En temel tespitlerden biri, herhalde ABD ve AB ile ilişkilerde yaşanan ve çözümleri yönünde ciddi bir ilerleme sağlanmayan, sorunlar nedeniyle Türkiye’nin geride bıraktığımız yıl Batı ile arasının biraz daha açılmış olmasıdır. Son dönemde hemen hemen her yıl sonunda karşımıza çıkan bu tablo, galiba Türkiye’nin dış ilişkilerindeki başat yönelişi oluşturuyor.
Bunun tamamıyla tersi bir doğrultuda ise Rusya ile ilişkilerin istikrarlı bir çizgide yoğunlaşarak, hacim kazanarak, olumlu bir atmosferde ilerlediğini görüyoruz. Rusya’nın enerji alanında birinci sırada Türkiye’nin en önemli tedarikçisi ülke konumuna gelmesinin yol açtığı asimetrik durumun taşıdığı bütün potansiyel riskler, bu yönelişi herhangi bir şekilde etkilemiyor.
NORMALLEŞME ARAP DÜNYASI İLE TAM İSTİM GİDİYOR
Geride bıraktığımız yılın dış politikadaki kayda değer bir sonucu Arap Dünyası cephesinde yaşanmıştır. 2011 yılında Arap Baharı ile birlikte bir dizi kilit Arap ülkesiyle köprülerin atılması nedeniyle ortaya çıkan kopukluğun giderilmesi yönünde 2020’den itibaren girişilen manevraların uzantısı olarak, hedeflenen normalleşme sonunda tam anlamıyla işlemeye başlamıştır.
Bu sürecin en son ayağı olarak Mısır’la da ilişkilerin 2023’te düzeltilmesiyle, Türkiye Arap Dünyası’yla ilişkilerinde artık yeniden rahat bir zeminde hareket etmektedir.
Kabul edelim ki bu onarım çabası sergilenmemiş olsaydı, 7 Ekim sonrası dönemde Türkiye’nin Arap dünyası ile Gazze krizine dönük diplomasiyi yürütebilmesinde ciddi zorluklar yaşanacaktı; Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerle diyalog kanallarının kopuk olması nedeniyle...
Aslında 2023’ün önemli bir bölümünde İsrail ile ilişkilerin de süratli bir düzelme süreci izlemesine karşılık, bu ülkenin Gazze’de ayrım gözetmeden giriştiği katliamlarla birlikte yeniden başa dönülmüştür.
İsrail’in katliamlarının sürdüğü, aşırı sağcı
Bunun temel nedeni, son yıllarda bu ilişkilerin ilerlemeyen, her şeyin ertelendiği, ötelendiği kilitlenme halini analiz etmekteki güçlükten kaynaklanıyor.
Üstelik karşılıklı olarak yaşanan inandırıcılık sorunlarının da bu kilitlenmenin üstünü kapladığını hesaba kattığınızda, iş iyice içinden çıkılmaz bir hale geliyor.
ÖNCE SEÇİMLER ARDINDAN YENİ YOL HARİTASI BEKLENDİ
Geride bıraktığımız yıl boyunca Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin ana akışı şöyle özetlenebilir. 2023’e girildiğinde, mayıs ayında Türkiye’de seçime gidileceğinden, yılın ilk yarısının geniş bölümü AB kurumları açısından bekleme pozisyonunda geçmiştir. AB, muhtemel oyun planını sandıktan çıkacak sonucun istikametine göre çizecekti.
Seçimi bir kez daha AK Parti ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kazanmasının ardından, AB zirvesi geçen haziran ayı sonunda Türkiye ile yola nasıl devam edileceği konusunda bir rapor hazırlamak üzere Avrupa Komisyonu’nu görevlendirmiştir. Bu görev AB’nin Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell ile Komisyon’un Genişleme Komiseri Oliver Varhelyi’ye verilmiştir.
Ardından herkes bu raporu beklemeye başlamıştır. 2023 yılının ikinci yarısı da önemli ölçüde bu raporun hazırlanma sürecinin beklenmesiyle geçmiştir. Borrell ve Varhelyi’nin raporu geçen 29 Kasım’da açıklanmıştır.
Rapora Türkiye cephesinde gösterilen tepkileri 20 Aralık tarihli “AB ile İlişkilerde Beklenen Canlanma Adımı Gelmedi” başlıklı yazımızda ayrıntılı bir şekilde değerlendirmiştik.
