Paylaş
GÜN geçmiyor ki Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin canlandırılmasını konu alan yeni bir beyanla karşılaşmayalım. Önce geçen haziran ayı sonunda AB Zirvesi’nin Türkiye ile ilişkiler konusunda bir rapor hazırlanmasını kararlaştırması, ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen ay Vilnius’taki NATO zirvesine giderken AB tam üyeliğini gündeme getirerek yaptığı çıkışla birlikte her iki taraftan da sayısız açıklamaya tanıklık ettik yakın zamanda.
Bu açıklamaların Türkiye-AB ilişkilerindeki kilitlenme açısından belirgin bir hareketliliğe işaret ettiği, her iki tarafta da ilişkilerin bu gidişatını değiştirmek üzere yeni adımlar atmak konusunda arayışların olduğu aşikâr.
Bütün mesele, bu hareketliliğin nasıl bir çerçevede somutlaşacağı ve karşılıklı beklentiler arasında bir uzlaşıyı yansıtan yeni bir dengenin kurulup kurulamayacağı sorusunda karşımıza çıkıyor.
Bir ver-al sürecinin sonunda ilişkiler bugünkü yerinde sayma halinden çıkartılıp sınırlı da olsa bir ilerleme zeminine sokulabilir mi, bunu bekleyip görmemiz gerekiyor.
***
Kabul edelim ki özellikle Türk ekonomisinde yaşanan sıkıntılarla birlikte dış kaynak arayışının hız kazandığı bir dönemde AB ile ilişkilerin normalleşme ve canlanma perspektifine girmesinin bu yöndeki arayışları kolaylaştıracağı göz ardı edilemez.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 12 Temmuz’da NATO zirvesinden dönerken AB ile gümrük birliğinin güncellenmesinin ekonomi üzerinde bir “çarpan etkisi” yapacağını vurgulamış olmasının gerisinde bu bakışın da yattığı söylenebilir.
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in geçen ayın sonunda Avusturya’nın Salzburg kentinde katıldığı bir toplantıda “Bence bugünün bağlamında, Türkiye’nin Avrupa’nın dönüştürücü gücüne ihtiyacı olduğu kadar sizin (AB) de Türkiye’ye ihtiyacınız var” şeklindeki sözleri de bu çerçevede kayda geçirilebilir.
Keza Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın da geçen hafta başında Büyükelçiler Konferansı’nın açılışında yaptığı ilk kapsamlı dış politika konuşmasında, AB’ye tam üyelik sürecinin canlandırılması hedefinden kuvvetli bir vurgu ile söz etmesini de yine Ankara cephesinde bu yöndeki bir başka önemli irade beyanı olarak gösterebiliriz.
***
Ankara’dan gelen bütün bu olumlu mesajlar karşısında AB cephesindeki en önemli hareketlilik, Avrupa Birliği Dışişleri ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in Türkiye konusunda AB liderleri için hazırlamakta olduğu rapordur. Borrell’in üzerinde çalıştığı bu rapor, tarihi henüz belli olmamakla birlikte, muhtemelen AB’nin ekim ya da en geç yıl sonundaki liderler zirvesinde masaya konacaktır.
Borrell’e yapılan görevlendirme, raporunu Türkiye-AB ilişkilerinde “AB Konseyi tarafından belirlenen araçlar ve seçenekler temelinde, stratejik ve ileriye dönük bir şekilde yol almak amacıyla” hazırlamasıdır.
Aslında bu raporda Türkiye’yi neyin beklediğini kestirmek çok da güç değildir. Zaten Borrell, geçen ay sonu Türkiye dosyasının da görüşüldüğü AB Dışişleri Bakanları toplantısından sonra yaptığı açıklamada, raporunun havasını az çok belli etmiştir. Raporun insan hakları ve hukuk meseleleri ile Doğu Akdeniz olmak üzere iki ağırlıklı boyutu olacağı anlaşılıyor.
Tabii, Borrell’in 20 Temmuz tarihli bu açıklamasında tam üyelik hedefinden söz etmemesi, bunun yerine yalnızca Türkiye ile “daha güçlü bir ilişkinin geliştirilmesi” ihtiyacının altını çizmesi de dikkat çekicidir. İlişkileri güçlendirme yönündeki ilginin karşılıklı olarak bulunduğunu vurguluyor AB yetkilisi.
