Sedat Ergin

Türkiye ile ABD geri dönülmez bir noktaya doğru gidiyor...

19 Aralık 2018
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan 12 Aralık’ta Fırat’ın doğusuna dönük harekâtın “birkaç gün içinde başlayacağını” açıkladı, önceki gün de “her an başlayabileceğini” söyledi.

Bu beyanlar Suriye sınırında askeri hazırlıkların arttığı haberleriyle birleşince, Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler bir yüksek gerilim hattının içine girmiş bulunuyor.

Erdoğan ile Başkan Donald Trump arasında geçen cuma günü yapılan telefon görüşmesine rağmen, gerilimin tırmanmaya devam etmesi ve kontrol altına alınamaması durumunda, bu ilişkilerin sonuçları itibarıyla 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali sırasında yaşanan ‘tezkere’ ve ardından patlak veren ‘çuval’ krizlerini bile aşabilecek bir kırılmaya doğru sürüklendiğini söylemek mümkün.

*

Cumhurbaşkanı Erdoğan kendisini kamuoyu karşısında bu ölçüde bağladığı ve harekâtı Türkiye’nin çıkarları açısından hayati bir zorunluluk şeklinde tarif ettiğine göre, ABD tarafı anlamlı bir jest yapmadığı ya da bir şekilde geri adım atmadığı sürece, Ankara açısından bu operasyonun ertelenmesi, askıya alınması ihtimali uzak görünüyor.

Türkiye’nin giriştiği bu güç egzersizi, ABD yönetiminin Fırat’ın doğusundaki Suriye topraklarına dönük niyetlerini dizginlemeyi, bu ülkeyi bir tutum değişikliğine zorlamayı amaçlayan stratejik bir hamle boyutuyla görülmelidir. Ancak iki tarafın Fırat’ın doğusu ve YPG/PYD başlıklarındaki temel tutumları arasında ortaya çıkmış olan uçuruma bakıldığında, buradaki görüş ayrılığının uzlaştırılabileceği bir marj gerçekçi olursak -bugün itibarıyla- bulunmuyor.

*

Bu çatışmanın bir ucunda ABD’nin DEAŞ tehdidi bertaraf edildikten sonra da Suriye’nin Fırat’ın doğusunda kalan, ülkenin neredeyse üçte birine yakın bir alanında varlığını sürdürme, yani bu bölgeye yerleşme niyeti yatıyor.

ABD, bu kalışını PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG/PYD ile kurduğu ittifak üzerinden yürütmeyi planlıyor. Nitekim ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral

Yazının Devamını Oku

Sözcü gazetesi de FETÖ’cülükle suçlanınca

18 Aralık 2018
İSTANBUL Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Sözcü gazetesinin yöneticileri Metin Yılmaz, Mustafa Çetin, Yücel Arı ile yazarları Emin Çölaşan ve Necati Doğru’yu hakkında FETÖ’yü desteklemekle suçlayan bir iddianame hazırlamasının yankıları kolay kolay geçeceğe benzemiyor.

Bu soruşturmanın kayda değer bir sonucu, önümüzdeki dönemde sanık durumundaki meslektaşlarımızın yargılanma sürecine paralel bir şekilde, Türkiye’de FETÖ’ye karşı yürütülen mücadelenin inandırıcılığı konusunda canlı bir tartışmayı kamuoyunun gözünde canlı tutacak olmasıdır.

*

Son zamanlarda FETÖ ile özdeşleşmiş bazı önemli şahsiyetlerin birbiri ardına adli süreçlerde aklandıkları bir sırada bu örgüt karşısında mücadeleleriyle temayüz etmiş gazetecilerin FETÖ’cülükle suçlanması yargı cephesinde ayrımcı bir uygulamanın varlığına da işaret ediyor.

