Biden’ın ayrıca Brüksel’de AB liderleri ile buluşmasını da bu yüklü programın önemli bir ayağı olarak görmeliyiz.
Bu yoğun zirveler ve aynı zamanlama içinde yürütülecek ikili görüşmeler trafiği, Batı ittifakının yeni dönemdeki hareket tarzının, bu çerçevede özellikle Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti karşısında izlenecek stratejilerin şekillenmesi bakımından kritik önem taşıyor. Kuşkusuz, burada belirecek yönelişlerin sonuçları her bakımdan Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor.
DEMOKRASİLER GÜCÜNÜ ORTAYA KOYMALI
Bu toplantılar aynı zamanda Biden’ın Batı dünyası kurumları ve liderleriyle başkan kimliğiyle ilk kez buluşmasına sahne olacak. Peki Biden, özellikle G-7, NATO zirveleri ve AB toplantılarında hangi mesajları verecek?
Biden, geçen pazar günü bu gezisiyle ilgili olarak The Washington Post gazetesine yazdığı makalede, Avrupa gezisinin dünya demokrasilerini yeniden bir araya toplamayı, harekete geçirmeyi hedeflediğini belirtiyor.
Biden, yazısında “ABD’nin müttefiklerine ve ortaklarına taahhütlerini yenileyeceğini” belirtikten sonra şunları söylüyor:
“İçinde bulunduğumuz zamanın tanımlayıcı sorusu şudur: Demokrasiler süratle değişmekte olan bir dünyada insanlarımızın dertlerine derman olabilmek için bir araya gelebilirler mi? Geçen yüzyılın önemli bir bölümünü şekillendiren demokratik ittifaklar ve kurumlar, bugünün tehditlerine ve hasımlarına karşı güçlerini, yeteneklerini kanıtlayabilirler mi? Bu hafta Avrupa’da bunu kanıtlayacak fırsata sahibiz.”
Özetle, özellikle
Galiba yalnızca Türk resmi makamları ve kamuoyu değil ama bütün uluslararası aktörler açısından da Türkiye ile ABD arasındaki ilişkinin bu görüşmeden sonra nasıl bir doğrultuya gireceği büyük bir merak konusudur.
ERDOĞAN OLUMSUZ ALGIYI DEĞİŞTİRMEK İSTİYOR
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başkan Biden ile arasında diyalog kurulamadığı yolundaki algıyı değiştirmeyi, Brüksel’deki görüşmeden bir başarı öyküsü ile ayrılmayı arzuluyor. Dünyanın en büyük gücü ABD’nin yeni lideri ile ilk görüşmesinden samimi fotoğraflar ve olumlu bir bilançonun yarattığı bir rüzgârla ayrılabildiği takdirde, bunu her şeyden önce kendi liderliğinin başarı hanesine yazacaktır Erdoğan.
Ayrıca, Türk ekonomisinin kırılganlıklarını dikkate aldığımızda, Erdoğan ile Biden’ın olumlu bir tablo çizmelerinin piyasalara kuvvetli bir mesaj göndereceği de aşikârdır.
Brüksel buluşmasında bu yönde bir havanın belirmesi sadece içteki durum ve ekonomi açısından değil aynı zamanda Erdoğan’ın dış politikayı rahat bir zeminde yürütebilmesi bakımından da gerekli. Öncelikle, iki ülke arasındaki ciddi anlaşmazlık konularının ele alınabilmesi, bu başlıklarda ilerleme sağlanabilmesi bakımından bu ihtiyaç var.
Fetullah Gülen’in Pensilvanya’da ikamet etmesi ve ABD’nin PKK’nın uzantısı YPG’yi Suriye’de kendisine askeri müttefik seçmesini hemen ilk iki başlık olarak sıralayalım. Bunların dışında Türkiye ile ABD’nin gerçekten de birlikte çalışmaları gereken Afganistan’dan
Libya’ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılan uzun bir bölgesel sorunlar gündemi var.
