru bir adımdı. Ben de bu düşünceyle
Nasıl götürmesin ki... Geçen hafta AB Zirvesi’nde Türkiye’ye uygulanacak yaptırımların derecesi konusunda Avrupalılar arasındaki çekişmeyi ve ardından mevcut yaptırımların mart ayına kadar sürdürülmesi şeklinde aldıkları kararı izlemekle meşguldük.
Geride bırakmakta olduğumuz haftayı ise ABD Başkanı Donald Trump’ın Rusya’dan S-400 alımı nedeniyle Türkiye’ye uygulanmasına karar verdiği yaptırımlara tepki göstererek geçirdik.
Sonuçta yüzümüzü Türkiye’nin Batı ile ilişkilerine çevirdiğimizde, ister Avrupa cephesine bakalım ister ABD cephesine, farklı gerekçelerle getirilmiş ve farklı alanlarda düzenlenmiş bir yaptırım silsilesi ile karşılaşıyoruz.
Yaptırımların etkisinin şiddetli ya da hafif olmasından daha çok önem taşıyan, Türkiye ile ilişki biçiminde bu gibi zorlayıcı önlemler üzerinden baskı kurma, cezalandırma saiki ile hareket etmenin gerek ABD gerek AB cephesinde yerleşik bir davranış biçimine dönüşmekte oluşudur.
İnsanlar gibi ülkelerin de birbirlerine yaptırım uygulamaları her zaman ilişkilerin dokusunu bozan, olumsuz duyguları tetikleyen, bunları biriktiren bir iklim yaratır. Bu iklim zamanla kamuoylarındaki algıları da bozarak, sıkça yaptırıma neden olan sorunların çözümünü de engelleyen bir işlev kazanabilir.
*
Meselenin üzerinde durmamız gereken bir yönü, Türkiye’nin yaptırım uygulayan ülkelerin büyük bir bölümüyle birden çok uluslararası örgütte ortaklık, müttefiklik ilişkisi içinde olmasıdır. AB bünyesinde yaptırım kartını oynayan ülkeler örneğin Almanya ve Fransa, aynı zamanda ABD’nin başat aktör olduğu NATO içinde de Türkiye’nin askeri müttefiki konumundadırlar.
Bu arada, Batı’daki aktörler ve kurumlar arasındaki iç içelik çerçevesinde en kayda değer yönelişlerden biri geçen hafta Brüksel’de yapılan AB zirvesinde uç vermiştir. AB liderleri, “
Türkiye’nin 1952 yılında NATO’ya üye olması, Sovyetler Birliği’ni askeri gücünün geniş bir bölümünü bu bölgede tutmak zorunda bırakmıştır. Bu da Orta Avrupa üzerindeki Sovyet baskısını kayda değer bir derecede azaltmıştır. Bu durumun yarattığı önemli bir sonuç var. Şöyle ki, Batı Avrupa ülkeleri, NATO’nun sağladığı bu güvenli ve istikrarlı ortam içinde kendi aralarındaki birliği (AB) inşa edebilme imkânını bulabilmiştir. Batı Avrupa’nın yararlandığı bu güvenlik ve istikrar ortamının yaratılmasında Türkiye yüksek bir askeri külfet üstlenmiştir.
Daha önce NATO’da Türkiye’nin daimi temsilcisi olarak görev yapmış olan üç büyükelçi, son yaptırım krizini değerlendirmek üzere ortaklaşa kaleme aldıkları makalede, Türkiye’nin NATO içindeki güvenilirliğiyle ilgili eleştirilere karşılık verirken öncelikle bu tarihi perspektifle yola koyuluyor. Yazının hemen başında bu yöndeki eleştirilere “sağlıklı bir dozda hakikatin enjekte edilmesi gerektiğini” vurguluyorlar.
Türkiye’nin geçen 70 yıl zarfında ittifak içinde oynadığı rolü ayrıntılı bir şekilde anlatan emekli büyükelçiler, bugün gelinen noktada Türkiye’nin NATO’daki konumunun sorgulanmasına kuvvetle itiraz ediyorlar. Ve “yapıcı” olduğunu düşündükleri önerileriyle bir çıkış yolu gösteriyorlar.
CÖMERT TEKNOLOJİ TRANSFERİ
“Türkiye ve NATO: S-400 Atışmasına Çözüm Bulmak” başlıklı bu makale, Avrupa’nın savunma, güvenlik ve strateji konularında uzmanlaşmış önde gelen düşünce kuruluşlarından “Avrupa Liderlik Ağı”nın web sitesinde yayımlandı önceki gün.
Ortak makalenin yazarlarından biri, 2002-2004 yılları arasında Türkiye’nin NATO nezdindeki daimi temsilciliğini üstlenen Büyükelçi Ahmet Üzümcü. İkinci ortak yazar, 2004-2006 yılları arasında NATO’da Üzümcü’nün halefi olarak görev yapan Büyükelçi Ümit Pamir. Türkiye’yi 2013-2018 yıllarında NATO’da temsil eden Büyükelçi Fatih Ceylan grubu tamamlıyor.
Büyükelçiler, mevcut krizin NATO dayanışması içinde tarafların “ver-al” anlayışıyla yaklaşacakları bir çerçevede iki tarafı da tatmin edecek bir uzlaşıyla pekâlâ aşılabileceğini düşünüyorlar.
Önerilen uzlaşının birinci ayağı, Türkiye’nin NATO içinde -denetlenebilir bir şekilde- S-400 sistemlerini aktive etmeyeceği yolunda bir taahhütte bulunmasıdır.