Büyük çıkarların ve hesapların söz konusu olduğu, herkesin Suriye’nin ve aynı zamanda bölgenin geleceğiyle ilgili pozisyon aldığı, sahada çatıştığı, ittifaklar kurduğu, büyük pazarlıkların sürdüğü, dolayısıyla ittifakların da her an değişmeye açık durduğu bir coğrafyadan söz ediyoruz.
Bu bölgede 100 kilometrelik stratejik bir eksen üzerinde hangi ülke ve grupların askeri varlık gösterdiğine işaret ederek işin karmaşıklığını anlatmaya çalışabiliriz.
Bunu yapmak üzere son günlerde adını sıkça duyduğumuz iki yerleşimi baz alıyor ve araya düz bir çizgi çiziyoruz. Bu hattın doğu ucunda Menbiç, batısında ise Daret İzze yer alıyor. Yakınlıkları gözümüzde canlandırabilmek için buradaki sıkışık jeopolitiğin yayıldığı 100 kilometreyi, İstanbul Üsküdar’dan Sapanca Gölü’ne ya da Sirkeci’den Çorlu’ya kadar uzanan bir mesafe olarak da gözümüzde canlandırabiliriz.
MENBİÇ’TE HERKES BİRBİRİYLE DEVRİYEDE
Şimdi bu mesafe içinde bakalım hangi aktörler karşımıza çıkacak?
Menbiç’ten başlayalım. Geçmişte Arap nüfusun çoğunlukta olduğu, ancak DEAŞ ile mücadele sırasında 2016 yılında Amerikalılarla birlikte gelen PKK uzantısı YPG’nin sonradan yerleşip yerel mecliste de yönetimi eline aldığı bir bölge Menbiç. ABD, YPG’yi Menbiç’ten çıkaracağına ilişkin Türkiye’ye verdiği sözleri bugüne dek yerine getirmiş değil. Menbiç’in 25 kilometre doğusuna gittiğimizde Fırat Nehri’ne varıyoruz. Karşı kıyısından doğuya doğru Irak sınırına kadar ABD’nin himayesi altında YPG’nin kontrol ettiği bölge başlıyor.
Menbiç’te ABD’nin de askeri tesisleri bulunuyor. ABD ordusu ve YPG unsurları zaman zaman birlikte devriyeye çıkıyor. Çok sık olmamakla birlikte zaman zaman Fransız askerleri de bu ortak devriye faaliyetine katılıyor.
İdlib’de yeni yılın ilk gününde patlak veren çatışmalar geçen hafta boyunca da devam etti. Ve dün ajanslara HTŞ ile muhalif gruplar arasında bir ateşkes anlaşmasının imzalandığı yolundaki haberler düştü.
Şimdi “İdlib’de ne oldu” sorusuna yanıt arayabiliriz.
Yapacağımız ilk tespit, HTŞ’nin muhalif gruplara karşı sahada askeri açıdan önemli bir üstünlük sağladığı, çok sayıda yerleşimi ele geçirerek İdlib’deki alan hâkimiyetini genişlettiğidir. Silahlı muhalefet bu çatışmalardan ciddi bir alan kaybına uğrayarak çıkmıştır.
Bugünkü yazımızda Suriye konusundaki uzmanlığıyla bilinen ‘suriyegundemi.com’ haber ve analiz portalında yer alan biri 9 Eylül 2018, diğeri ise 9 Ocak 2019 tarihli iki İdlib haritasına yer veriyoruz. Bu haritaları kıyasladığımızda HTŞ’nin nasıl genişlediğini görebiliriz.
Dikkat etmemiz gereken birinci bölge, İdlib’in kuzeydoğusundaki alandır. 9 Eylül tarihli haritada İdlib’in kuzeydoğusundaki mavi alan muhalefetin kontrolündeki bir bölgeyi gösteriyordu. Oysa 9 Ocak tarihli haritada yaklaşık 25-30 kilometre genişliğindeki bu mavi alanın büyük ölçüde gri renge dönüştüğünü, yani HTŞ bölgesi haline geldiğini anlıyoruz. HTŞ, bu bölgeyi Nurettin Zengi hareketinden almıştır.
İkincisi, güneybatıda rejim bölgesi sınırına bitişik giden Gab düzlükleri bölgesidir. Burada 40 km derinlikte ve 20 km genişlikteki bir alan da ağırlıklı olarak muhalefetteki Ahrar üş Şam örgütünden HTŞ’ye geçmiştir. Muhalefetin kaybettiği üçüncü bölge ise İdlib merkezinin hemen altında Sarakib’den Carcanaz’a doğru 30 kilometre kadar güneye inen koridordur.
