Sedat Ergin

Rusya’ya göre ABD Suriye’de ‘Kürt kartı’nı kullanıyor

6 Aralık 2018
Yer New York, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi salonu. Tarih, 29 Kasım 2018 Perşembe. Konsey’de Suriye’deki gelişmeler tartışılırken gündeme gelen bir konu, Fırat’ın doğusunda yaşayan Arap ailelerin çocuklarının Arapça eğitim veren okullara intikallerinin YPG/PYD tarafından engellenmesi.

Birleşmiş Milletler’e bağlı İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi (OCHA) Operasyonlar Direktörü Reena Ghelani, kuruluşun Suriye’deki faaliyetleri üzerinde yaptığı sunumda, ülkenin kuzeydoğusunda eğitim alanında yaşanan sıkıntıları da anlatıyor, “Aldığımız raporlardan ciddi bir rahatsızlık duyuyoruz” diye konuşuyor.

Ghelani, bu bölgedeki devlet okullarında okuyan toplam 100 bin öğrencinin yaklaşık yarısının okullarına ulaşmada engellerle karşılaştığını, bu sorunun özellikle Kamışlı ve El Haseke’de yaşandığını anlatıyor.

BM tutanaklarına göre, Ghelani sözlerinin devamında şöyle konuşuyor:

Tahminen 10 bin çocuk, geçen eylül sonundan bu yana okula hiç gidememiştir. Ulusal müfredatı öğreten okullara giden çocukları taşıyorlarsa, okul otobüsleri ve özel otomobiller de dahil olmak üzere araçların kontrol noktalarından geçişi engellenmektedir.

Ghelani, BM olarak çocukların kendi tercihleri olan okullara gidebilmelerinin sağlanması için ilgili bütün taraflar nezdinde çaba gösterdiklerini de anlatıyor. 

OCHA temsilcisinin sunumu dışında, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in bu toplantıya sunulan raporunda da bu engellemelere ek olarak, “Suriye’nin kuzeydoğusundaki Kürt Özerk Yönetimi’nin eylül sonunda 250’den fazla devlet okulunda Arapça dilinde eğitimi yasakladığı” belirtiliyor.

Toplantıda Ghelani’nin sunumundan sonra söz alan ABD’nin BM Daimi Temsilci Yardımcısı Büyükelçi Jonathan Cohen, bu konuya hiç girmemeyi tercih ediyor.

Buna karşılık, ABD temsilcisinin ardından konuşan Rusya’nın Daimi Delege Yardımcısı

Yazının Devamını Oku

İdlib mutabakatında yaşanan sıkıntı ne?

5 Aralık 2018
Türkiye ile Rusya’nın İdlib’de silahsızlandırma bölgesi kurulmasına ilişkin Soçi Mutabakatı’na 17 Eylül tarihinde imza atmalarından bu yana iki buçuk ayı aşkın bir süre geçti.

Bu mutabakat, İdlib’i büyük bir insani felaketin eşiğinden döndürdüğü için uluslararası camiaya derin bir nefes aldırdı. Buna karşılık, son haftalarda Soçi Mutabakatı’nın uygulanmasıyla ilgili bazı ciddi sıkıntıların patlak verdiği gerçeği artık gizlenemeyecek bir hale gelmiş bulunuyor.

Sıkıntılı durumu sahadan gelen bütün haberlerden, Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi’ne yaptığı ateşkes rejimi ihlallerine ilişkin günlük bildirimlerden, Türk yetkililerin ve daha çok da Rus yetkililerin muhtelif açıklamalardan anlayabilmek mümkün.

Peki İdlib’de gerçekte ne oluyor? Suriye’de muhalefetin ve radikal grupların çekildiği son kale olan bu vilayette korkulan çatışmaları önleyen Soçi Mutabakatı çatırdıyor mu?

Öncelikle belirtelim: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya lideri Vladimir Putin, geçen cumartesi günü Arjantin’deki G-20 zirvesi sırasında yaptıkları ikili görüşmeden İdlib’e ilişkin mutabakatın sürdürülmesi konusunda ortak iradelerini vurgulayarak ayrıldılar.

Yine de mutabakatla ilgili uygulamadaki sorunların bu ikili görüşmede gündeme geldiği anlaşılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Sayın Putin’in söylediği, Türkiye güvenlik güçleri ve askeri ile İdlib’de üzerine düşeni şu ana kadar yerine getirdi. Sadece HTŞ ile ilgili konularda bazı sıkıntılar var. Bundan dolayı onlar kendilerine göre bazı sıkıntılar öne sürdüler” diyerek, sıkıntıların varlığını gizlemedi.

