Ana problemin bir dizi alt denklemi var. Temel güçlük, daha çok coğrafi ölçekte şekillenen alt denklemlerin her birinde aktörler arasında oluşabilen ittifakların bir diğer denklemde kolaylıkla yer değiştirebilmesi.
Suriye’nin bir bölgesinde çıkarları tam anlamıyla örtüşen, kendilerini müttefik olarak gören iki aktör, bakıyorsunuz ülkenin bir başka köşesinde patlak veren silahlı bir çatışmada birbirine hasım kimliklerle cephede karşı karşıya gelebiliyor.
Alt denklemler kendi içlerinde belli ölçülerde tutarlılık gösterse de, sözünü ettiğimiz çelişkiler yüzünden bu kümelerin oluşturduğu ana denklemde tutarlı bir sonuç ortaya çıkmıyor. Daha doğrusu jeopolitik problem kilitleniyor.
TÜRKİYE, ABD İLE İŞBİRLİĞİNE İSTEKLİ
Bu anlattığımız modeli kaba bir genellemeyle Fırat’ın doğusu ve batısı diye de iki bölgeye ayırarak anlatmaya çalışabiliriz. Ama önce bütüne bir bakalım.
Türkiye, aslında başat hedef olarak Esad rejiminin bir an önce gitmesini ve yerine BM Güvenlik Konseyi kararlarında kabul edilen süreçlerden geçilerek oluşturulacak yeni bir yönetimin gelmesini istiyor, bu çerçevede rejime muhalif hem silahlı hem de silahsız gruplara kuvvetli bir destek veriyor.
Bu noktada ana perspektifte, Türkiye genelde Batı dünyası ve ABD’yi yanında buluyor. Türkiye, ABD ile Suriye konusunda yakın işbirliği içinde çalışma isteğini de gizlemiyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye krizinin onuncu yıldönümü dolayısıyla geçen 15 Mart’ta Bloomberg’de yayımlanan yazısında, “Biden yönetimi, kampanya döneminde verdiği sözleri tutarak, Suriye’deki trajediyi sonlandırmak ve demokrasiyi savunmak için bizimle birlikte çalışmalıdır” dedi.
Türkiye, ABD ile yakın çalışma beklentisine karşılık, bir taraftan da Suriye’nin bütününde 2017 yılından bu yana Rusya ve İran’la birlikte oluşturduğu Astana süreci içinde ortaklaşa hareket ediyor. Bu üçlü mekanizma, Suriye’ye dönük uluslararası diplomaside Batı’nın hareket sahasını kısıtlayan, ayrıca sahada belli ilerlemeleri sağlayan bir dizi sonuç yarattı geride bıraktığımız dönemde.
Bundan iki hafta önce Dışişleri Bakan Yardımcısı Büyükelçi Sedat Önal’ın gerçekleştirdiği Mısır ziyaretine odaklanmıştık. Geçen hafta başında da Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Suudi Arabistan’a ziyareti bu yöndeki arayışların son adımı oldu.
Kudüs’teki krizle üst üste gelen bu ziyaret sırasında, Çavuşoğlu 11 Mayıs’ta Riyad’da yaptığı açıklamada görüşmelerin gündemini aktarırken, “İkili ilişkilerimizde neler yapabiliriz, bugüne kadar ilişkilerimizde sorunlu alanlar var ve bundan sonra bunları nasıl çözebiliriz” konusunu ele aldıklarını anlatıyor.
Çavuşoğlu, Suudi mevkidaşı Faysal bin Ferhan ile “İki ülke arasındaki işbirliğini geliştirirken, bölgesel konularda da yine işbirliğini nasıl geliştirebileceklerini samimi, açık bir şekilde görüştüklerini” anlatıyor. Bu açıklamaya göre, bakanlar diyaloğu devam ettirme kararı almıştır.
İLİŞKİLERDEKİ SORUNLU ALANLAR
Dışişleri Bakanı’nın açıklamasının özellikle dikkat çekici kısmı “İlişkilerimizde sorunlu alanlar” ifadesidir.
Nelerdir bu sorunlu alanlar?