Bu çelişkiyi Sözcü gazetesi iddianamesinde görmek mümkün. Örneğin, Zaman gazetesinden örgütün “resmi yayın organı” şeklinde söz ediliyor metinde. Sözcü’ye getirilen suçlamalardan biri, 17-25 Aralık soruşturmalarıyla ilgili haberlerin sunuş şeklinin örgütle bağı olan gazetelerle “birebir örtüşmesidir”. Zaman gazetesi ‘sunuşun örtüşmesi’ delaletiyle başka gazeteleri suçlamakta bir referans olarak kullanılırken, bu gazetenin en üst düzeyde yönetiminden sorumlu şahsiyetler için takipsizlik verilmesi başka nasıl izah edilebilir?

*

Bir köşe yazısının sınırları içine toplam 61 sayfa tutan bu iddianamenin detaylı bir analizini sığdırabilecek durumda değiliz. Ancak genel bir gözlem olarak şunu belirtebiliriz. Özellikle 17-25 Aralık 2013 sonrasında ortalığa yayılan muhtelif soruşturma dosyalarının içeriklerinin (ayakkabı kutuları gibi) bu gazete tarafından haberleştirilmesi ve köşe yazılarına konu edilmiş olması iddianamedeki ana suçlama eksenini oluşturuyor.

Bu içeriğin çoğu o günlerde muhalefet partileri tarafından sıkça seslendirilmiş, basında yazılmış, sosyal medyada yaygın bir şekilde paylaşılarak, kamuoyunda tartışılmış ve sonuçta o dönem itibarıyla ülkenin bir numaralı gündem maddesi olmuştur.

*

Yazının Devamını Oku

Erivan izlenimleri (4) - Ter-Petrosyan’la 28 yıl sonra yeniden karşılaşınca...

15 Aralık 2018
Geçen pazar günü Erivan’da eski cumhurbaşkanlarından Levon Ter-Petrosyan’ın liderliğini yaptığı Ermeni Ulusal Kongresi adlı partinin bir hayli mütevazı merkezinde, partinin başkan yardımcısı Levon Zurabyan ile görüşürken birden odanın kapısı açıldı ve içeri resmi giyimli, görmüş geçirmiş biri olduğu her halinden anlaşılan bir şahıs girdi. Odada bir hareketlenme oldu. Şahsın yüzü bana pek yabancı gelmedi.

Odadaki ziyaretçi Levon Ter-Petrosyan’dan başkası değildi. Parti merkezine gelince Türkiye’den bir gazeteci heyetinin yan odada olduğunu duymuş ve “Merhaba” demek için uğramıştı.

İşin benim açımdan renkli kısmı bundan sonra oldu. Herkesin elini sıkarken karşı karşıya geldiğimizde, yüzüme beni tanıyıp tanımadığını çıkarmaya çalışan bir ifadeyle baktı ve “I know you” (Sizi tanıyorum) dedi.

Washington’a ilk ziyaretinizde Beyaz Saray’ın bahçesinde sizinle mülakat yapan Türk gazetecisi bendim” dedim. “Değişmemişsiniz” diye karşılık verdi. Ardından bir hatıra fotoğrafı çektirdik.



4 Ekim 1990 tarihinde Hürriyet’in Washington muhabiri olarak Beyaz Saray’ın bahçesinde konuştuğum Ermenistan’ın ilk cumhurbaşkanını 28 yıl sonra bu kez Erivan’da partisinin merkezinde karşımda bulacağımı o zaman nereden bilebilirdim.

Üstelik Ermenistan henüz resmi anlamda tam bağımsızlığını bile kazanmamıştı o sırada. Gerçi Berlin Duvarı 1989 sonunda yıkılmış, Avrupa’daki ‘Doğu Bloku’ ülkelerinin çoğu bağımsızlıklarını ilan etmişti. Mihail Gorbaçov’un liderliğindeki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) coğrafyası ise çatırdamaktaydı.

SSCB içindeki cumhuriyetlerden biri de Türkiye ile 311 kilometrelik sınırı olan Ermenistan Cumhuriyeti idi. Üstelik bu cumhuriyetin meclisi, yani o dönemdeki resmi adıyla ‘Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Yüksek Konseyi’, 23 Ağustos 1990 tarihinde bir bildiri yayımlayarak toprakları üzerinde ‘egemenliğini’ ilan etmişti.

