Hadise ilk bakışta küçük çaplı gibi görünse de, yol açtığı siyasi sonuçlar uluslararası ölçekte kendini göstermiştir. Kriz, ABD, İngiltere ve Fransa’dan başlayarak, Avrupa Birliği’ne ve oradan BM Güvenlik Konseyi’ne kadar uzanan bir yelpazede KKTC’ye dönük “kınama” açıklamalarını tetiklemiş ve Kıbrıs sorunu birden uluslararası politikanın sıcak gündemine çıkmıştır.
KKTC’yi ve dolayısıyla Türkiye’yi, birçok önde gelen Batı ülkesiyle ve aynı zamanda BM Güvenlik Konseyi ile karşı karşıya getiren bu olayın gerisinde, adada özel bir durumu gösteren, Rumlar ve Türklerin birlikte yaşadığı güneydeki Pile köyünden KKTC’ye doğrudan bir yol açılması yolundaki çalışmalar yatıyor.
KKTC makamlarının planladıkları bu yol, BM Barış Gücü’nün denetiminde olan ve “Yeşil Hat” olarak da adlandırılan “Tampon Bölge”den de geçecek olması nedeniyle adadaki statüko bozulacağı gerekçesiyle Kıbrıslı Rumların ve BM’nin önde gelen aktörlerinin kuvvetli itirazlarıyla karşılaşıyor.
*
Konuyu değerlendirmeye başlarken, önce karşımızda beliren çelişkili bir duruma dikkat çekelim. Son hadisenin yer olarak fiilen kimin yetki bölgesinde, yani BM kontrolündeki tampon bölgenin sınırları içinde mi yoksa KKTC’nin egemenlik alanında mı gerçekleştiği konusunda iki tarafın açıklamaları birbirini tutmuyor.
KKTC makamları, ısrarla BM Barış Gücü’nün yol yapımını engelleme girişiminin KKTC’nin egemenliğine doğrudan müdahale olduğu suçlamasını getiriyor. KKTC Dışişleri Bakanlığı tarafından geçen cuma yapılan resmi açıklamada, BM Barış Gücü’nün “KKTC toprakları içinde fiziksel müdahalede bulunduğu, yol yapımını engellemeye çalıştığı” belirtilmiştir.
KKTC’nin bu yöndeki beyanları Ankara tarafından da kuvvetle destekleniyor. Nitekim Dışişleri Bakanlığı tarafından dün yapılan açıklamada, BM Barış Gücü’nün “KKTC’nin toprak bütünlüğünü ihlal ettiği” belirtiliyor. Keza, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da önceki akşamki kabine toplantısından sonra yaptığı açıklamada, “BM Barış Gücü askerlerinin KKTC’nin egemenlik alanındaki topraklara yönelik fiziki müdahalesi”nden söz etmiştir.
Buna karşılık BM tarafının açıklamalarında inşaat faaliyetinin tampon bölgede yürütüldüğü ileri sürülüyor. Örneğin BM Güvenlik Konseyi’nin önceki günkü açıklamasında olayın yeri konusunda
Suriye, diyaloğun kurulabilmesi için Türkiye’nin ülkeden çekilmesini önkoşul olarak masaya getirirken, Türkiye sınır bölgesinin emniyeti güvence altına alınmadığı sürece Suriye’den çıkmayacağını belirtiyordu.
Ayrıca, Türk askerlerinin Suriye’nin kuzeyinden çekilmesinin Türkiye’ye doğru tetikleyebileceği muhtemel bir göç dalgasının Ankara’nın konuya bakışında başat bir mülahaza olduğunu da vurgulamalıyız.
Tabii, Türkiye’nin güvenlik alanındaki kaygılarının karşılanabilmesinin önemli ölçüde Suriye’ye bulunacak nihai bir çözümden geçeceği, çözüm ihtimalinin de ufukta görünmediği hesaba katıldığında, mesele daha da içinden çıkılmaz bir hale geliyor.
*
Gerçekçi bir değerlendirme yapılacaksa, Türkiye’nin bulunduğu bölgelerden çekilmesi halinde Esad rejiminin doğacak boşluğu doldurabilecek güce sahip olup olmadığı sorusuna da yanıt aramamız gerekir.
Tam 12 yılı geride bırakan içsavaşta ciddi bir şekilde yıpranan, aynı zamanda halen çok ağır bir ekonomik krizin altında ezilmekte olan Suriye’nin buna ne kadar hazır olduğu tartışmaya açıktır.