Bu meselelerin envanterini çıkartmaya başladığımızda, 2013 yılında Mısır’daki darbeye, iki ülkenin bölgede hasım ittifaklarda yer almalarına ve ardından Suudi Arabistan’ın 2018 yılında Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmek için İstanbul’daki başkonsolosluğunu bir cinayet mekânı olarak seçmesi hadisesine gidebiliriz. Türkiye’nin bu cinayete gösterdiği kuvvetli tepki de Suudi Arabistan’ın misillemesiyle karşılaşmış ve ilişkiler sert bir türbülansın içine girmiştir.
Özellikle ilişkilerde kötüye gidiş sürecinin ne kadar ciddiyet kazandığını gösterebilmek için bazı rakamlara yakından bakmalıyız.
KOHEN ailesinin oturduğu, İstanbul Şişhane’de Müellif Sokak’taki Çinili Apartman’ın birinci katındaki daire, aynı zamanda evin reisi Albert Kohen’in sahibi ve yayın yönetmeni olduğu, iki haftada bir çıkan “La Boz de Türkiye” (Türkiye’nin Sesi) dergisinin merkezi de sayılırdı. Bu, birinci ve ikinci sayfalarının Türkçe, diğer sayfalarının bir kısmının Ladino (Yahudi İspanyolcası) bir kısmının ise Fransızca yayımlandığı, abonelik sistemiyle yürüyen bir dergiydi. O dönemde İstanbul’daki Musevi cemaati içinde her üç dil de kullanılıyordu. Dergi, o tarihlerde Türkiye’de toplam nüfusu 80-90 bin aralığında (Bugün 15 bin dolayında) tahmin edilen Musevi cemaatine seslenen tek yayın organıydı.
İlk sahibi Türkiye’den Uruguay’a göç edince, dergiyi fiilen yazıişleri müdürlüğünü yürüten, yazıların çoğunu yazan Albert Kohen devralmıştı. Ancak bu geçiş sırasında derginin “La Boz de Oriente” olan adı değişmişti. Çünkü Albert Kohen devir işlemleri nedeniyle gerekli izin için Ankara’ya Matbuat Umum Müdürlüğü’ne gittiğinde, “La Boz de Oriente, Şark’ın Sesi, Doğu’nun Sesi anlamına geliyor. Türkiye Şark memleketi değildir. Niye La Boz de Oriente” uyarısıyla karşılaşmıştı. Albert Kohen de “O zaman -La Boz de Türkiye- yani -Türkiye’nin Sesi- yapalım gazetenin adını” demişti.
Baba Kohen, aslında bankacıydı. İstanbul’daki Selanik Bankası’nın muhaberat bölümünün başındaydı. Dergiyi büyük ölçüde fahri bir uğraş olarak yayımlıyordu. Derginin Karaköy’de küçük bir bürosu bulunmakla birlikte, ana merkezi gerçekte Şişhane’deki evleriydi. Tahrir heyeti, yani yazıişleri kurulu da her pazartesi akşamı düzenli bir şekilde bu evin salonundaki masanın etrafında toplanırdı.
Aralarında şair-avukat
Üstelik ramazan ayında kutsal bir mekânda ibadet etmeye gelen masum insanlara şiddet uygulamak, İsrail devletini yöneten zihniyetin pervasızlığının, cüretinin yeni bir utanç sayfası olarak bütün insanlığın hafızasına kazınmıştır.
Kınamak, “Lanet olsun” demek, “terör” olarak nitelemek... Galiba bunların hiçbiri ekranlarda tanık olduğumuz görüntülerin tetiklediği duyguları, yarattığı tepkileri anlatmaya yetmiyor.
Bu saldırıların, Doğu Kudüs’ün “Şeyh Cerrah” mahallesinde yaşayan bazı Filistinlilerin İsrail mahkemesinin tek taraflı kararları ile evlerinden çıkartılması girişimlerinin yol açtığı hadiselerin bir uzantısı olarak ortaya çıktığını dikkate aldığımızda, durumun vahameti daha da netleşiyor.
Sonuçta dünya gözlerini ne kadar kapatsa da, Filistin meselesi bütün ağırlığıyla bir kez daha uluslararası politikanın merkezine yerleşmiştir.
SERTLİK YANLILARI GÜÇLENİNCE
Krizin kısa dönemdeki ilk sonucu, Hamas’ın Gazze’den İsrail’e roketle yanıt vermesiyle olayların kısa zamanda karşılıklı bir roket savaşına dönüşerek her iki taraftaki sertlik yanlılarının ellerini güçlendirmiş olmasıdır.