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da geçen pazar günü verdiği bir TV mülakatında, görüşmede ele alınan bu sıkıntılara açıklık getirdi. Lavrov “Türk çalışma arkadaşlarımızın aktif bir şekilde süreklilik içinde yürüttükleri operasyonlara rağmen, 20 millik silahsızlandırılmış bölgeyi terk etmeleri yolundaki talebe aşırılıkçı grupların tümünün de kulak verdiğinin söylenemeyeceğine dikkat çektik” diye konuştu. Lavrov, bununla birlikte söz konusu grupların “bu çok kritik anlaşmayı sabote etmelerinin önlenmesi gereği”ni de vurguladı.

Rus tarafı, ısrarla El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra’nın uzantısı olan HTŞ, yani Heyet Tahrir üş Şam örgütünden kaynaklanan sorunları gündeme getiriyor.

Türk tarafının değerlendirmesi, mutabakat sonrasında HTŞ’nin ağır silahlarını ve militanlarının büyük bir bölümünü silahsızlandırma bölgesinden çektiği yolunda. Ayrıca, terörist çizgideki HTŞ içinden Özgür Suriye Ordusu’na doğru bazı kopmalar yaşandığı biliniyor.

Yazının Devamını Oku

Fırat’ın doğusunda hangi öğrenci servisleri neden durduruluyor?

4 Aralık 2018
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres, Güvenlik Konseyi’nin Suriye konusunda aldığı kararlar çerçevesinde her ay Konsey’e bu ülkedeki gelişmeler hakkında bilgi veren bir rapor sunmak durumunda.

Guterres’in Konsey’e 21 Kasım tarihinde sunduğu ve ekim ayını kapsayan son raporunun 23. maddesi, Türkiye’nin çok yakından izlediği, uluslararası politikanın yeni ilgi alanı ‘Fırat’ın doğusu’nda meydana gelen dikkat çekici bir gelişmeyi haber veriyor.

Genel Sekreter, bu maddede Suriye’de ekim ayı boyunca eğitim alanında yaşanan sorunları aktarıyor, BM’ye “okullara yapılan saldırılar ve eğitime yöneltilen diğer müdahalelere ilişkin doğrulanmış raporlar ulaştığını” bildiriyor.

Raporun en çarpıcı kısmı bundan sonraki şu bölüm:

Suriye Arap Cumhuriyeti’nin kuzeydoğusundaki Kürt Özerk Yönetimi (Kurdish Self Administration), eylül ayı sonu ve sonrasında 250’den fazla devlet okulunda Arapça dilinde eğitimi yasaklamıştır. Öğrenildiğine göre, bazı aileler çocuklarının Arapça dilinde eğitime erişimlerini güvence altına alabilmek için ya başka yerlere taşınmış ya da çocuklarını başka yerlere göndermiştir.”

Aynı paragrafın devamında sahada yaşanan şu soruna da dikkat çekiliyor:

8 Ekim ve sonrasında Kürt Özerk Yönetimi polisi, çocukları Kamışlı’da Suriye Arap Cumhuriyeti’nin denetimindeki bölgelerde bulunan okullara götüren araçların geçişini kontrol noktalarında engellemiştir.”

Kamışlı kasabası, sınırda Nusaybin’in hemen karşısındadır.

Genel Sekreter’in bu saptaması üzerine BM’nin Suriye’de sahada çalışan İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi’nin (OCHA) ekim ayına ilişkin 12 Kasım tarihli raporunda, aynı konuda biraz daha detay buldum.

Yazının Devamını Oku

Adaletteki yangın nasıl söndürülecek?

1 Aralık 2018
Salondaki topluluğa “Değerli katılımcılar” hitabından sonra “Geciken adalet vicdanları yakan bir ateşe dönüşür” diye söze giriyor Adalet Bakanı Abdulhamit Gül ve ekliyor:“Bu ateşi hukukla, hukukun sınırları içinde behemehal söndürmek gerekiyor.”

Yani, ortada vicdanları yakan ve ne yapıp edip söndürülmesi gereken bir ateş var. Aynı benzetmeden yola çıkarsak, geciken adalet nedeniyle bu ateşi doğrudan üzerinde hisseden, canı yanan mağdur insanların durumunu da hatırlamamız, kendimizi onların yerine koymamız gerekir.

