İstanbul’u Türkiye’nin küçük bir ölçeği olarak kabul edersek, bu metropolde sandıktan çıkan sonuçlar ve işaret ettiği seçmen davranışlarına ilişkin veriler bize zengin bir laboratuvar sunuyor.
Yaşam tarzları, aidiyetleri, siyasi tercihleri, tüketim kalıpları, sınıfsal konumları, özetle insanların temsil ettikleri karmaşık sosyolojik katmanlar bakımından birçok Türkiye’nin yan yana geldiği bir tablo var karşımızda İstanbul’da.
Bu tablonun bir köşesinde İstanbul’un seçimlerde fazla değişikliğe uğramayan, güç dengesinin devam ettiği ilçeler var. Bu ilçeler siyasi tercihlerin değişikliğe genellikle kapalı durduğu yerleşim merkezleri. Bizi pek şaşırtmıyorlar. Kadıköy ve Beşiktaş her zaman büyük çoğunluğuyla CHP’den yana tercih kullanırken, Bağcılar, Sultanbeyli ve Pendik’in mutlak şekilde AK Parti’nin üstünlük alanı olmaları gibi.
Bir de tarafların kurdukları ittifaklar üzerinden özellikle belediye ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde güç dengelerinin çekişmeli bir şekilde seyrettiği, güç merkezlerinin gidip geldiği, küçük oranlarda da olsa yer değiştirebildiği ilçeler var. Üsküdar, Beyoğlu gibi şehrin merkezinde olup çekişmeye sahne olan bu ilçeler, değindiğimiz özellikleriyle muazzam bir hareketlilik alanını gösteriyor. Her seçim öncesinde “Bakalım bu kez ne olacak?” sorusuyla merakınızı tetikliyorlar.
Bugünkü yazımızda yer verdiğimiz grafik son yıllarda Üsküdar’da yaşanan hareketliliği çarpıcı bir şekilde gösteriyor.
Ülkedeki toplam seçmenin yaklaşık altıda birinin bulunduğu İstanbul’u kazanmak seçim başarısının en kritik göstergelerinden biridir. Özellikle AK Parti Lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’u kaybetmek ile Türkiye’yi kaybetmek arasında kurduğu denklem, her seçimde İstanbul’a farklı bir ilgiyle bakılmasının bir başka nedenidir.
Ayrıca, Refah Partisi-AK Parti çizgisinin, Recep Tayyip Erdoğan’ın Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna oturduğu 1994 yerel seçiminden sonra uzun yıllar bu şehirde hiçbir seçim ve referandumu kaybetmemesi, İstanbul’a AK Parti cephesinde özel bir konum kazandırmıştır.
Bu gelenek ilk kez 16 Nisan 2017 anayasa referandumunda bozuldu. AK Parti-MHP ittifakının 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan anayasa referandumunu ülke genelinde yüzde 51.41 gibi bir oranla kazanmasına karşılık, İstanbul’da “hayır” oylarının “evet” oylarının üstünde çıkması halk oylamasının en çarpıcı sürprizlerinden biriydi.
Referandumun İstanbul cephesinde, 4 milyon 728 bin seçmen başkanlık sistemine geçişi öngören anayasa değişikliklerine “hayır” oyu kullanırken, “evet” diyenlerin sayısı 4 milyon 479 binde kalmıştı. Arada neredeyse 250 binlik bir fark söz konusuydu.
1 Kasım 2015 seçimlerinde AK Parti-MHP ittifakının sandıkta 5 milyon 311 binlik bir toplama ulaştığı hatırlandığında, “evet” oyları bu potansiyelin bir hayli altında çıkmıştır. Burada gözlenen çarpıcı bir durum, İstanbul’un bazı ilçelerinde “evet” oylarının AK Parti’nin o ilçelerde 2015’te kazandığı oyların altında olmasıydı. Üsküdar ve Fatih bunlar arasında dikkat çeken ilçelerdi.
2018 MECLİS SEÇİMİNDE 6 PUANLIK DÜŞÜŞ
AK Parti’nin 2017 referandumunu İstanbul’da kaybetmesi, bütün gözlerin bir yıl sonra yapılan 2018 Cumhurbaşkanlığı ve Millet Meclisi seçimine çevrilmesine yol açtı. Bu seçim, bir anlamda İstanbul’da referandumun rövanşı olarak görüldü. Erdoğan, 24 Haziran 2018 tarihindeki seçimde partisinin üstünlüğünü ortaya koymasıyla ilk bakışta bu rövanşı aldı. AK Parti sandıktan birinci çıkarken, Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçiminde MHP’nin de desteğiyle oyların yüzde 50’sini aldı.