Yazının Devamını Oku

Erivan izlenimleri (3) İlişkilerde normalleşme uzak bir bahara kaldı

14 Aralık 2018
“Biz önkoşullar olmaksızın ilişkileri normalleştirmeye hazırız. Ama göründüğü kadarıyla tangoyu tek başına yapmak durumunda kalan da biziz” diye söze giriyor, sorumuzu yanıtlarken Ermenistan Dışişleri Bakanı Zohrab Mnatsakanyan.

Soru şu: Karabağ sorununun çözümünde anlamlı bir ilerleme olursa, bu gelişme Türkiye ile Ermenistan arasında ilişkilerde bir normalleşmenin önünü açabilir mi?

İlişkilerde normalleşmeyi Karabağ meselesinin çözümü ile ilişkilendiren bu gibi soruların, önermelerin Erivan’da pek sıcak karşılanmadığını en baştan belirtelim.

Mnatsakanyan, bu konuda şunları söylüyor:

Zürih protokollerini parlamentoya götürdük ama sonra metinlerde olmayan bir önkoşul ile karşılaştık... Zürih protokolleri artık yok ama bu bizim yüzümüzden değil. Bu konuda net olalım. Siz (eski) Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın bu protokollerin hükümsüz olduğu yolundaki açıklamasını hatırlatıyorsunuz. Ama muhtemelen daha kâğıdın üzerindeki mürekkep kurumadan diğer taraf bunu hükümsüz bıraktığı için bu böyle... Çünkü, hiçbir zaman protokollerin hayata geçirilmesi yönünde bir ilerleme sağlanamadı. 2009’dan 2018’e kadar masamızda durdu, şimdi en başa döndük sanırım.”


Büyükelçi Mnatsakanyan, New York’ta Ermenistan’ın BM Daimi Delegesi olarak görev yaparken, geçen ilkbaharda Erivan’da gerçekleşen ‘kadife devrim’den sonra Nikol Paşinyan’ın kurduğu ulusal uzlaşı kabinesinde kendisini birden dışişleri bakanlığı koltuğunda bulmuş.

Paşinyan

Yazının Devamını Oku

Erivan izlenimleri (2) Paşinyan Ermenistan’daki yolsuzluk ekonomisini yıkabilecek mi?

13 Aralık 2018
Erivan’da pahalı İtalyan ve Fransız markaların neonlarının ışıldadığı mağazaların birbiri ardına dizildiği caddelerde yürürken bazı şeylerin ters gittiğini fark etmemek mümkün değil.

Yaklaşık üç milyon nüfuslu Ermenistan’da yoksulluğun yüzde 30’larda seyrettiğini, eşitsizliğin ülkenin en yakıcı sorunlarından biri olduğunu hatırlarsanız, başkentte sizi karşılayan lüks ve gösteriş bu gerçeklikle tam bir tezat oluşturuyor.

Erivan’ın birçok noktasında kentin ihtişamlı tarihi mimarisinin yanında inşaat halinde yükselmekte olan modern lüks yapılar göze çarpıyor. Ayrıca, bir o kadar tamamlanmış yeni yapı stokunu da hesaba katarsanız, en azından kent merkezinde ciddi bir inşaat ekonomisinin işlediğine hükmedebilirsiniz.

Buna ek olarak caddelerde boy gösteren son model cipler, ağzına kadar dolu yeni şık restoranlar Erivan’da tüketen yüksek bir gelir grubunun bulunduğuna, sisteme giren önemli bir para hacminin varlığına işaret ediyor. Ancak belli ki, bu para sistemde sınırlı arterler içinde dolaşımda kalıyor.

Zaten kent merkezinin biraz dışına çıktığınızda karşınızda çok farklı bir sosyolojik realite buluyorsunuz. Örneğin, seçimden büyük bir zaferle çıkan Nikol Paşinyan’ın oy kullandığı Shengavit mahallesindeki anaokulunun bulunduğu semtin geri kalmış, köhne hali 2-3 kilometre uzaktaki zenginlik görüntülerinden çok uzak.