Bu arada, ABD ile ilişkilerin belirsizlik içinde seyretmesinin sonuçları sadece Ankara ile Washington arasında sınırlı kalmıyor. ABD ile işlerin kötü gitmesi, Türkiye’nin dış politikada pek çok alanda manevra sahasını daraltma potansiyeli taşıyor.
Ve geleceği duyurulan yeni video kayıtlarıyla kamuoyunun önümüzdeki günlerde bu çıkışlar üzerinden dalgalanmaya devam edeceğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yok.
Yapılan anketlerin nicelik olarak toplumun yabana atılmayacak bir kesiminin söz konusu kayıtlardan haberdar olduğunu göstermesi bu beklentiyi teyit ediyor.
Hadisenin bu yönde ilerlemesi üzerine iktidar partisi önceki gün bir açıklamayla kamuoyu karşısında tutum alma ihtiyacını duymuştur. AK Parti Grup Başkanvekili Bülent Turan, “Yanlış yapan hele ki bizim partimizden varsa, bunu ayıklamak, temizlemek bizim görevimiz. AK Parti’nin hatası varsa bireysel olarak bunun gereğini AK Parti yapmak durumundadır, yaparız” diye konuşmuştur.
Turan, buna karşılık İçişleri Bakanı Süleyman Soylu hakkındaki iddialarla ilgili TBMM Komisyonu kurulması önerisine kapıyı kapalı tutmuştur. Gerekçesini “Biz, Meclisimizi, mafya liderlerinin, Twitter köşelerinin, kahvehane ağzının gündemiyle değerlendirmeyiz” sözleriyle açıklamıştır.
Gelgelelim “10 bin dolar alan siyasetçi” tartışmaları sorulduğunda, “Hukukun gereği neyse yapmak lazım. 10 bin dolar ya da başka bir şey, elde ne varsa ortaya konmalı. Kimin elinde bilgi belge varsa savcılarla paylaşmalı” diyor AK Parti temsilcisi.
AK PARTİ GRUP BAŞKANVEKİLİNİN MESAJI NEREYE GİDİYOR?
Neresinden bakılırsa bakılsın AK Parti’den gelen bu açıklama, bir “yanlış” ihtimalini dışlamadığı ve bu yanlış ortaya konduğu takdirde gereğini yapma taahhüdünü içerdiği için not edilmelidir. En azından ortaya çıkmış olan bir sorunun varlığını görmezden gelme çizgisinden ayrılan bir tutumdur. Öyle anlaşılıyor ki kamuoyunun geniş bir kesiminde eleştirel seslerin yükselmeye başlaması, AK Parti yönetimini tutumunu gözden geçirmeye yöneltiyor.
Ayrıca, geçmişte bu “
Ama dün ülkemizin jeoloji alanındaki önde gelen bilim insanlarından Prof. Naci Görür ile yaptığım sohbette aldığım notlar üzerinden giderken, ben parantezi 10 bin yıl kadar öncesinden açıp bugüne getiriyorum. Öncesindeki milyonlarca yılı bu aşamada parantezin dışında tutuyorum.
Tabii 10 bin yıl önce dediğimiz zaman, yerkürede denizlerin seviyesinin bugüne kıyasla 120 metre kadar daha alçakta olduğu bir zaman kesitinden söz ediyoruz. Kara parçalarını kaplayan buzulların henüz büyük ölçüde çözülmediği bir çağdayız.
Bugünkü Marmara havzası, denizlerden izole edilmiş küçük bir oksinik göl konumunda. Yani oksijen azlığı söz konusu bu gölde. Keza Karadeniz de bir göl. Bugünkü İstanbul Boğazı ise kıvrımlı bir akarsu vadisi görünümünde. Kuzey Ege’de bir deniz yok henüz.