Seçimde birinci olmasına karşılık Millet Meclisi seçimi sandığından çıkan sonuçlar yine de AK Parti açısından düşündürücü bir tabloya işaret etti. Çünkü, bir önceki 1 Kasım 2015 seçiminde İstanbul’da 4 milyon 521 bin seçmen AK Parti’ye oy verirken iki buçuk yıl sonra sadece 4 milyon 29 bin seçmen bu partiye yönelmişti. Yarım milyon oya yakın bir düşüş söz konusuydu. Yaklaşık 6 puanlık bir gerilemeyle yüzde 48.8’den 42.6’ya inmişti iktidar partisinin oyları.
Geriye dönüp baktığımızda, bu araştırmaların önemli bir bölümünün Millet İttifakı’nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu Cumhur İttifakı’nın adayı Recep Tayyip Erdoğan’ın önünde, bazılarının ise ikisini birbirine çok yakın gösterdiklerini görüyoruz.
Keza, Meclis seçiminde muhalefet partilerinin Cumhur İttifakı’na karşı sayısal üstünlük sağlayacağı görüşü de çok uzun bir zamandır kamuoyunun azımsanmayacak bir kesiminde genel kabul gören bir tahmin olarak yerleşmişti.
Önceki akşam açıklanan sonuçlarla bu yöndeki bütün öngörüler altüst olmuştur.
DİP DALGA MİLLİYETÇİ TABANDA MI?
Burada üzerinde durulması gereken, yalnızca Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’nun önünde çıkması değil, aynı zamanda MHP’nin de sandıkta geriye düşeceği yolundaki beklentilerin aksine, gücünü belli ölçülerde korumuş olmasıdır. Bir önceki 24 Haziran 2018 seçiminde 5 milyon 565 bin 331 oy alan MHP’ye önceki gün sandıkta 5 milyon 476 bin 621 oy çıkmıştır. Yüzde 11.10 oranından 10.06 oranına gerilemiştir. Buna karşılık Parlamento’daki milletvekili sayısını 49’dan 1 artışla 50’ye çıkartmıştır.
Buna cumhurbaşkanlığı seçiminde ATA İttifakı’nın adayı MHP kökenli Sinan Oğan’ın 2.8 milyon dolayında oy alıp yüzde 5 oranının üstüne çıkarak yaptığı kritik hamleyi de eklemek gerekir.
Aslında Oğan’ın bir yükseliş eğrisi yakaladığı son haftalarda sıkça vurgulanan bir yönelişti. ATA İttfakı’nın paydaşı olan Prof. Ümit Özdağ’ın Zafer Partisi’nin de Meclis seçiminde barajı geçemese de 1 milyon 214 bin oy (yüzde 2.23) aldığı not edilmelidir.
Sonuçta bu seçimin işaret ettiği önde gelen yönelişlerinden birinin, milliyetçi seçmen tabanının zemin kazanması olduğunu belirtebiliriz. Ayrıca, cumhurbaşkanlığı seçiminde İYİ Parti tabanından
Seçim heyecanının ortalığı kapladığı bir dönemde bu durum kaçınılmaz görülebilir. Oysa Kemal Derviş 2001-2002 yıllarında Türkiye’de siyaset ve ekonomi sahnesinin en önemli aktörlerinden biriydi ve ülkenin kaderinde belirleyici bir rol oynamıştı.
Aslında 2001 yılına dönük bir analiz yapılsa, gazete manşetlerinde ve haberlerinde kapladığı yüzölçümü açısından muhtemelen Türk basınında kendisinden en çok söz edilen kişi olarak çıkacağı şüphesizdir Kemal Derviş’in. İkinci Dünya Savaşı koşulları bir tarafa bırakılırsa o dönem itibarıyla tarihinin en büyük krizine giren Türk ekonomisini ABD’den gelip hazırladığı program ve sergilediği liderlik ile düzlüğe çıkartan kişidir.
Keza bu hadisenin bir yıl sonrasına, 2002’ye baktığımızda yine projektörlerin en çok üzerinde odaklandığı isimlerden biri olarak görebiliriz Derviş’i. Bu kez yaptığı hamlelerle siyasetin akışında kilit aktörlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. En çok tartışılan dönemi de zaten bu zaman kesitinde siyaset alanında attığı adımlarla ilgilidir.