HTŞ, son kazanımlarıyla birlikte zaten eskiden beri güçlü olduğu İdlib’de başat aktör olarak kendisini tescil ettirmiş ve denklemin içine daha güçlü bir şekilde sokmuş bulunmaktadır.
2 Kasım tarihinde Washington Post’ta “Suudi Arabistan’ın Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi konusunda hâlâ yanıtlaması gereken birçok soru var” başlıklı bir makalesi çıkan Erdoğan, geçen pazartesi günü bu kez New York Times’da ABD’nin Suriye’den çekilme kararıyla ilgili bir yazı yayımladı.
Erdoğan, yine New York Times’da 10 Ağustos tarihinde rahip Andrew Brunson meselesiyle bağlantılı olarak Türkiye-ABD ilişkilerindeki krizi konu alan bir yazıyla da seslenmişti ABD kamuoyuna.
Cumhurbaşkanı’nın son yazısı, gazetede “Trump Suriye’de haklı. Türkiye bu işin üstesinden gelebilir” başlığıyla çıktı.
Erdoğan, bu yazısında ABD Başkanı Donald Trump’ın 19 Aralık tarihindeki telefon görüşmelerinde kendisine duyurduğu Suriye’den askerlerini çekme kararına kuvvetli bir destek veriyor. ABD çekildiği takdirde Türkiye’nin ortaya çıkabilecek boşluğu dolduracak yetenek ve donanıma sahip olduğu mesajını da duyuruyor Cumhurbaşkanı Erdoğan.
Bu mesaj, aslında daha önce yaptığı açıklamaların bir tekrarı niteliğinde. Makalede, tekrarlanan mesajların yanı sıra, Erdoğan’ın ilk kez dile getirdiği bir hayli dikkat çekici bazı fikirler de var. Burada önem taşıyan, Cumhurbaşkanı’nın Fırat’ın doğusu için meseleyi yalnızca güvenlikle sınırlı tutmayan, yönetim, belediyecilik, eğitim gibi alanları da telaffuz ettiği çok boyutlu bir çözüm planı önermesidir. Erdoğan, bu planı “Radikallaşmenin temelinde yatan nedenleri ortadan kaldıracak kapsamlı bir strateji” şeklinde takdim ediyor.
Cumhurbaşkanı, stratejinin “ilk adımı” olarak düzen ve asayişi sağlamak üzere bir “istikrar gücü” kurulmasını öneriyor, bu gücün “Suriye toplumundan tüm savaşçıları kapsayacağını” belirtiyor. Ardından, “terör örgütleriyle bağlantısı olmayan tüm savaşçılar” diyerek YPG bağlantısı bulunmayan Suriyeli Kürtlerin de ‘istikrar gücü’ne dahil edileceğini belirtmiş oluyor.
Erdoğan’ın planının kayda değer bir başka yönü yönetim modeline ilişkindir. Cumhurbaşkanı, bu bağlamda “Tüm kesimlerin yeterli siyasi temsilinin sağlanması” ilkesini vurguluyor ve “Şu anda YPG ve DEAŞ terör örgütlerinin kontrolündeki Suriye toprakları, Türkiye’nin gözetiminde, halkın seçimle belirleyeceği yerel meclisler tarafından yönetilecektir” diye konuşuyor.
Erdoğan
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Bolton ve beraberindeki üst düzey heyetle görüşmemesi, heyetin bir açıklama yapmadan Ankara’dan apar topar ayrılması, Erdoğan’ın dünkü grup konuşmasında bazı ABD’li yetkililere bir hayli ağır ifadelerle yüklenmesi gibi durumlar hep birlikte değerlendirildiğinde, havanın 19 Aralık’a kıyasla -şimdilik- belli ölçülerde döndüğünü söyleyebiliriz.
Bunun bir dizi nedeni var. Birincisi, ABD’nin Suriye’den çekilme kararının uygulanmasında yaşanan belirsizlikle ilgili. Washington’dan gelen bütün işaretler ABD’nin karardan vazgeçmemekle birlikte süreci yavaşlattığına işaret ederken, Ankara ısrarla ABD yönetiminde bir ‘ikilik’ olduğuna inanma eğiliminde.
Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan, dünkü grup konuşmasında Trump ile 14 Aralık’taki görüşmesini “tarihi bir dönüm noktası” şeklinde niteledikten sonra vardıkları mutabakatı “referans noktası” olarak aldığını vurguladı, ancak “yönetimin farklı kademelerinden farklı seslerin gelmesinden” şikâyet etti.
Aslında burada karşılaşılan durum Trump dönemiyle ilgili genel bir sorun. Trump’la muhatap olanların, yönetiminin bu tarzıyla da baş etmeye hazırlıklı olması gerekiyor.