Ülkenin Adalet Bakanı’nın kamuoyu önünde yaptığı bir konuşmada böylesine çarpıcı bir benzetmeye başvurarak, sorunun çözümü için harekete geçilmesi gerektiğini vurgulaması, neresinden bakarsanız bakın üzerinde durulması gereken bir durumdur.

Gül, ‘Yargı Reformu Strateji Belgesi’nin güncellenmesi amacıyla önceki gün Ankara’da düzenlenen toplantıyı açış konuşmasının sonraki bölümünde, çözüm için adli süreçlerin hızlanması gereğinden söz ediyor, bu alanda uygulamaya konan ve tasarlanan önlemleri anlatıyor.

Bu çerçevede atılmakta olan önemli bir adım, ‘yargıda hedef süre’ uygulamasının önümüzdeki yıl başlayacak olmasıdır. Buna göre, dava ve soruşturmalar için türlerine göre azami süreler belirlenecek ve bu süreler yargıya hedef olarak verilecektir. Ondan sonraki aşamada savcıların açtıkları soruşturmaları, yargıçların da önlerine gelen davaları bu hedef sürelerde sonuçlandırmaları beklenecektir.

Bakan Gül, “Yani artık bir soruşturma başladığında, bir dava açıldığında yargının kum saati de işlemeye başlıyor” diye konuşuyor.

Kuşkusuz, bu yönde bir adım -hayata geçirilebildiği takdirde- olumlu bir gelişme olarak kabul edilmelidir. Bu düzenlemeye Osman Kavala’nın 13 aydır bir iddianame hazırlanmaksızın tutuklu olmasının yol açtığı tepkiler ışığında da bakabiliriz. Uygulanabilirse, Kavala’nın yaşadığına benzer durumların mantıken en azından bundan sonra tekrarlanmaması gerekir.

Şimdi Gül’ün açıklamasının dikkat çekici bir başka bölümüne gelelim. O da yine “ateş” meselesi ile yakından ilgili. “Güven veren adalet, pardon sözünün yargının lügatinden silinmesidir” diyen Adalet Bakanı, “Güven veren adalet, başta tutuklama tedbiri olmak üzere, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasında terazi hassasiyetinin gözetilmesidir” diye devam ediyor

Ardından AK Parti iktidarı döneminde yapılan bir reformu hatırlatıyor:

Yazının Devamını Oku

Hürriyet’e saldırıyı üç yıl sonra yeniden hatırlamak

30 Kasım 2018
HAVA kararmak üzereydi. Gazetede o dönemdeki İcra Kurulu Başkanı Ahmet Özer ile oturuyorduk.

Saat 20.45 sularında binanın dışından gelen seslerden bir gariplik olduğunu anlayıp dışarı çıktık. Bahçenin bitiminde anayola bakan giriş kapısının önünde toplanmış olan bir grup, bağırıp çağırarak gazeteyi protesto ediyordu. Getirdikleri araçlarla caddeyi trafiğe kapatmışlardı.

Hürriyet merkezinin iki akşam önce hedef olduğu saldırının sarsıntısını atlatmış sayılmazdık. Yaklaşık 200 kişilik bir topluluk gazeteyi protesto etmek amacıyla binaya saldırarak ciddi hasara yol açmıştı. Binanın döner kapısı, giriş katındaki cam duvarın önemli bir bölümü enkaz halindeydi.

Polis, bu saldırı nedeniyle bahçedeki ana kapının önüne ek personel göndererek önlem almıştı. Bahçe kapısındaki güvenlik kulübesiyle Hürriyet binasının merdivenlerden çıkılan ana girişi arasında yaklaşık 45 metre mesafenin ortasındaki yeşil alanda göstericileri izlemeye başladık.

Sayıları artarken, topluluktaki taşkınlık eğilimi belirgin bir şekilde dışa vurmaya başlamıştı. Gazetenin güvenlik görevlileri binadan içeri girmemizin isabetli olacağını söyledi. Binanın önündeki merdivenlere gelerek gösteriyi biraz daha geriden izlemeye başladık.