VE MARMARA DOĞUYOR
Akademik kariyerinin önemli bir bölümünü Marmara Denizi’nin zemininin jeolojik yapısını inceleyerek geçiren Prof. Görür’ün anlatımına göre, işte bu zaman eşiğinde buzulların erimeye başlaması ve bunun sonucu olarak denizlerin seviyesinin yükselmesi bu tabloyu yavaş yavaş değiştiriyor. Akdeniz’in suları yükselmeye, Çanakkale Boğazı’ndaki vadiden geçmek suretiyle Marmara havzasına doğru ilerlemeye başlıyor. Havzadaki gölün Akdeniz’in sularını almasıyla bugünkü Marmara Denizi’nin oluşumu gerçekleşiyor.
Marmara’nın suyunun İstanbul’daki vadiyi doldurmasıyla İstanbul Boğazı da oluşuyor. Bu oluşum tamamlandığında zaman sayacına bakarsak tahminen bugünün 7 bin 300 yıl kadar öncesindeyiz.
Tüm bu noktada Prof. Görür’ün dikkat çektiği bir husus var. İstanbul Boğazı ile Karadeniz arasında o dönemde 100 metre kadar bir kod farkı var. Bu nedenle Boğaz’ın suları aşağıda kalan Karadeniz gölüne yüksekten Niagara’dan 33 kat daha güçlü bir şelale olarak akıyor, büyük bir gürültüyle.
Hatta bu sırada meydana gelen doğa olayı gölün civarında yaşamaya başlamış olan insanların Mezopotamya’ya doğru kaçmalarına da yol açıyor. Bu doğa olayının “
Denizde büyük ölçüde kirli su ve tarımsal-endüstriyel atıkların etkisiyle oluşan mikrobiyolojik varlıklar, adeta dev bir organizma halinde sahillerimizi basarak bazı noktalarda insanların denize çıkışını engelliyor.
Suyun üstünde karşımıza çıkan görüntü, bu mikrobiyolojik varlıkların dikey bir hareketle dibe doğru ilerleyerek özellikle derin sulara ve deniz yatağına yayılmasının bir uzantısı. Aslında denizin altındaki başkalaşımla ilgili kuvvetli bir uyarı bu yaşadığımız.
Günlerdir Marmara’nın birçok noktasında sahili kuşatan bu bu tuhaf hadiseyi şaşkınlık içinde izliyoruz. Hepimizi daha da çok şaşırtan, deniz salyasının suyun altındaki derinliklerde ne kadar geniş bir alana nüfuz etmiş olduğu gerçeğidir. Bunu balıkadamların yaptıkları kayıtlardan, çektikleri fotoğraflardan görebiliyoruz. Yayıldığı, kapladığı yerlerde hayatın başkalaştığını, yavaş yavaş sona erdiğini, bütün bir ekosistemin tahrip olduğunu öğreniyoruz.
Bundan önce ülkemizde tanık olduğumuz çevre felaketlerine hiç benzemiyor. Marmara’yı böyle bir kabusun rehin alması çocukluğumuzda belki bir öyküde, yaratıcı bir film senaryosunda karşımıza çıkabilecek bir kurgusal gerçeklik olabilirdi. Ama deniz salyasının sahilleri basarak insanları kıyılara hapsetmeye başlaması 2021 yılı Türkiye’sinde kurgu değil gerçeğin kendisidir.
MARMARA’NIN ALTINDA HAYAT BİTİYOR
Meselenin garip olan tarafı şurada. Bu felaket bir günde aniden ortaya çıkmamıştır. Deprem, jeoloji biliminin tespitleri içinde geleceğini tahmin ettiğimiz ancak zamanını öngöremediğimiz bir olaydır. Her zaman bir baskın halinde kendisini gösterir. Oysa müsilajın oluşumu öyle değil. Bu konudaki bütün açıklamaları okudukça karşımızda beliren korkutucu tablonun aslında yeni olmadığını anlıyoruz. Kendisini göstere göstere gelmiş ve hükümranlığını yaymış Marmara’nın dört bir köşesine.