Rapor, büyük ölçüde eski önerileri tekrarlayan yetersiz bir metin olduğu noktasında eleştirilmişti. Ancak iyimserlere göre, rapor bütün eleştirilere rağmen, yine de ilişkilerde yeni bir başlangıç yapılmasını sağlayacak bir pencere açıyordu.
2018 yılına, 2016’dan beri tutuklu olan ABD’li rahip Andrew Brunson’un durumu üzerinden tırmanan kriz damgasını vurmuştu. Başkan Donald Trump’ın rahip Brunson’un serbest bırakılması yolunda yaptığı çağrılar karşılıksız kalınca, açıkladığı ekonomik yaptırımlar nedeniyle döviz kurunun birden sert bir şekilde yükselmesi Türk ekonomisinde ciddi sonuçlara yol açmıştı.
2019 yılında da büyük sarsıntılar yaşandı ilişkilerde. Rusya’nın S-400 hava savunma sistemlerinin Ankara’ya intikali üzerine Trump yönetiminin Türkiye’yi F-35 savaş uçağı ortak üretim programından çıkarması, ardından Türkiye’nin Suriye’de Fırat’ın doğusunda giriştiği Barış Pınarı Harekâtı sırasında yaşanan gerginlikler ve sonuçta imzalanan 17 Ekim 2019 mutabakatı ilişkilere damgasını vuran ana hadiselerdi.
2020 yılı, ABD’de seçime gidilirken bütün bu çalkantıların devam ettiği, aynı zamanda kasım ayında demokrat aday Joe Biden’ın başkanlık seçimini kazanmasıyla ilişkilerde yeni bir başlangıç beklentisinin doğduğu bir dönemdi. Gelgelelim, Trump’ın seçimi kaybettikten sonra Beyaz Saray’dan ayrıldığı sırada S-400 alımı nedeniyle Türkiye’ye karşı CAATSA yaptırımlarını devreye sokması, Trump döneminin son bir darbesi oldu ilişkilere.
2021, ilişkilerde yeni Başkan Biden ile son derece sıkıntılı bir başlangıca sahne oldu. Biden’ın daha yolun başında 24 Nisan 2021 tarihinde “Ermeni Soykırımı” tezini destekleyen bir açıklama yapması, ilişkilerde ağır bir durum yarattı. Erdoğan’ın Biden ile kurmayı arzu ettiği diyalog bir türlü tesis edilemedi. Buna karşılık Türkiye, yıl sonuna doğru 40 adet yeni F-16 savaş uçağı alımı ve 79 F-16’nın modernizasyonu için ABD yönetimine başvurması, ilişkilerin zaten sıkıntılı olan gündemine yeni ve zor bir sorunu dahil etti.
2022 yılına gelindiğinde, şubat ayında Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyelik başvurularının sonuçlanmasının Türkiye tarafından geciktirilmesi, ABD ile ilişkilerde yeni bir gerilim alanı yarattı. Biden yönetimi, Kongre’nin bu gecikmeye tepkisini gerekçe göstererek Türkiye’nin F-16 talebiyle ilgili Kongre’deki onay işlemini bir türlü başlatmadı. Karşılığında, F-16 talebinin ABD yönetiminde sürüncemede kalması da Ankara’da rahatsızlığa neden oldu.
Özetle, 2023’e kadar geçen beş yılın gelişmelerine baktığımızda, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkinin sürekli türbülans içinde giden, her seferinde yeni bir krizle biraz daha irtifa kaybedip sarsılan ve bir türlü ferah semalara çıkamayan bir uçağın durumunu andırdığını söylemek hata olmaz.
2023’TE OLUMLU GELİŞME PEK YOK
İşte 2023’e bu sıkıntılı ortam içinde girildi. Geçen 12 aya bakıldığında da gerçekten de ABD ile ilişkiler açısından olumlu gelişmeler hanesine yazılacak kayda değer bir harekete işaret edebilmek güç görünüyor, son dönemde yaşanan göreceli hareketlilik hariç tutulursa.
Yeni yıl dolayısıyla bunu bir kez daha yaptığımda, geçen altı yıl içinde Türkiye’nin dış ilişkilerinde en istikrarlı seyreden alanın Rusya olduğuna sonucuna varıyorum.
Bu egzersizin Rusya başlığında en özet haliyle karşıma şöyle bir tablo çıktı:
2018 sonunda yaptığım değerlendirme, Rusya’dan Türkiye’ye Karadeniz üzerinden ikinci bir doğalgaz boru hattının devreye girmesi ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu ülkeden S-400 hava savunma sistemleri alma kararına dayanarak “Türkiye’nin yeni stratejik ortağı Rusya” başlığını taşımış.