*

Topluluk, birden polis setini yararak bahçeden içeri girdi. Ellerinde sopalarla tekbir getirerek bize doğru koşuyorlardı. Binadan içeri kendimizi zor attık. Giriş katındaki açık alanı geçip asansörlerin arkasındaki merdivenlerden odamın bulunduğu bir üst kata çıktım. O sırada gördüğüm herkes çaresizlik içinde binada bir yere kaçmaya çalışıyordu. Merdivenlerden çıkarken, binadan içeri girmiş olduklarını tahmin ediyor, birazdan saldırganlarla karşı karşıya kalabileceğimi düşünüyordum.

O an bütün aklımı kaplayan tek bir soru, tek bir düşünce vardı: Kendimi nasıl savunacaktım?

Kısa bir süre sonra içeri giremediklerini anladım. Ancak hepsi kapının önüne yığılmış, binadan içeri girebilmek için kapıyı zorluyor, kırıp döküyorlardı.

Yazının Devamını Oku

Erdoğan bu kez DEAŞ’ı tartışmaya açıyor

29 Kasım 2018
DEAŞ, bugün Suriye ve Irak’ta sahada ciddi bir tehdit yaratan en korkutucu terör örgütlerinden biri midir yoksa bazı güçlerin bölgeyi karıştırmak amacıyla kullandığı “birtakım küçük çeteler” ve “kalıntılar”dan ibaret bir yapı mı?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önceki gün AK Parti grup toplantısında yaptığı ve kuvvetle ikinci şıkka işaret ettiği açıklamalarla birlikte, bu sorular DEAŞ ve Suriye ile ilgili tartışmaların gündemine girmiş bulunuyor.

*

Aslında Erdoğan’ın “DEAŞ’ın büyütüldüğü” konusundaki görüşleri yeni sayılmaz. Cumhurbaşkanı, 30 Ekim’de yaptığı bir açıklamada “DEAŞ’ın belli mahfiller tarafından yeniden eğitilen ve bölgeye yayılan elemanları vasıtasıyla adeta hortlatılmaya çalışıldığını” belirtmiş ve “Bölgedeki hedeflerine ulaşmak için ayrım gözetmeksizin tüm terör örgütlerini manivela olarak kullanan bir odak”tan söz etmişti. Erdoğan’a göre bu “odak”, “iğrenç bir oyunu yeniden sahnelemekteydi”.

Erdoğan, DEAŞ’ı hortlatan ve bir manivela olarak kullanan bu mahfilin, odağın hangi ülke ya da ülkeler olduğuna açıklık getirmemişti.

*

İlginçtir ki, Erdoğan önceki günkü grup konuşmasında DEAŞ hakkındaki görüşlerini daha da ileri götürdü. Burada öncelikle 2016 Ağustos ayında başlayıp 2017 Mart ayında sonuçlanan Fırat Kalkanı harekâtı sırasında “DEAŞ’a ağır bir darbe vurulduğunu” kaydederek, “Açık konuşuyorum, bölgemizdeki DEAŞ balonunu Türkiye’nin Fırat Kalkanı harekâtı patlatmıştır” diye konuşmuştu.

Erdoğan’ın bu açıklamasının en çok dikkat çeken noktası DEAŞ’tan “Türkiye’nin patlattığı bir balon” olarak söz ettikten sonra “Dünyayı korkutmak için sürekli şişirilen, büyütülen, dev aynasında gösterilen bir proje” diye nitelemesidir.

Şu sözleri Cumhurbaşkanı’nın DEAŞ’a bakışını kayda geçirmek bakımından önem taşıyor:

Yazının Devamını Oku

Suriye sınırında ABD ile komşu olmak

28 Kasım 2018
O kadar çetrefil sorunun varlığı yetmediği gibi, Türkiye ile ABD arasındaki krizler karmaşasının içine bir de Suriye sınırı boyunca kurulacak ABD askeri gözlem noktaları meselesi eklendi.

ABD’nin ilk haberlere göre 12 mevkide kurmayı tasarladığı bu gözlem istasyonları beraberinde “Kimi kimden koruyacak” sorusunu gündeme getirdi, bir kez daha ABD’nin niyetlerinin sorgulanmasına yol açtı.

İlk bakışta yeni bir fikir gibi görünmekle birlikte, gözlem noktaları, bazı açılardan ABD Savunma Bakanlığı’nın (Pentagon) bu yılın başında ortaya attığı ‘Sınır Güvenlik Gücü’ önerisinin başkalaştırılmış bir şekli gibi görünüyor.