Nitekim, bölgesel çatışmalar üzerinde uzmanlaşan ve objektif çizgisiyle tanınan düşünce kuruluşu Uluslararası Kriz Grubu’nun (International Crisis Group) hazırladığı Suriye ile ilgili son raporda da dikkat çekildiği üzere, Türkiye’nin kuzeyden çekilmesi halinde milyonlarca Suriyelinin yeniden sınıra yığılması ihtimali Ankara’da ciddi bir kaygı konusudur.
Aynı raporda, Ankara’nın, çekilmenin bu bölgelerde PKK’nın Suriye’deki uzantısı Suriye Demokratik Güçleri’nin meşruiyetinin güçlenmesiyle sonuçlanabileceği yolundaki kaygılarına da yer veriliyor.
Türkiye, uzun süre yaşanan gerginliklerin ardından Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır gibi ülkelerle ilişkilerini yeniden normale döndürme hamlelerini önemli ölçüde tamamlamış bulunuyor.
Mısır, en üst düzeyde ziyaret anlamında diğer iki ülkeyi geriden izlemekle birlikte, en azından Sisi rejimiyle de ilişkilerin belirgin bir iyileşme perspektifine yerleştiğini söylemek mümkündür.
Ortadoğu’ya yönelik bu restorasyon sürecinin dışında kalan başlıca ülke, Türkiye’nin güneyde 911 kilometre sınır paylaştığı Suriye’dir. Rusya ve İran’ın da katkı ve katılımlarıyla yapılan bir dizi girişime, denemeye karşılık Suriye ile ilişkiler henüz elle tutulur bir normalleşme çerçevesine girebilmiş değildir. Ve gelen bütün işaretler, bu ülkeyle ilişkilerin düzlüğe çıkabilmesinin çok sancılı geçeceğini göstermektedir.
* * *
Son günlerde gazetelere birbiri ardına yansıyan açıklamalara göz atmak bu sıkıntılı durumu okuyabilmek bakımından yeteri kadar fikir vericidir. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Abu Dabi (BAE) merkezli “Sky News Arabia” kanalına geçen hafta verdiği mülakat bu bakımdan çarpıcı bir örnektir.
Suriye Arap Haber Ajansı’nın (SANA) Türkçe tam çevirisini de yayımladığı 9 Ağustos tarihli bu kapsamlı mülakatta, Esad’ın yanıtladığı sorulardan biri Türkiye ile ilişkileri konu alıyor.
Mülakatı yapan gazeteci, önce Şam’ın Türkiye ile diyalog konusundaki koşullarını hatırlatıyor. Suriye’nin “Türk güçlerinin geri çekilmesi” ve “teröristlere verilen desteğin kesilmesi” olmak üzere iki koşul öne sürdüğünü kayda geçiriyor. Türkiye’nin ise Suriye ile “önkoşulsuz görüşme talep ettiğini” söylüyor. Bu farklılığa işaret ettikten sonra “Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmeniz ne zaman mümkün olacak?” diye soruyor Beşar Esad’a.
Esad
GÜN geçmiyor ki Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin canlandırılmasını konu alan yeni bir beyanla karşılaşmayalım. Önce geçen haziran ayı sonunda AB Zirvesi’nin Türkiye ile ilişkiler konusunda bir rapor hazırlanmasını kararlaştırması, ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen ay Vilnius’taki NATO zirvesine giderken AB tam üyeliğini gündeme getirerek yaptığı çıkışla birlikte her iki taraftan da sayısız açıklamaya tanıklık ettik yakın zamanda.
Bu açıklamaların Türkiye-AB ilişkilerindeki kilitlenme açısından belirgin bir hareketliliğe işaret ettiği, her iki tarafta da ilişkilerin bu gidişatını değiştirmek üzere yeni adımlar atmak konusunda arayışların olduğu aşikâr.
Bütün mesele, bu hareketliliğin nasıl bir çerçevede somutlaşacağı ve karşılıklı beklentiler arasında bir uzlaşıyı yansıtan yeni bir dengenin kurulup kurulamayacağı sorusunda karşımıza çıkıyor.
Bir ver-al sürecinin sonunda ilişkiler bugünkü yerinde sayma halinden çıkartılıp sınırlı da olsa bir ilerleme zeminine sokulabilir mi, bunu bekleyip görmemiz gerekiyor.