Ermenistan’daki temel mesele, ortaya çıkan zenginliğin küçük bir kesimin elinde yoğunlaşması. Forbes dergisinin bir araştırması, Ermenistan’ın gayrisafi milli hasılasının yüzde 52’sinin 44 ailenin kontrolünde olduğunu gösteriyor.

Buna karşılık, ülkede yoksulluk gerilemiyor, yükselen bir eğri izliyor. Ermenistan Ulusal İstatistik Servisi’nin Dünya Bankası’nın teknik desteğiyle hazırladığı 5 Aralık 2017 tarihli rapora göre, ülkede yoksulluk oranı 2008 yılında yüzde 27.6 iken, bu oran 2016’da yüzde 29.4’e çıkmış. ‘Çok yoksul’ olanların oranı ise yüzde 9.8. Bu noktada, Pakistan’daki yoksulluk oranının yüzde 29.5 ile Ermenistan’a çok yakın olduğunu belirtmekle yetinelim.

Öte yandan, işsizlik 2017 yılında yüzde  17.7 olarak gerçekleşmiş. Bu oran şehirlerde yüzde 25’in üstüne çıkıyor.

Yazının Devamını Oku

Erivan izlenimleri (1) - Araştırmacı gazeteciden başbakan olur mu?

12 Aralık 2018
Şöhretini daha 20’li yaşlarının başında genç bir gazeteci olarak ortaya çıkardığı yolsuzluk haberleriyle kazandı 43 yaşındaki Nikol Paşinyan. Ermenistan’ın yeni zenginleri oligarkların, onlarla içlidışlı siyasetçilerin ve bürokratların üzerine gözü kara bir şekilde gitmesiyle ün yaptı.

Bu yüzden gazetecilik yaptığı dönemde başı dertten hiç kurtulmadı, sayısız soruşturma geçirdi. Çıkarttığı bir gazetenin yayını durduruldu, mal varlığı müsadere edildi. Yolun ortasında dövülerek hastanelik oldu. Arabası havaya uçuruldu.

2008 yılında Cumhuriyetçi Parti’nin adayı Serj Sarkisyan’ın cumhurbaşkanlığını şaibeli bir şekilde kazandığı seçimin tetiklediği olaylardan sonra hakkında yakalama kararı çıkınca, teslim olmak yerine saklanmayı seçti Paşinyan. Bir yılı aşkın bir süre Erivan’ın içinde saklandı. Kendi isteğiyle 2009 Temmuz ayında savcılığa giderek teslim oldu. İki yıla yakın bir süre hapiste kaldı.

Hapisten çıktıktan sonra Paşinyan’ı, gazeteciliği sürdürmekle birlikte, daha çok siyasi mücadelenin içinde muhalefetin en önemli aktörlerinden biri olarak görüyoruz. 2012 yılında eski cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan’ın partisinden parlamentoya girdi, ertesi yıl ayrılıp ‘Sivil Sözleşme’ adında kendi partisini kurdu. 2017 parlamento seçiminde Paşinyan’ın partisinin başını çektiği ittifak 105 sandalyeden 9’unu aldı.

Ancak onu zirveye taşıyan gelişmeler, bu yılın mart-nisan aylarında Ermenistan’da yaşanan ve ‘kadife devrim’ olarak adlandırılan olaylar içinde şekillenecektir.

Yazının Devamını Oku

Markopaşa üzerinden demokrasi tarihimiz

8 Aralık 2018
Bir tiyatro oyununu izlemeye gittim ve bir tiyatro oyunundan çok fazlasıyla karşılaştım ‘Meçhul Paşa’da.

Tek parti rejiminin bütün ceberutluğuyla hüküm sürdüğü bir dönemde üç muhalif yazarın bütün görünür güçlükleri, baskıları göze alarak, itirazlarını bir siyasi mizah dergisi üzerinden ortaya koymalarındaki olağanüstü cesaret ve çabanın öyküsü ‘Meçhul Paşa’, daha doğrusu asıl adıyla Markopaşa...