Bu noktada Kemal Derviş hakkında bir yazı kaleme almanın önemli bir güçlüğü var. Çünkü adı geçtiğinde Türk kamuoyunda ve siyasi çevrelerde kendisinin oynadığı rolle ilgili komplo teorilerinin ve kuvvetli kanaatlerinin birden ortaya çıktığı çok tartışmalı bir alanın içinde buluyorsunuz kendinizi. Burada olgularla komplo unsurlarını, kanaatleri birbirinden ayırıp sağlıklı bir hükme varabilmek kolay değil.
Dönemin Hazine Bakanı Kemal Derviş Hürriyet Ankara Temsilcisi Sedat Ergin ile makamında. Tarih 12 Temmuz 2002.
ULUSLARARASI ALANDA YÜKSEK BAŞARILAR
Ancak bütün bunları değerlendirmeye başlamadan önce
Bir ihtimalin üzerinde konuşulmaya başlanmasının, o ihtimalin gerçekleşmesinden daha kötü olduğu anlamında kullanılır bu deyim. Böylelikle, o şey hakkında konuşulmasının bile yeteri kadar kötü, arzu edilmeyen bir durumu gösterdiğini vurgularız; gerçekleşmese bile...
Önümüzdeki pazar günü yapılacak seçimler öncesinde ortalığı kaplamış olan atmosfere baktığımızda, bu deyimi davet eden bazı tartışmaların cereyan ettiğine tanıklık edebiliyoruz ne yazık ki...
Birçok sohbette konu dönüp dolaşıyor ve bu deyimi çağrıştıran meseleye geliyor. Sandıktaki ihtimallerden birinin gerçekleşmesi halinde, bunun hayata geçirilip geçirilmeyeceği sorusu üzerinde birden hararetli bir tartışma patlak verebiliyor.
Tartışma konusunun sandıktan muhalefetin başarılı çıkması ihtimalinin sonuçları üzerinde şekillendiğini belirtmeye gerek var mı, bilmiyorum.
Aslında başlangıçta daha düşük bir ses perdesinden yürümekte olan bu konuşmalar, kabul edelim ki son haftalarda iktidar kanadından bazı siyasiler tarafından kamuoyuna yapılan bir dizi beyanın da etkisiyle iyice su yüzüne çıkmıştır. Hatta mevzu, iktidar partisinin kaybetmesi ihtimalinin ülkede 15 Temmuz darbe girişimine benzer bir durum yaratacağının ileri sürülmesine kadar varmıştır.
İktidarın kaybetmesinin ülke açısından ne gibi ağır sonuçlar doğuracağı hususunda başvurulan benzetmelerin şimdiden yüklü bir külliyat oluşturduğunu söylemek mümkündür.
*
Bundan önceki seçimlerde pek karşılaştığımız bir durum değil bu.
HİÇBİR gerekçe ve mazeret, herkesin gözü önünde meydana gelen bu hadisenin, buradan fotoğraf ve videolarda kayda geçen çıplak gerçeğin üstüne çıkamaz.
Karşımızdaki görüntülerde, isabet eden taşlar nedeniyle yüzleri, başları kanayan çocuklar, yaşlı insanlar var. Bir seçim otobüsünün kırık camları, otobüsün içine yayılmış cam parçaları bu görüntüleri tamamlıyor.
Otobüsün üstünde ise çaresizlik halinde taşlardan korunmak için açılan şemsiyeleri görüyoruz.
***
Erzurum’da önceki gün yaşananları burada tekrar anlatacak değilim. Buna ihtiyaç da yok. Ülkenin en büyük metropolünün büyükşehir belediye başkanı olan kişi, Ekrem İmamoğlu, seçim çalışması yapmak üzere gittiği Erzurum’da taşlı bir saldırıya hedef olmuş, bunun sonucu konuşmasını tamamlayamamıştır.
Bir bu kadar vahim olan, kendisini dinlemek üzere toplanmış vatandaşların da saldırıya maruz kalması, aralarında yaralananlar olmasıdır.
Ve çok düşündürücü görsellerden birinde, ellerinde taşlarla yürüyen mütecaviz gençleri polisin yanından geçerken gösteren bir fotoğrafla karşılaşıyoruz. Yani, vatandaşları her türlü saldırıdan korumakla görevli olan bazı polislerin olaya seyirci kaldıklarına tanıklık ediyoruz.