***
Kabul edelim ki özellikle Türk ekonomisinde yaşanan sıkıntılarla birlikte dış kaynak arayışının hız kazandığı bir dönemde AB ile ilişkilerin normalleşme ve canlanma perspektifine girmesinin bu yöndeki arayışları kolaylaştıracağı göz ardı edilemez.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 12 Temmuz’da NATO zirvesinden dönerken AB ile gümrük birliğinin güncellenmesinin ekonomi üzerinde bir “çarpan etkisi” yapacağını vurgulamış olmasının gerisinde bu bakışın da yattığı söylenebilir.
Hazine ve Maliye Bakanı
Açıklamada, Guterres’in BM ile Suriye hükümeti arasında varılan ortak anlayıştan duyduğu memnuniyet ifade ediliyordu. Bu mutabakat, iki taraf arasında BM insani yardımlarının Bab el-Hava sınır kapısından sevkine altı ay süreyle devam edilmesi konusunda ortaya çıkmıştı.
Tabii Bab el-Hava dediğimiz zaman, hemen karşısında bulunan ve Hatay’dan karayoluyla Suriye’ye geçiş veren Cilvegözü sınır kapısını da anlamamız gerekiyor. Bir başka anlatımla, Türkiye üzerinden Suriye’ye yapılmakta olan insani yardım faaliyetine geçen ay kesildiği yerden yeniden başlanacaktır.
***
Bu açıklama, Suriye denklemine taraf olan bütün aktörleri, özellikle yardım mekanizmasının kapısını tutan Türkiye’yi, Esad rejimini, onu arkalayan Rusya’yı ve eski sistemin sürmesinden yana duran Batılı ülkeleri ve İdlib’de sahada bulunan grupları, özetle hepsini çok yakından ilgilendiriyor.
Uzlaşının getirdiği fark şurada: Bundan önceki sistemde, BM, Güvenlik Konseyi’nden çıkartılan kararlara dayanarak, Esad rejimini baypas edip insani yardımları Türkiye üzerinden doğrudan Suriye topraklarına sevk edebilmekteydi.
Söz konusu sistem geçen ay Rusya’nın Güvenlik Konseyi’ndeki vetosu nedeniyle devre dışı kalınca, BM, varılan son mutabakatla yardımlarını Suriye’ye bu kez doğrudan Esad rejimini muhatap alarak, onun onayı ile göndermeyi kabullenmek durumunda kalmıştır.
BM çerçevesindeki bu gelişmenin Esad rejimine uluslararası alanda ciddi bir zemin kazandırdığını söylemek objektif bir tespit olacaktır.
***
Fidan’ın konuşmasını incelerken gözüme çarpan bir başka kayda değer nokta, Türkiye’nin Avrupa Birliği tam üyelik hedefine yaptığı vurgu hariç tutulursa, daha genel bir çerçevede Türkiye’nin Batı’ya yönelişini konu alan bir ifadeyle karşılaşmamak oldu.
Hatta, “Batı” sözcüğünün konuşmasında bir kez geçtiğini, onun da Türkiye’den Çin Halk Cumhuriyeti’ne uzanan “Hazar geçişli Doğu-Batı Orta Koridor” projesi çerçevesinde olduğunu fark ettim.
Tabii bu tespite karşılık vermek üzere, konuşmada AB’ye tam üyelik hedefine atıf yapıldıktan sonra Batı’ya dönük ayrı bir vurgulamaya ihtiyaç duyulmayacağı, dolayısıyla bir boşluğun söz konusu olmadığı söylenebilir.
Ancak, bir hedefin yalnızca telaffuz edilmesinin bir boşluğu doldurma anlamında tek başına yeterli olmayacağı da açıktır; özellikle AB ile yıllardır hiçbir ilerlemenin sağlanamadığı bir kilitlenme ortamında bulunduğumuzu hatırlarsak...
Bu arada, AB ile ilişkilerin belirsizlik içinde seyrettiği bir dönemde varsayım olarak ABD ile ilişkilerin göreceli daha rahat bir zeminde yol alması, Batı cephesindeki boşluğu belli ölçülerde dengeleyebilirdi.
Gelgelelim ABD ile ilişkiler, bu ülkenin Fetullah Gülen’e sağladığı himaye, yönetimin PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG ile askeri ittifak kurmuş olması, ayrıca son günlerdeki bazı olumlu sinyallere rağmen hâlâ sürüncemede kalan F-16’lar dosyası gibi sayısız kronik sorunla kaplı bulunuyor.