Ciddi yolsuzluk suçlamalarıyla köşeye sıkışmış olan, hükümet kurmakta zorlanan Likud Partisi lideri Binyamin Netanyahu, güvenlik meselesinin yeniden ülke gündemini kaplamasıyla birlikte siyasi bekası açısından kendisine azımsanmayacak bir nefes alanı açmıştır.
Keza Hamas, büyük ölçüde alan kontrolüne sahip olduğu Gazze’den gerçekleştirdiği roket saldırılarıyla Filistin cephesindeki bütün inisiyatifi eline alıp başat aktör olarak kendisini tescil ederken, mutedil çizgiyi savunan Filistin Devleti’nin Cumhurbaşkanı
Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, 2011 yılında “Arap Baharı” depremiyle devrilmişti. Ertesi yıl bu ülkede yapılan seçimde, Erdoğan, bütün ağırlığını “Müslüman Kardeşler Örgütü”nün adayı olarak yarışa giren Mursi’den yana koymuş, hatta kendisinin seçim kampanyasına parti düzeyinde yardımcı da olmuştu.
Erdoğan, Mursi’nin sandıktaki zaferini “Kutlu Doğum” olarak nitelendirmişti. Cumhurbaşkanı, Mursi’nin seçilmesinden sonra 2012 Kasım ayındaki Kahire ziyaretinde yaptığı konuşmada, ilişkilerin yeni dönemine bakarken “Tarihi tekrar mecrasına hep birlikte kavuşturacaklarını” söylemiş, bu hedefi “Medeniyetimizin esaslarıyla buluşmak” şeklinde açıklamıştı.
Erdoğan, Mısır ordusunun 3 Temmuz 2013 darbesini, kendisine çok yakın bir müttefik gördüğü Mursi ile bölgede yürütecekleri işbirliğinin etkisine set çeken bir hamle olarak da değerlendirmişti.
TÜRK HEYETİ KAHİRE’DE
Türkiye’nin Mısır’daki darbeye gösterdiği şiddetli tepki üzerine 2013 yazında patlak veren kriz iki tarafın büyükelçilerini geri çekmeleriyle sonuçlanmıştı. Mısır’da işbaşına gelen askeri rejim Türkiye’yi içişlerine karışmakla suçlayarak Ankara’ya büyükelçisini geri göndermeyeceğini duyurmuştu.
Bu dönemde ortalığı kaplayan sert rüzgârları hatırlayanlar açısından Türkiye’nin günün birinde ilişkileri düzeltmek için Kahire’ye üst düzey bir Dışişleri heyeti göndereceğini düşünmek, o günlerde insanların aklının ucundan bile geçemezdi.
Gelgelelim, sekiz yıl sonra Dışişleri Bakan Yardımcısı Büyükelçi Sedat Önal’ın başkanlığındaki bir heyet, ilişkileri onarma mesajıyla geçen hafta Kahire’de iki gün geçirmiştir.
Yapılan açıklamalara bakılırsa görüşmeler samimi havada ve kapsamlı içerikte geçmiştir. İkili konuların yanı sıra Libya, Suriye, Irak’taki durum ele alınmış, Doğu Akdeniz’de barış ve güvenliğin sağlanması ihtiyacı üzerinde durulmuştur. Açıklamaya göre “
Bu konudaki son yazılarımdan biri 20 Nisan tarihinde yayımlanmıştı ve o tarihte Türkiye’nin nüfusa göre vaka yoğunluğunda dünya ikincisi olduğunu anlatıyordu.
Resmi verilere belli aralıklarla bakmak, -özellikle vefat sayılarına ciddi bir çekince payı bırakarak da olsa- salgının seyrindeki ana yönelişleri okuyabilmek bakımından fikir verici oluyor. 1 Mart’ta başlayan normalleşme dönemi sonrasında çıkan yazılarımızı tamamlayan grafiklerde, her seferinde hem vaka hem de ölümlerde yukarı doğru çıkan çizgiler dikkat çekiyordu.
Bugünkü yazımızda yer alan grafiklerde her iki çizginin de ucunun aşağı doğru döndüğünü görüyoruz. Bununla birlikte, mart ayı sonrası döneme bir bütünlük içinde bakmak, özellikle 1 Mart’taki normalleşme kararı ve ardından atılan kritik adımların isabet derecesini anlamamıza da yardımcı olacaktır.
