Yaşanan hadise ilk bakışta Türkiye’de spor alanında bugüne dek karşılaşılan en vahim şiddet olaylarından biridir. Ancak dün spor yazarımız Uğur Meleke’nin yazısındaki döküme baktığımızda, yeşil sahalarda uzun bir zamandır süregelmekte, tekrarlanmakta olan şiddet dalgasının olsa olsa en son halkasıdır.
Meleke, statlarda futbolcuların, teknik adamların, hakemlerin maruz kaldıkları birçok şiddet olayından örnekler veriyor. Bıçakla yaralama, taşlı saldırı, dayak, linç girişimi gibi muhtelif şekillerde kendini gösteren şiddet hareketleriyle karşılaşıyoruz.
Bu döküme baktığımızda, Ankara’daki hadiseyi bu kadar sarsıcı yapan, galiba olayın ilk kez bizzat bir kulüp başkanının sahaya girip doğrudan maçın hakemini yumruklayıp tekmelemesi şeklinde ortaya çıkmış olmasıdır.
*
Aslında bu son saldırıyı yalnızca spor dünyasıyla ilgili bir mesele gibi almak, değerlendirmek de isabetli görünmüyor. Çünkü buradaki olay, çok uzun zamandır tanıklık ettiğimiz üzere, içinde yaşadığımız toplumu, ülkemizi artan ölçüde kuşatmakta olan bir büyük şiddet sarmalının yalnızca spor alanındaki bir tezahürüdür.
Ülkede her alana yayılmakta olan, her kesime, her dokuya sirayet edip onu tehdit eden, başkalaştıran bulaşıcı bir şiddet virüsünden söz ediyoruz.
Bu sorunu ele alacaksak, bütünü üzerinde konuşmamız gerekir.
*
Burada karşılaştığımız kendine özgülük, kuşkusuz öncelikle uluslararası ilişkiler alanındaki akademisyenlerin üzerinde çalışması gereken bir durum olarak beliriyor.
Ancak biraz üstünde düşündüğümde, bu ilişkinin galiba farklı uzmanlıkların da alanına girdiğine kanaat getirmekten
alıkoyamıyorum kendimi. Her zaman rasyonellere dayalı kabuller üzerinden formüle edilebilecek bir ilişki işleyişi söz konusu değil.
Galiba rasyonellerin dışındaki davranışların, saiklerin, duyguların da sıkça denkleme dahil olduğu karmaşık bir ilişki bu.
Aralarında çok ciddi anlaşmazlıklar, çatışmalar olsa da, aynı duygu iklimini paylaştığını hisseden insanların her şeye rağmen karşı koyamadıkları bir biçimde birbirlerine doğru yönelmesi ve yan yana geldiklerinde kendilerini iyi hissetmelerinde olduğu gibi durumları düşünün...
Aynı coğrafyayı paylaşan, aynı rüzgarları içine çeken iki ülke arasında da aynısı pekâlâ olabiliyor.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin tarihine baktığımızda, bu tespiti haklı çıkaracak o kadar çok vaka aktarmak mümkün ki...
*
Bu yazıda, Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğinin sonuçlanması üzerindeki engellemesi nedeniyle F-16 konusunun ABD cephesinde kilitlendiği anlatılmaktaydı.
Bu yazının yayımlandığı gün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan gelen sürpriz bir açıklama, ABD’den F-16 talebinin akıbeti konusunda denklemde yepyeni bir durum yaratmış bulunuyor.
Türk tarafının tutumu bakımından önemli bir pozisyon değişikliği anlamına gelen bu çıkışla birlikte, her iki başlıkta da çözüme gidilmesi bakımından kritik bir dönemecin geride bırakıldığı söylenebilir.
Ancak Erdoğan’ın çıkışının ne anlama geldiğini gösterebilmek için biraz geriye, 2021 ekim ayının başına, yani Türkiye’nin F-16 alımı ve modernizasyonu talebiyle Biden yönetimine resmi başvurusunu yaptığı günlere dönelim.
*
Türkiye 40 adet yeni model F-16 alımı ve ayrıca 79 F-16’nın “VIPER” olarak adlandırılan kitlerin temin edilerek modernize edilmesine ilişkin başvurusunu yaptığında, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali dünyanın gündemine girmemişti.