Sonuçta Batı cephesinde aynı tespite dönmüş oluyoruz.
*
Bu süre zarfında, üstlendiği yeni makamda kamuoyuna Türkiye’nin dünyadaki yerini nasıl gördüğünü anlatan, Türk dış politikasına nasıl bir vizyonla baktığını, hangi stratejik hedeflere yöneleceğini ortaya koyan geniş kapsamlı bir dış politika konuşması olmadı.
Fidan’ın bu zaman kesiti içinde kamuoyuna dönük profilini, daha çok çıktığı yurtdışı ziyaretler ya da Ankara’da yaptığı görüşmelerin spesifik gündemleri üzerindeki demeçleri üzerinden izledik. Buna karşılık, kendisinin geçen pazartesi günü Ankara’da başlayan geleneksel Büyükelçiler Konferansı’nın açılışında yaptığı konuşma, bakanlığı döneminde nasıl bir dış politika hedeflediği konusundaki ilk kapsamlı beyanı olarak görülebilir.
Bu konuşma metnine baktığımızda ne görüyoruz?
Aslında görevi devraldığı 5 Haziran tarihinde devir-teslim törenindeki kısa açıklamasında vurguladığı “devletin her türlü etki alanından bağımsızlığını ... esas alan milli dış politika vizyonunu ilerletme” hedefi, bu konuşmanın girişinde de karşımıza çıkıyor. Fidan, bu bakışını “bölgesinde çekim merkezi olma” gibi hedefleri de ekleyerek biraz daha genişletiyor.
Yine konuşmasının girişinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğine kuvvetli bir gönderme ile Türkiye’nin “uluslararası gündemi belirleyen, gerektiğinde oyun kuran, gerektiğinde oyun bozan etkin ve müessir bir aktör olma konumunu güçlendirme” hedefini de vurguluyor.
Bunun dışında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve AK Parti’nin yeni dönemdeki en temel siyasi söylemi haline gelen “Türkiye Yüzyılı” teması da bizi karşılıyor Fidan’ın konuşmasında.
*
Bu girişten sonra konuşmayla ilgili genel bazı gözlemlerde bulunmak gerekirse, ilk bakışta bölge sorunlarının metinde oldukça geniş bir yer tuttuğunun altını çizmeliyiz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun önünü açan Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasının yüzüncü yıldönümüdür önümüzdeki pazartesi günü.
Yaygın kabulüyle Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu belgesine imza atıldığı gündür. Milli Mücadele’nin sahada zaferle taçlanmasından sonra ortaya çıkan yeni durumun, bir bakıma savaşı kazanan tarafın kuracağı ulus devletin uluslararası alanda hukuki bir zeminde tescil edildiği tarihi metindir.
Bu yönüyle bakıldığında, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nun nihai olarak tasfiye edilmesi ve yerine bir Cumhuriyet’in kurulmasının temellerinin atılması süreci Lozan’da sonuçlanmıştır, başlıca itilaf devletleri ile Ankara Hükümeti arasında.
*
Ankara Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı sıfatıyla İsmet İnönü tarafından temsil edildiği müzakereler 20 Kasım 1922 tarihinde Lozan’da başladığında, masada çözüme kavuşturulmayı bekleyen sayısız çetrefil mesele vardır.
Kapitülasyonlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun borçları, sınırların çizilmesi, bu çerçevede Musul meselesi, Yunanistan’la sorunlar, azınlıkların akıbeti ilk sıradaki başlıklar arasındadır.
Bu dosyalar, kuşkusuz kısa zamanda üzerinde anlaşma sağlanabilecek içerikte konular değildi. Uzun, meşakkatli, tarafların birbirlerinin dirençlerini zorladıkları, masadan en çok kazanımla kalkabilmek için muhtelif taktiklere başvurdukları, birbirlerinin müzakere pozisyonlarını okumaya çalıştıkları zorlu bir süreçtir Lozan Konferansı.
Antlaşmanın altına imzalar 24 Temmuz 1923 günü atıldığına göre, sekiz ay devam eden bir müzakere sürecinden söz ediyoruz. Kopma noktalarına gelen, belli aralıklarla kesilen yorucu bir müzakere tecrübesi yaşanmıştır. Örneğin, müzakereler anlaşmazlık içinde kilitlenince konferansa 4 Şubat 1923 tarihinde ara verilmiş, iki buçuk ay sonra 23 Nisan 1923’te yeniden başlanmıştır.