1 MART
Önemli bir bölümü yakın tarihimizin akışına belli ölçülerde damgasını vuran bu iddianamelerin bazıları sayfa sayısı itibarıyla gerçekten de yüksek hacimliydi ve bunları okumak bir hayli zamanımı aldı.
Buna karşılık yazımda sözünü edeceğim metin, müştekilerin isimlerinin bulunduğu sayfalar hariç tutulursa galiba bugüne dek okuduğum en kısa iddianame. İlk bakışta 12 sayfa görünüyor. Ancak toplam 166 müştekinin isim, nüfus bilgileri ve adresleri tam 11, şüpheli, vekil ve diğer başlıklardaki bilgiler de yarım sayfa tutuyor.
Kalan yarım sayfadan da küçük yüzölçümünde iddianamenin ana içeriği yer alıyor. Bu kısım bir paragraftan ibaret diyebiliriz. Suçlama ve savunmanın aktarıldığı bölümü 16 satır, savcının ceza talebine ilişkin bölümü iki satır olmak üzere toplam 18 satırdan oluşuyor temel metin.
DELİLLER, BİR MÜLAKAT VE BİR KİTAP
İddianameyi İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Güngör Karakoç hazırlamış. “Şüpheli” kısmının karşısında eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un adı yazılı.
“Deliller” notunun karşısında ise 4 Ocak 2021 tarihli bir gazete nüshası ile bir kitabın ismi var.
Birincisi, İlker Başbuğ’un Cumhuriyet gazetesinden İpek Özbey’e verdiği, geçen 4 Ocak’ta yayımlanan mülakat. Başbuğ, burada “Adnan Menderes 25 Mayıs 1960 günü Eskişehir’de erken seçim tarihini açıklasaydı, 27 Mayıs askeri darbesi büyük bir olasılıkla önlenebilirdi. Çünkü erken seçim kararı almış bir hükümete karşı bir askeri darbenin gerçekleştirilmesi açıkça milletin siyasi iradesine de vurulacak bir darbe olurdu” görüşünü ifade ediyor.
İkinci delil,
AİHM, İsviçre’deki bir mahkemenin Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’i “Ermeni soykırımını inkâr ettiği” gerekçesiyle mahkûm etmesini, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 10’uncu maddesinde tanınan ifade özgürlüğünün ihlali olarak değerlendirmişti.
AİHM İkinci Dairesi’nin 2013 yılında 2’ye karşı 5 oyla Perinçek’in lehine aldığı bu karar, İsviçre’nin itirazı üzerine bir üst kurul olan Büyük Daire’nin önüne geldi. Toplam 17 yargıçtan oluşan Büyük Daire’nin 2015 yılında 7’ye karşı 10 oyla yine “ihlal” çıkan kararıyla, dosya AİHM’de kesinleşmiş oldu.
Strasbourg’daki mahkeme, ayrıca 2017 yılında benzer doğrultudaki “Merçan ve diğerleri/İsviçre” kararında da Büyük Daire’nin Perinçek kararına dayanarak, bu içtihadı iyice yerleştirmiştir.
DIŞİŞLERİ: ‘AİHM TARTIŞMALI DİYOR’
Burada dikkat çekeceğimiz nokta, değindiğimiz AİHM kararlarının, Biden’ın 24 Nisan tarihli beyanından sonra Ankara’da resmi makamlar tarafından yapılan açıklamalarda, Türkiye’nin hukuki görüşlerinin gerekçelendirilmesindeki önemli dayanaklardan biri olarak vurgulanmasıdır.
Örneğin Dışişleri Bakanlığı, 24 Nisan günü yaptığı ve Biden’ın ifadelerinin “kabul edilmediği ve en şiddetli şekilde telin edildiğini” duyurduğu açıklamasında, “1915 olaylarına ilişkin olarak uluslararası hukukta tanımlanmış olan soykırım ifadesinin kullanılabilmesi için gereken şartların hiçbirinin mevcut olmadığını” bildirdi.
Dışişleri’nin açıklamasında, “1915 olaylarının niteliğinin politikacıların siyasi saiklerine veya iç siyaset mülahazalarına göre değişmeyeceği” belirtilerek, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 1915 olaylarının tartışmalı niteliğini açıkça ifade etmiştir” denildi.
ADALET BAKANLIĞI’ndan AİHM ATIFLARI