ABD ile ortaya çıkan iklim değişikliğinin ikinci nedeni, son günlerde bazı üst düzey ABD’li yetkililerin “Türklerin Kürtleri katletmesini önlemeliyiz” şeklindeki açıklamalarının Ankara’da ağır bir rahatsızlığa yol açmış olması.
Bu açıklamalar, ABD müdahale etmediği takdirde Türkiye’nin Kürtleri katletmeye hazır bir ülke olduğu gibi bir imaj yarattı. Erdoğan’ın dünkü grup konuşmasında “Suriye’de Türkiye’nin Kürtleri hedef aldığı yalanı en alçak, onursuz, en çirkin, en bayağı iftiradır” şeklindeki sözleri bu açıklamalara verilmiş kuvvetli bir yanıttı. Buradaki mesajın bir adresinin “katletme” ifadesini bizzat kullanan ABD Dışişleri Bakanı Michael Pompeo olduğu aşikâr.
ABD’lilerin söylemi düzelse bile YPG’ye bakış konusunda Türkiye ile ABD arasındaki görüş ayrılığının nasıl giderilebileceği tam bir muammayı andırıyor. Buradaki sorun, YPG’ye bakıştaki farklılıktan kaynaklanıyor. Türkiye, PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG’yi “terörist” olarak görüyor. ABD ise bu tanımlamayı kullanmıyor ve hiçbir rahatsızlık duymadan YPG ile sahada işbirliği yapıyor, örgütü “müttefik” diye nitelendiriyor.
Tarafların bakışları arasında bu anlamda tam bir uçurum söz konusu. Bu uçurumun varlığı Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiyi rehin almış durumda. Nitekim dün Türk tarafının açıklamaları yine bu bakış farklılığından duyulan rahatsızlıkla kaplıydı.
Birbiri ardına gelen açıklamalar, ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye’den askerlerini çekeceği yolunda herkesi şaşırtan sürpriz kararından -vazgeçme olmamakla birlikte- uygulamada frene basıldığını gösteriyor.
Bunun nedenlerini tahlil edebilmek için en başta, Başkan Trump’ın 19 Aralık tarihindeki açıklamasının kendi başına aldığı bir karar olduğu, yönetim kademelerinde bir danışma sürecinden geçmeden, olgunlaştırılmadan duyurulduğu gerçeğini vurgulamamız gerekiyor.
Trump, ani hamlesiyle, İran’ın bu ülkedeki etkisi kırılmadan Suriye’den çıkılmamasını savunan Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton başta olmak üzere yakın çalışma ekibini de açığa düşürmüştü. Karar, Savunma Bakanı James Mattis ve ABD’nin DEAŞ’la Mücadele Koordinatörü Brett McGurk’ün istifalarını da beraberinde getirmişti.
Bu strateji değişikliği üzerinde ABD’nin güvenlik kurumlarında bir konsensusun oluşmadığı aşikâr. Geriye doğru dönüp baktığımızda, açıklamanın hemen ardından Washington’un adım adım vites küçülttüğünü görebiliriz.
Yavaşlamanın ilk işareti aslında 23 Aralık günü Başkan Trump ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında yapılan telefon konuşmasından sonra alınmıştı. Trump’ın bu konuşmayla ilgili attığı bir tweet mesajında, kararının uygulanacağını vurgulamakla birlikte, çekilmenin “yavaş ve yüksek bir koordinasyon içinde gerçekleştirileceğini” belirtmesi dikkat çekiciydi.
ABD basınına yansıyan haberlerden öğreniyoruz ki, Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton 24 Aralık’ta, yani bu telefon konuşmasından bir gün sonra yazdığı ve kabine üyelerine gönderdiği bir memoda yönetimin ABD’nin Suriye siyasetinin temel hedeflerinin değişmediğini belirtmiş, bunlar arasında İran’ın kontrolü altındaki askeri güçlerin Suriye’den çıkarılmasını da saymıştır.
Ancak Trump’ın kararının yavaşlatılmasıyla ilgili en görünür işaret fişeği Suriye’den çekilme niyetine ilk günden itibaren itiraz eden ve Başkan’ın Kongre’deki en kuvvetli destekçilerinden biri olan Güney Carolina senatörü Lindsey Graham’dan gelmiştir. Graham, 30 Aralık Pazar günü Trump ile görüşmüş, kendisine kararıyla ilgili kaygılarını aktarmış ve ardından attığı bir tweet mesajında “Başkan Trump’tan öğrendiklerini” şöyle anlatmıştır:
“
Dünkü yazımız Yıldırım’ın Anayasa’nın 94. maddesi çerçevesinde istifa etmesi gerektiği tezini konu alıyordu. Anayasa’nın 94. maddesi şu hükmü içeriyor:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis tartışmalarına katılamazlar; Başkan ve oturumu yöneten Başkanvekili oy kullanamazlar.”