Bandırma 17 Eylül Üniversitesi Denizcilik Fakültesi Dekanı Prof. Mustafa Sarı, bizzat yaptığı dalışlarda karşılaştığı görüntüleri anlatırken, müsilajın kıyıdan başladığını, 5 metreden itibaren yoğunlaştığını, 18 metreden sonra maksimum yoğunluğa ulaştığını anlatıyor.
Prof.
Geçenlerde Suudi Arabistan’la ilişkilerdeki normalleşme arayışlarını incelerken karşıma çıkan ambargo tablosu bu bakımdan gerçekten düşündürücüydü. Suudi Arabistan, geçen yıl Türk müteahhitlerinin bu ülkede yeni projeler üstlenmelerini neredeyse durma noktasına getirmiş, ayrıca bu yılın ilk çeyreğinde Türkiye’den ithalatını bir yıl önceki aynı döneme kıyasla yaklaşık yüzde 90 oranında kesmişti.
Suudi Arabistan’ın bu tutumunun gerisinde ilişkilerde siyasi düzeyde yaşanan sıkıntılar rol oynuyor. Suudi görevlilerin kendi vatandaşları olan gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı 2018 yılında İstanbul’daki başkonsolosluklarında öldürüp cesedini ortadan kaldırmalarına Türkiye’nin uluslararası alanda verdiği kuvvetli tepkinin burada önemli bir faktör olduğunu tahmin etmek zor değil. Ayrıca, Suudi Arabistan’ın bölgede kendisine tehdit olarak gördüğü Müslüman Kardeşler örgütüne Türkiye’nin gösterdiği yakınlıktan -Mısır gibi- eskiden beri rahatsızlık duyduğu biliniyor.
MISIR CEPHESİNDEKİ TABLO
Türkiye’nin Mısır ile ilişkilerini normalleştirme yönündeki çabalarına baktığımızda, ekonomik ilişkilerin siyasi düzeydeki sıkıntılardan ciddi bir şekilde etkilenmediğini belirtmeliyiz. Bununla birlikte, Mısır’da 2013 yılındaki gerçekleştirilen darbeden sonra ikili ilişkilerin bozulması, bu ülkenin Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de enerji alanındaki kurumsal yapılanmaların dışında tutma yönünde karşı hamlelerini beraberinde getirmiştir.
Mısır’ın Türkiye karşısında başvurduğu yöntem normalleşme sürecini belli siyasi koşullara bağlamasıdır. Kahire’nin normalleşme için çizdiği yol haritasında, Türkiye’de Sisi rejimine karşı yayın yapan muhalif TV kanallarının yayınlarının disiplin altına alınması, bir bu kadar önemlisi Kahire’deki rejimin terörist olarak ilan ettiği Türkiye’de bulunan bazı muhaliflerin Mısır’a iade edilmesi gibi talepler yer alıyor.
AB’NİN YAPTIRIM DENKLEMİ
Türkiye’ye karşı yaptırım söyleminin Avrupa Birliği cephesinde tam anlamıyla yerleştiğini söylemek mümkün. AB, özellikle geçen yaz sonu ve eylül ayında Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Yunanistan arasında sismik araştırma ve sondaj faaliyetleri nedeniyle savaş gemilerinin de sahaya çıkmasıyla yaşanan yüksek gerilimin ardından, yaptırım kartını Türkiye’ye karşı resmi politikası haline getirmiş bulunuyor.
AB’nin bu politikasının ilk adımı geçen 2 Ekim’deki AB Zirvesi’nde alınan bir kararla atılmıştı. Buna göre, “
Bu alan, organize suç örgütleri ile devlet kurumlarının ve siyasetin kesişme noktalarını konu alıyor.