Ertesi yıl S-400 bataryaları Türkiye’ye intikal ettikten sonra 2019 değerlendirmesi “Türk-Rus stratejik ortaklığı eşik atladı” başlığı altında yer almış.
2020 yılının değerlendirmesi “Rusya ile rekabet, çatışma ve işbirliği el ele yürüyor” başlığını taşıyor. İdlib’de 34 askerimizin 27 Şubat 2020 tarihinde Rus ve Suriye savaş uçaklarının ortak saldırısında şehit olması hadisesinin gölgesi düşmüştü 2020’de ilişkilere.
Buna rağmen yaşanan kriz İdlib’le ilgili yeni bir mutabakata varılmasıyla geride bırakılmış, iki ülke arasında işbirliği ile birçok bölgesel krizde rekabet ve çatışmanın bir arada gittiği kendine özgü bir ilişki modeli iyice yerleşmişti.
2021 yılı sonundaki analizimizde fotoğrafı “Rusya ile çatışarak işbirliği modeli ilerlemeye devam ediyor” başlığıyla çekmişiz.
Ve nihayet 2022 sonundaki tahlilimizde durumu
İran’daki hadise, geçen 7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e saldırısıyla başlayan ve bu ülkenin de bütün Gazze’ye katliam ölçeğinde bir karşılık vermesiyle tırmanan savaşın kontrolden çıkıp, topyekun bir şekilde bütün bölgeye yayılabileceği yolundaki kaygıları tetiklemiş bulunuyor.
Gazze’deki savaşın artçıları, aslında bir süredir bölgenin başka noktalarında da kendisini göstermekteydi. Örneğin, Yemen’de İran destekli Husi gruplarının denizden ve ayrıca havadan dronlarla düzenledikleri saldırılarla Kızıldeniz’deki gemi trafiğini, bu çerçevede uluslararası ticareti tehdit etmesi bu gelişmelerden yalnızca biridir.
Bu arada İran’a yakın milis gruplar bir süredir Suriye ve Irak’taki ABD birliklerine küçük ölçekli saldırılar düzenliyorlar. Dün Bağdat’ta yaşandığı üzere, ABD ordusu da belli aralıklarla bu gruplara drone operasyonlarıyla karşılık veriyor.
Geçen salı günü de Lübnan’da bulunan Hamas’ın üst düzey yöneticilerinden Salih el-Aruri, İsrail’in nokta atışı şeklinde düzenlediği bir hava saldırısında hayatını kaybetmiştir. Bunu önceki gün İran’daki patlamalar izlemiştir.
Peki İran’da mezarlıkta patlayan bombaların pimini kim çekti?
*
Hadise ilk duyulduğunda pek çok insanın aklına ilk gelen fail, olağan şüpheli olarak hemen İsrail oldu.
İsrail’in İran’ı kendisine karşı bölgede varoluşsal bir tehdit olarak gördüğü, 7 Ekim saldırısından dolayı da yine İran’ı suçladığı hesaba katıldığında, böyle düşünülmesi anlaşılabilir bir durumdur. İsrail, her zaman İran’a zarar vermek istemiştir.
Bir başka deyişle, mevcut bölünmüşlük durumunun Suriye’de fiili statüko olarak yerleşmekte olduğu tespitini yapmak hata olmaz.
Bu kilitlenme tablosunda Suriye’de merkezi otorite olarak iç savaştan ağır hasar almakla beraber bekasını koruyarak çıkabilen, ancak ekonomik ve sosyal alanlarda devasa sorunlarla boğuşmak durumunda olan bir rejim var.
Üstelik ülke topraklarının yüzölçüm olarak hiç de yabana atılamayacak bir alanında egemenlik iddiasını sahada hayata geçirebilecek güçte de değil bu rejimin lideri olan Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad.
SAHADA ÇOK SAYIDA AKTÖR VAR
Bu durumu örneklerle göstermeye çalışalım. Öncelikle, ülkenin Fırat’ın doğusunda kalan neredeyse üçte birine yakın bir bölümü, ABD’nin himayesinde, başını PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG kadrolarının oluşturduğu bir özerk yönetim alanı olarak Şam’daki meşru otoriteye kapalı durumda.
Keza, ülkenin kuzeyinde sınırın neredeyse üçte ikisini denk gelen ve Suriye topraklarında ortalama 30 kilometre derinliğe inen bitişik bir bölge, Türkiye’nin himayesindeki eski adı Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) olan Suriye Milli Ordusu (SMO) ve TSK’nın kontrolündedir.