*

Hatırlanacaktır, geçen ocak ayında ABD’nin Ortadoğu bölgesinden de sorumlu olan Merkezi Komutanlığı (Central Command) bir açıklama yaparak, Suriye sınırı boyunca faaliyet göstermek üzere bir Sınır Güvenlik Gücü (Border Security Force/BCF) kurulacağını duyurmuştu.

Bu birliklerde görev yapacak askerleri ABD ordusu eğitecekti. Bu gücün kurulup eğitilmesi amacıyla Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile çalışma yürütülmekteydi. Açıklamaya göre, “Gücün etnik kompozisyonu görev yaptığı yerle bağlantılı olacak, SDG bünyesindeki Kürtler daha çok Kuzey Suriye’de görev üstlenecekti.”

ABD’nin Suriye’de başlangıçta DEAŞ’la mücadele gerekçesiyle kurduğu SDG’nin ana omurgasını PKK’nın Suriye’deki uzantısı PYD/YPG oluşturuyor. Bu düşünce, Sınır Güvenlik Gücü kurulduğunda, ABD’nin Suriye’nin kuzey sınırının sorumluluğunu büyük ölçüde PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG’ye devretmeyi tasarladığı anlamına geliyordu.

*

Ankara’nın bu plana tepkisi çok sert oldu. Bunun üzerine dönemin ABD Dışişleri Bakanı

Yazının Devamını Oku

Rahip Brunson krizinin bıraktığı izler

27 Kasım 2018
Rahip Andrew Brunson hadisesi, geride bırakmaya hazırlandığımız 2018 yılında Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri tarihinin en büyük krizlerinden birinin içine soktu. İki ülke liderlerinin birbirlerine oldukça sert sözlerle çıkıştıkları, restleşmelerin yaşandığı, bakanlara yaptırım kararlarının alındığı benzeri pek görülmemiş bir çatışma yaşandı Ankara ile Washington arasında.

Hasar yalnızca ikili ilişkilerle sınırlı kalmadı. ABD Başkanı Donald Trump’ın, geçen yaz Brunson tahliye edilmediği gerekçesiyle doğrudan Türk ekonomisini hedef alan cezalandırma amaçlı yaptırımlara yönelmesi, yapısal nedenlerle zaten önemli bir kırılganlık taşıyan Türk ekonomisini de sert bir şekilde vurdu.

Yıla 3.79 TL’den başlayan dolar kuru Brunson’ın tahliye talebinin duruşmada reddedildiği 18 Temmuz’da 4.79’a çıktı. ABD Hazinesi’nin iki bakan hakkındaki önlemleri duyurduğu 1 Ağustos günü 5 TL eşiğini geçti. Trump’ın açıkladığı ikinci aşama yaptırımlar içinde Türkiye’den çelik ve alüminyum ithalatına gümrük vergisini arttırma kararının uygulamaya girdiği 13 Ağustos tarihinde, dolar kuru tarihin en yüksek noktası olan 7.21 TL’yi gördü.

Kurun bu şekilde tırmanması Türk ekonomisi üzerinde sarsıcı bir etki yarattı. Özellikle dövizle borçlanmış olan ya da ithalata dayalı çalışan şirketlerin bilançolarının bozulmasından konkordato ilanlarının artışına kadar zincirleme yaşanan bir dizi olumsuzluğa hep birlikte tanıklık ettik.

Brunson’ın 12 Ekim tarihinde mahkeme tarafından tahliye edilmesiyle birlikte ABD ile ilişkilerde bir normalleşmeye girilirken, ekonomik göstergelerde de bir düzelme yönelişi başladı. Ancak bu krizin yol açtığı tahribatın izlerinin silinmesinin zannedildiği kadar kolay olmayacağı hususunda genel bir görüş birliği var. Dün dolar kuru 5.23’ler seviyesinde kapandı.

Peki ABD ile yaşanan bu çatışmayı Türk kamuoyu nasıl algıladı? Kamuoyu, Brunson hakkındaki yargı sürecini nasıl değerlendiriyor? Metropoll araştırma şirketinin geçen ekim ayının üçüncü haftasında yürüttüğü saha çalışması sırasında Brunson konusunda yaptığı ölçümler, bu büyük krizin kamuoyunda bıraktığı tortuyu anlamak bakımından ilginç tespitler içeriyor.

Öncelikle, halkın yüzde 32.1’nin

Yazının Devamını Oku