Muhtemeldir ki, yapılacak bir tespit, bu örgütlerin bazı önde gelen isimlerinin her seferinde özellikle siyaset kurumu ile ilişki tesis ederek kendilerine bir meşruiyet zemini devşirmeye çalıştıkları olacaktır. Ancak işin burada kalmadığı, yer yer siyasi süreçlere etki etmeye çalıştıkları, müdahil olabildikleri, hatta bazen ciddi sonuçlara da yol açtıkları bir olgu olarak teslim edilecektir.
Buradaki örtüşme alanlarının -siyasi konjonktüre ve ülkede hukuk düzeninin o andaki etkin işleyiş derecesine bağlı olarak- bazen genişlediği, bazen de daraldığı muhtelif vakalar üstünden anlatılabilecektir.
Ve sınırlı sayıda aktörün tekrarlayan bir döngü içinde sürekli sahnede boy göstermeye devam etmesi herhalde altı çizilecek temalardan biri olacaktır.
TÜRKBANK SKANDALI
Bu başlık üzerinde düşünürken, görevim gereği gazeteci olarak siyaseti Ankara’da çok yakından izlemek durumunda olduğum 1990’lı yılların ikinci yarısındaki gelişmeleri hatırlamaktan kendimi alıkoyamadım.
Bu çerçevede yakın tarihimizde önemli bir kırılma, 1998 sonbaharı Türkiye’de siyaset üzerinde bir deprem etkisi yapan Türkbank dosyasıyla yaşandı. Bu skandala, devletin açtığı bir banka ihalesini kazanan Korkmaz Yiğit isimli bir işadamının, muhtelif suçlardan birçok kez hüküm giymiş olan organize suç örgütü lideri Alaattin Çakıcı ile temasının bulunduğunun ortaya çıkması yol açmıştı.
İkisi arasındaki irtibatı gösteren istihbaratın devlet birimlerine gelmiş olmasına rağmen,
Sonunda idari yargı alanında meydana gelen, aynı zamanda siyaset sahnesini de meşgul eden bir dizi gelişmenin ardından tam 86 yıl sonra Ayasofya yeniden cami olarak ibadete açıldı. 24 Temmuz 2020 günü kılınan cuma namazına AK Parti organizasyonunun da aktif katkısıyla Türkiye’nin dört bir tarafından gelen 350 bin dolayında insan katıldı.
Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürülmesi, kuşkusuz Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yalnızca başkanlığı değil bütün iktidar döneminin en iz bırakıcı icraatlarından biri olarak şimdiden kayda geçmiştir. Dini, kültürel, toplumsal ve siyasi sonuçları dikkate alındığında, her bakımdan çok yüklü anlamlar taşıyan, temel yönelişlerin altını çizen bir karardır.
TARTIŞMA İLK GÜNDEN BAŞLADI
Evet, Ayasofya’nın ibadete açılması çok kuvvetli bir adımdı ama gelin görün ki tartışmaların durmasına yardımcı olmadı.
Bu kez de bazı çevrelerde Atatürk’ün 1934 yılında Ayasofya’yı camiden müzeye çevirme kararını sorgulama, eleştirme hatta bu kararla bir hesaplaşma süreci başladı. Atatürk’ün 1934’teki kararını bir yenilgi olarak algılayan bazı muhafazakâr çevrelere, bu kararın tersyüz edilmesinin de yetmediği anlaşılıyor.
Aslında bunun ilk işareti daha 24 Temmuz günü Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Erbaş’ın elinde kılıçla çıktığı minberde okuduğu hutbede “Bizim inancımızda vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar; vakfedenin şartı vazgeçilmezdir, çiğneyen lanete uğrar” demesiyle alınmıştı.
Vakfedenin şartını değiştiren Atatürk olduğuna göre, bu çok ağır sözlerin gittiği adres belliydi. Bu sözlerin kamuoyunda rahatsızlığa yol açmaması beklenemezdi.
Ardından Ayasofya’ya başimam olarak atanan Prof.