Ülkenin yine kuzeyinde Hatay’a bitişik İdlib bölgesi de BM Güvenlik Konseyi tarafından terör örgütü olarak tescil edilmiş olan Heyet Tahrir eş Şam (HTŞ) isimli köktenci bir örgüt ve onun güdümündeki “Ulusal Kurtuluş Hükümeti”nin yönetimi altındadır. TSK da, içsavaşta yaklaşık iki milyonun üstünde yerinden olmuş insanın yaşadığı bu bölgede, potansiyel bir göç dalgasına karşı caydırıcılık sağlamak amacıyla önemli bir askeri varlık bulundurmaktadır.
SAHADAKİ DURUM
Bu yılki seriye de son zamanlarda Gazze savaşı nedeniyle biraz ikinci plana düşmüş gibi görünen ama Türkiye açısından hayati önemini korumaya her zaman devam edecek olan Suriye ile ilişkilerin 2023 yılındaki seyrine eğilerek başlamak istiyorum.
Geçen yıl tam bu zamanlarda, 4 Ocak 2023 tarihinde yayımlanan 2022’nin Suriye değerlendirmesine, “Suriye ile buluşma yılın en büyük sürprizi oldu” başlığını atmıştım.
2023’E SÜRPRİZ BULUŞMAYLA GİRİLMİŞTİ
Yazıda kastedilen buluşma neydi?
Kastedilen, yılın hemen sonunda 28 Aralık 2022 tarihinde Türkiye, Rusya ve Suriye’nin milli savunma bakanları ve istihbarat örgütü yöneticilerinin Moskova’da üçlü bir çerçevede bir araya gelmeleriydi.
O dönem için oldukça çarpıcı bir gelişmeydi bu toplantının yapılabilmiş olması. Türkiye’yi dönemin Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ve bugün Dışişleri Bakanı koltuğunda oturan dönemin MİT Müsteşarı Hakan Fidan temsil etmişti Moskova’daki toplantıda. Aslında Fidan’ın bunun öncesinde de Suriyeli mevkidaşı ile bir araya geldiği biliniyor.
Böyle bir üçlü toplantı, bundan üç-dört yıl öncesinde tasavvur bile edilemezdi. Türkiye, 2011 yılında Suriye’de iç savaş patlak verdiğinde Esad rejimini devirmek için devreye girerek, silahlı muhalefete kuvvetli bir destek sağlamıştı.
Ancak özellikle 2015 yılından itibaren Rusya’nın askeri desteğini yanına alan rejim duruma hâkim olup, parçalanmış bir ülke tablosu pahasına da olsa, muhalefete karşı içsavaşı kazanmıştır. Bunun sonucunda Türkiye de rejimin kalıcılığını kabullenmiş ve attığı adımlarla ilişkileri onarmak yoluna girmiştir.
Bu listede bir dinleyici olarak bir yıl boyunca Spotify üzerinden çıktığınız müzik yolculuğunuzun bir dökümünü, bir tür haritasını buluyorsunuz.
Geçenlerde 2023 yılının dökümü geldiğinde, en çok dinlediğim müzisyenin Yavuz Çetin olduğunu öğrendim.
En çok dinlediğim ilk 10 parça içinde 6’sı, 2001 yılında aramızdan ayrılmış olan ve Türkiye’nin gelmiş geçmiş en önemli gitaristlerinden biri olarak kabul edilen Yavuz Çetin’e aitti. Birinci sırada da onun 1997 yılında çıkmış olan “İlk” albümünden “Kimse Bilemez” şarkısı yer alıyordu.
Daha önceki yıllarda bu liste farklı müzik türleri arasında az çok eşit bir şekilde dağılırdı. Aslında bu yılın sonucuna çok da şaşırmadım. 2023, müzik dinleme uğraşımda benim için Yavuz Çetin’in müzik dünyasını, şarkılarını, onun ruh dünyasını daha yakından anlamaya çalıştığım bir yıl oldu.
*
Yavuz Çetin’e ilgi duymamın benim açımdan gecikmiş bir çaba olduğunu teslim etmeliyim. Onu geçmişte çok usta bir blues gitarcısı olarak tabii ki biliyordum. Muhtelif zamanlarda dinlemiştim. Ama biraz daha derinlemesine bakınca, bendeki izlenimlerin çok daha üstüne çıkan bir büyük müzisyenle karşılaştığımı fark ettim.
Benim açımdan