Türkiye’nin edebiyat ve mizah evreninin üç çınarı Sabahattin Ali, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’ın siyasi karikatürün büyük ustası Mustafa Mim Uykusuz’u da yanlarına alarak, 1946 yılı sonuna doğru yayımlamaya başladıkları ve kısa zamanda 50-60 bin gibi şaşırtıcı tirajlara çıkan ‘Markopaşa’ adlı haftalık siyasi mizah dergisinin başından geçenleri anlatıyor bu tiyatro oyunu.

Markopaşa’nın başına gelenler, aslında ifade özgürlüğü ve demokrasi başlıklarında kısa bir Türkiye Cumhuriyeti tarihi özetidir. Derginin ve kahramanlarının öyküsünü izlerken, ifade ve basın özgürlükleri alanında yaşanan bütün temel sorunların mikro ölçekte ve bir bütünlük içinde anlatıldığı bir anatomi dersinde buluyoruz kendimizi.

Örneğin, daha ilk sayıda dağıtım engeliyle karşılaşıyorlar. Dağıtıcının dergiyi satmaktan vazgeçmesi üzerine dergiyi Eminönü Meydanı’nda kendileri satmak zorunda kalıyor.

Bunu baskı sorunları izliyor. Her sayıda matbaaların dergiyi basmayı reddetme ya da art niyetle baskı ücretini yükseltme gibi engelleriyle boğuşmak zorunda kalıyorlar. Matbaa reddettiğinde, dergiyi teksir makinesiyle çoğaltıp çıkartıyorlar.

Polis baskısı ve takibi nefes aldırmıyor. Derginin Cağaloğlu’nda İzzeddin Han’daki yazıhanesinin en düzenli ziyaretçileri polislerdir.

Yazının Devamını Oku

Taklitçisini Beyaz Saray’da ağırlayan bir ABD başkanı

7 Aralık 2018
HÜRRİYET’in Washington muhabiri olarak görev yaptığım altı yıla yakın sürenin tam dört yılını George Bush’un başkanlığı (1989-1992) döneminde geçirdim.

Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı ilan edildiği 1988 Ağustos ayında New Orleans’taki Cumhuriyetçi Parti kongresinde de bulundum, yakın dostu Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la birlikte Beyaz Saray’da düzenledikleri basın toplantılarının hepsine katıldım.

Ölümü ve ardından yapılan yorumları izlemek, beni 30 yıl sonra geriye dönüp Bush’lu yıllar üzerinde yeniden zihinsel bir yolculuğa çıkardı.

Hatırasına gösterilen hürmette, başkan olarak icraatıyla bıraktığı mirasın yanı sıra, kişiliğine damgasını vuran tevazu, ölçülülük, hoşgörü gibi hasletlerinin de kanımca büyük bir payı var. Bu hasletleri kendisinin başkanlığı dönemindeki genel yönetim üslubuna da doğrudan yansıyan özellikleriydi.

Bu içten saygının gerisinde, bugün Donald Trump’ın liderliği altında Amerika’nın kaybetmekte olduğu değerlere duyulan özlem de rol oynuyor. Çünkü, geçmişte Bush’un temsil ettiği Amerika ve onun dayandığı değerlerle, bugün Trump’ın şahsında ortaya çıkan Amerika ve onun yansıttığı değerler, iki ayrı ülkeye ait gerçeklikler gibi.

*

George Bush, Cumhuriyetçi Parti’nin geleneksel çizgisinin elit bir temsilcisiydi. Önemli bir yönü, başkanlığı üstlendikten sonra ABD yönetiminin çizgisini, başkan yardımcısı olarak görev yaptığı selefi Ronald Reagan’ın sekiz yılına damgasını vuran sert ideolojik doğrultudan uzaklaştırıp, daha merkezde, daha mutedil bir çizgiye çekebilmiş olmasıydı. Başkanlığının içedönük gündeminde Kongre ile sürekli uzlaşma arayan, diyaloğa açık bir tutum izledi.

Yazının Devamını Oku