ABD Başkanı Joe Biden, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile 31 Ekim 2021 tarihinde Roma’da yaptıkları görüşmede, Türkiye’nin talebini desteklediklerini, ancak öncelikle Kongre engelini aşmaları gerektiğini söylemişti. ABD’den askeri alımların işleyişinde yönetimin onay için yapacağı bildirime Kongre’den itiraz gelmemesi gerekiyor.
Tabii o dönemde Kongre faktörü denildiğinde, F-16’lar konusunda onayın alınabilmesi için daha çok Yunanistan’la ilgili konular ön plana çıkmakta, Türkiye’nin Ege’deki hareket tarzını ilgilendiren bazı güvencelerin istendiği şeklinde yorumlar yapılmaktaydı.
Her gün F-16’lar, Eurofighter’lar, F-35’ler, VIPER modernizasyon kitleri ve KAAN projesi bu haberler üzerinden gündemimize giriyor.
Değindiğimiz içerikteki haberlerin son dönemde bu kadar yoğunlaşmasının gerisinde, Türkiye’nin envanterindeki savaş uçağı filosunun önümüzdeki on yıllara dönük modernizasyon plan ve hedeflerinin hayata geçirilmesinde karşılaşılan sorunlar yatıyor.
Bu haberlerle ilgili önemli bir noktayı baştan vurgulayalım. Söz konusu savaş uçakları, Türkiye’nin Rusya ile Bulgaristan, Irak, İran gibi komşularıyla arasındaki askeri güç dengesine ilişkin tehdit değerlendirmeleri bağlamında gündeme gelmiyor.
Konu daha çok Ege’de Türkiye ile Yunanistan arasındaki güç dengesinin gözetilmesi, bu dengenin Türkiye’nin aleyhine şekillenmemesi hedefi çerçevesinde ele alınıyor.
Dikkat çekici bir nokta daha var. Uçak alımlarının finansmanıyla ilgili hususlar kuşkusuz çok önemli olmakla birlikte, işin bu kısmı söz konusu haberlerde temel mesele olarak belirmiyor.
Sorun, bu aşamada büyük ölçüde uçakların satın alınabilmesi için gerekli siyasi onayın üretici, satıcı ülkelerin karar alma organlarından, yani hükümetlerinden, parlamentolarından çıkması noktasında yaşanıyor.
*
Modernizasyon dosyasının ana parametrelerini şu şekilde özetleyebiliriz: Türk Hava Kuvvetleri’nin envanterinin savaş uçakları kategorisini ağırlıklı olarak F-16 savaş uçakları oluşturuyor. Teknolojik yetenekleri itibarıyla
Kaya Türkmen’in anlattığı hadise, bir sanat eserinin Türkiye’de nasıl bir hoyratlığa, saygısızlığa maruz kalabileceğini göstermesi bakımından çok çarpıcı.
*
Hikâyeyi anlatmak için önce biraz geçmişe uzanmamız gerekiyor. Kaya Türkmen’in kendisi gibi diplomat olan babası 1950’li yılların ikinci yarısında Brüksel’de görevlidir ve 1958 yılında düzenlenen, o tarihte Resmi Gazete’deki tanımıyla “Cinahşumul ve Milletlerarası Brüksel Sergisi”nde Türkiye’nin temsilinde kilit bir rol oynar. Türk Pavyonu’nun Genel Komiseri Munis Faik Ozansoy’un yardımcısı olarak görevlendirilmiştir.
Bu fuarın 1967’den itibaren bugünkü adıyla “EXPO”ya dönüştüğünü hatırlatalım. O dönemde de her ülke Brüksel’deki fuarı kendi vitrini olarak kullanmak çabasındadır. Örneğin, Amerikalılar demokrasi temasını işleyen bir pavyonla katılırlar ve Coca Cola’yı da sembollerden biri olarak kullanırlar. Sovyetler Birliği’nin pavyonunda 1957’de uzaya fırlattıkları Sputnik uydusunun bir maketi ön plana çıkar.
Kaya Türkmen’in anlatımına göre, dönemin Demokrat Parti iktidarı, bu fuarı modern Türkiye’yi anlatmak bakımından değerli bir fırsat olarak görür ve çok iddialı bir şekilde katılmaya karar verir. Bu çerçevede Türk pavyonunun nasıl tasarlanacağı, Türkiye’nin burada nasıl anlatılacağı önemli bir soru olarak belirir.