AB’nin Dışişleri Bakanı konumundaki Borrell, aynı zamanda Doğu Akdeniz’de gerilimin düşürülmesi hedefinden söz ederek, Kıbrıs sorununun BM kararları çerçevesinde çözüme kavuşturulmasının Türkiye ile yeniden angajmana girilmesinde anahtar bir rol oynayacağını söylüyor.
Borrell, ayrıca Ankara’nın taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde tanımlanmış olan özgürlükler ve değerlerin yaşatılmasının da bu süreçte esas olacağını söylüyor.
Buradaki sürecin iki yönlü olduğunu, Türkiye’nin de AB’den beklentileri bulunduğunu vurguluyor, bu çerçevede gümrük birliğinin güncellenmesi ve vize serbestisi taleplerini hatırlatıyor AB yetkilisi.
İlginç olan bir nokta, bu tespitten sonra sözü yine Doğu Akdeniz’e getirip “Kıbrıs’la ilişkiler, Yunanistan’la ilişkiler ve Doğu Akdeniz’deki durum, Türkiye ile yeniden yapıcı ilişkiler tesis edilmesi girişiminin temel bir yönü olacaktır” diye konuşmasıdır.
Borrell’in bu ifadesini, bulunacak her uzlaşının bir şekilde AB üyeleri Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nin de onayından geçeceğini, dolayısıyla bu faktörlerin dikkate alınması gerektiğini hatırlatma çabası şeklinde de okuyabiliriz.
***
Bu açıklamadan yola çıkarak varacağımız sonuç, AB’nin bakışına göre, Türkiye ile her türlü normalleşmenin insan hakları/hukuk alanlarındaki adımların yanı sıra, aynı zamanda Doğu Akdeniz’de gerilimin yükselmemesinden ve Kıbrıs sorununun çözüm çabalarının yeniden canlandırılmasından geçeceğidir.
Ancak 2004 yılında BM’nin hazırladığı Annan Planı’nın referandumda KKTC tarafından kabul edilip Kıbrıs Rum kesimi tarafından reddedilmesi, keza 2017 yılında İsviçre Crans Montana’da BM gözetiminde yapılan müzakerelerde masanın yine Rumlar tarafından devrilmesinden sonra yeni bir çözüm denemesinin ne kadar sonuç getireceği tartışmaya açıktır.
Türkiye de son dönemde Kıbrıs sorununa çözüm konusunda ısrarlı bir şekilde “iki devletli çözüm” düşüncesini dile getirmektedir. Bu esasa dayanan bir çözüm, AB’nin her seferinde ısrarla vurguladığı BM parametrelerindeki bir çözüm çerçevesinin dışında kalmaktadır.
İki devletli çözüm tezi, Erdoğan tarafından ilk kez 2020 yılı sonbaharında -federasyon konusundaki çekincelerini vurgulayarak- ortaya atılmış, daha sonra Milli Güvenlik Kurulu bildirilerine girmişti. Erdoğan son olarak geçen eylül ayında BM Genel Kurulu’na hitabında uluslararası camiaya KKTC’nin tanınması çağrısında bulunmuştu.
***
Buna karşılık, Borrell tarafından da ifade edildiği üzere, AB’nin ilişkilerin yeniden canlandırılmasında sağlanacak ilerlemeyi önemli ölçüde Kıbrıs sorununun BM kararları çerçevesinde çözüme kavuşturulması koşuluna bağlaması “iki devletli çözüm” tezi açısından ne anlama gelecektir?
Ankara, bu durumda Kıbrıs sorununa çözüm olarak dile getirdiği bu tezi yüksek sesle telaffuz etmekten kaçınabilir mi?
Bütün bu soruları yan yana getirdiğimizde, Kıbrıs sorununun, önümüzdeki aylarda AB ile muhtemel bir normalleşmenin önünün açılabilmesi açısından çok kritik bir sınamaya dönüşebileceğini tahmin edebiliriz.
Ankara’nın bu alanda belirebilecek pürüzleri aşabilmek için her halükârda yaratıcı bir diplomasi sergilemesi gerekecektir.
Paylaş