Farklı bir siyasi görüşe yakınlık duymak, ne zamandan beri devletin kolluk gücünün korumasından yararlanma hakkının kaybedilmesiyle sonuçlanıyor?
İki ayrı dönemde milli savunma bakanı olarak görev yapan Ethem Menderes bir gün makam arabasıyla Çankaya’da yol almaktadır. O sırada Çankaya otobüs durağına doğru yürümekte olan dönemin ana muhalefet lideri, eski Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün eşi Mevhibe İnönü’yü görür. Siyah makam arabasını durdurur. Mevhibe Hanım’a “Hanımefendi, isterseniz arabam sizi istediğiniz yere götürsün” der.
Mevhibe Hanım, “Teşekkür ederim beyefendi. Ben otobüsle gidiyorum” diye yanıt verir.
Aktardığımız bu diyalog, İsmet ve Mevhibe İnönü’nün en küçük çocukları Özden Toker’in “Cumhuriyet’le Özdeş Bir Yaşam, İsmet İnönü’nün Kızı Anlatıyor” başlıklı kitabında okuduğumuz birçok renkli olaydan yalnızca biri. Bundan kısa bir süre önce yayımlanan kitap, soruların Tarih Vakfı Başkanı Prof. Mehmet Alkan tarafından yöneltildiği bir nehir söyleşi formatında.
Bu fotoğraf 27 Eylül 1934 tarihini taşıyor. Ömer ve Erdal İnönü’nün Pembe Köşk’teki sünnet düğününde çekilmiş. En önde İnönü’nün annesi Cevriye Hanım oturuyor. Soldan sağa Mevhibe İnönü, Özden İnönü, Ömer İnönü, İsmet İnönü, Erdal İnönü, İnönü’nün kardeşleri Hayri ve Rıza Temelli.
İSMET İNÖNÜ’DEN SEÇİM GECESİNİN ÜÇ SORUSU
Bu nehir söyleşide geçen belediye otobüsünü kullanma meselesi, ilginçtir ki Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan seçimi kaybetmesinden sonra Çankaya Köşkü’nde eşiyle yaptığı ilk diyalogda da karşımıza çıkıyor.
İnönü,
Daha önceki seçimlerde Alevi kimliğinin siyasi saiklerle mesele edilmesine genellikle suskun kalmış olan Kılıçdaroğlu’nun, bu kez ölçülü bir üslup içinde kimliğini vurgulaması, pek çok siyasi gözlemciye göre bu konunun kendisine karşı kullanılmasının önünü kesmek bakımından etkili olmuştur.
Buna karşılık “Cumhur İttifakı”nın adayı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bu noktada da kendisini eleştirmiş, “Dini kimliğimizin tek bir adı var, o da Müslümanlıktır... Şiilik, Alevilik, ne karıştırıyorsun bunları? Kim sana bugüne kadar böyle bir şeyi sordu ki, ama dert başka...” diye konuşmuştur.
Ancak Erdoğan’ın 2011 genel seçiminden önce miting meydanlarında birçok kez Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliğini doğrudan gündeme getirdiği arşiv bilgisi olarak bütün kayıtlarıyla mevcuttur.
*
Adaylığının açıklanması öncesinde yürütülen tartışmalar sırasında Kılıçdaroğlu’nun Alevi kökeni, kabul edelim ki çok yüksek sesle telaffuz edilmese de adaylığıyla ilgili değerlendirmelerde üzerinde durulan faktörlerden biriydi.
Türkiye’de 2023 yılındaki bir seçim kampanyasında ülkenin ana muhalefet partisi liderinin mezhebinin mevzu olabilmesi bile Türkiye’nin sancılı bir Alevi sorununun bulunduğunun açık bir tezahürüdür.
Bu sorun, özellikle 1999 yılı sonunda Türkiye’nin AB’ye tam üyelik adaylığının açıklanmasından sonra başlayan süreçte ülkenin en çok tartışılan konularından biri haline gelmiştir.
AK Parti iktidarının inisiyatifiyle çalıştaylar düzenlenmiş, AİHM ve AYM’den muhtelif ihlal kararları çıkmış, mevzuatta bazı düzenlemelere gidilmiş, ardından bu adımların yeterli olup olmadığı yolundaki tartışmalar gündeme girmiştir.