Bunun için bir mimari proje yarışması düzenlenir. Yarışmayı her biri Türkiye’de mimarlık alanında seçkin çizgileriyle temayüz etmiş dört mimar Utarit İzgi, Muhlis Türkmen, Hamdi Şensoy ve İlhan Türegün’den oluşan ekibin projesi kazanır. Bu gruptan ilk üçü sonradan profesörlük unvanı da almış akademisyenlerdir.
*
Aslında bu mirasın arkasında son derece çarpıcı bir yaşam öyküsü var. Bu öykünün öznesi Almanya’da Bavyera’nın Fürth şehrinde yaşayan bir Yahudi ailesinin büyük çocuğudur. Aile, Almanya’da yükselen Nazi tehlikesi karşısında 1938 yılında ABD’ye göç etmek zorunda kalır ve ayak bastıkları New York’ta mütevazı koşullarda ayakta kalmaya çalışır. Ailenin iki erkek çocuğundan biri en büyük merakı futbol olan Heinz Alfred Kissinger’dır.
Kissinger’ın ebeveynlerinin kaçmakla ne kadar isabetli bir şekilde hareket ettikleri, aileden Almanya’da kalan en az 13 yakın akrabanın Naziler tarafından gaz odalarında ya da toplama kamplarında katledilmesiyle anlaşılacaktır.
*
ABD’de Henry adını alacak olan Heinz Alfred Kissinger, Amerika kıtasına ayak bastığında henüz 15 yaşındadır. İngilizceyi her zaman kırık bir Alman aksanıyla konuşmuş olan Henry Kissinger’in öyküsündeki önemli dönüm noktalarından biri, 20 yaşındayken askere alınması ve savaşın sonuna doğru kendisini ailece göç etmiş oldukları Almanya’da bu kez bir ABD askeri olarak bulmasıdır.
Güler’in bu açıklamasında teknik sorunları nedeniyle bu uçaklara dönük ifade ettiği olumsuz bakışı hesaba kattığımızda, Ankara’nın son yıllarda ABD ile ilişkilerini ciddi bir şekilde sıkıntıya sokan F-35 seçeneğinden bir hayli uzaklaşmış olduğunu teslim etmemiz gerekiyor.
Gelgelelim, satır aralarına baktığımızda, Güler’in bütün olumsuz bakışına karşılık Ankara’da bu seçeneğe kapının tümden kapatılmadığı da anlaşılıyor.
Durumu tam olarak gösterebilmek için önce komisyon toplantısının tutanaklarına yönelmemiz gerekecek.
*
Öncelikle belirtelim, Güler, komisyon toplantısında milletvekillerinin F-35 savaş uçaklarına ilişkin sorularına verdiği yanıtlarda son derece şüpheci bir bakış yansıtıyor.
Örneğin, önce “Bu F-35 konusu hakikaten Türkiye’de bizim oturup düşünmemiz gereken bir konu” diyor. Ardından, ABD ve İsrail’de F-35’lerle ilgili yaşanan bazı teknik problemleri hatırlatıyor:
“Şu anda Amerika’da dahi F-35’lerin çoğunun uçuşu kesilmiş durumda. İsrail, F-35’lerini uçuramıyor ve bu konuda da sürekli olarak açıkça Amerika’ya saldırıyor. Avrupa’daki birçok ülkede de anlaşılmayan, onların çözemediği aksaklıklar var.”
Peki teknolojideki en ileri aşamayı temsil eden
BULGARİSTAN vatandaşı olarak Gimnaziya’da, yani lisedeki kayıtlı ismi biraz uzundu: Bilal Niyaziyev Mehmed Eminov Paşov...
Kısaca Paşov derlerdi.
Peki neden Paşov?
Anlattığına göre, büyük dedesi 1853-56 Kırım Harbi’ne katılmış ve cephede bir Osmanlı Paşası’nın yanında görev yapmıştı. Askerden Bulgaristan’da yaşadıkları kasabaya bir gümüş madalyayla döndüğünde, Paşa’nın yanında görev yapmış olmasının da havasıyla aile Paşalar diye anılmaya başlanmıştı.