TBMM Başkanvekili Prof. Mustafa Şentop, dünkü yazımız üzerine arayarak, bu teze katılmadığını belirtti. AK Parti Tekirdağ Milletvekili Prof. Şentop, sohbetimizde konuyu değerlendirirken yalnızca Anayasa’nın 94. maddesinden hareket etmenin yeterli olmayacağını belirtti.
Prof. Şentop, buradaki Anayasa hükmü Siyasi Partiler Kanunu’nun 24. ve Mahalli Seçimler Kanunu’nun 36. maddeleri ile birlikte değerlendirildiğinde hukuken bir sorunun bulunmadığı görüşünü savundu.
Şimdi meseleye kendisi de hukuk profesörü olan Şentop’un görüşleri çerçevesinde bakalım ve önce 1983 tarihli 2820 sayılı ‘Siyasi Partiler Kanunu’na göz atalım.
Yasanın 24. maddesinde şöyle deniliyor:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin ve parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine katılamazlar. Ancak, yeniden milletvekili adayı olmaya ilişkin faaliyetleri bu hükmün dışındadır.”
Görüleceği gibi, bu maddenin birinci cümlesi Anayasa’nın Meclis Başkanı’na siyasi faaliyet sınırlaması getiren 94. maddesinden aynen alınmış. İkinci cümlede ise Meclis Başkanı’nın milletvekili seçimine katılabilmesi için bu sınırlamaya bir istisna getirilmiş ve aday olmasına kapı açılmış.
Tartışmanın temelinde, muhalefetin TBMM Başkanı aday olursa bu görevinden istifa etmesinin anayasal bir zorunluluk olduğu, iktidar kanadının ise böyle bir zorunluluk bulunmadığı görüşlerini savunmaları yatıyor.
*
Meseleyi ele almak için önce Anayasa’nın TBMM Başkanlık Divanı’na ilişkin 94’üncü maddesinin altıncı fıkrasına göz atmamız gerekiyor. Bu fıkrada aynen şöyle deniliyor:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis tartışmalarına katılamazlar; Başkan ve oturumu yöneten Başkanvekili oy kullanamazlar.”
Görüleceği gibi, TBMM Başkanı’na siyasi faaliyet anlamında getirilen sınırlama Anayasa’da bir hayli geniş tutulmuş. TBMM Başkanlığı partiler üstü bir makam olarak tasarlanmış. Bu bakışın 1982 Anayasası ile gelmediğini, aslında çok partili hayata geçildikten sonraki genel kural ve teamülü yansıttığını vurgulamalıyız.
Çok açık ki, TBMM Başkanı siyasi tartışmaların, polemiklerin dışında özel bir alana çekilmek istenmiş. Burada son anayasa referandumuna kadar geçerli olan eski sistemde Cumhurbaşkanlığı için öngörülen tarafsızlık tanımına paralel bir bakışın hâkim olduğunu söyleyebiliriz.
TBMM Başkanı siyaset alanının o kadar dışına çıkarılmış ki, TBMM’de oy kullanması, hatta gizli oy kullanması bile yasaklanmış.
*
Associated Press Ajansı’nın dün ‘Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne dayanarak geçtiği habere göre, El Kaide çizgisindeki Heyet Tahrir Üş Şam (HTŞ) ile silahlı Suriye muhalefetinde yer alan Nureddin Zengi Hareketi arasında bu bölgede 1 Ocak’tan sonra meydana gelen çatışmalarda ölenlerin sayısı 31’e yükseldi.
Bu habere göre, HTŞ militanları İdlib’in kuzeyindeki Dar et İzze kasabasının kontrolünü tümüyle ele geçirdi, ayrıca dört köye de hâkim oldu.
Savaşla ilgili gelişmeleri anlık bir şekilde duyuran ‘Suriye Savaş Haritası’ adlı web portalında dün yer alan bir haberde ise İdlib’de Halep’in hemen batısındaki Urum El Kubra yerleşiminde HTŞ’nin muhalif Ulusal Kurtuluş Cephesi’nden 8 kişiyi infaz ettiği ileri sürülüyordu. Bu 8 kişinin ajans haberindeki 31 ölü toplamının içinde olup olmadığı açık değil.
Bu haberler yan yana getirildiğinde, İdlib’de HTŞ ile Türkiye’nin desteklediği muhalif gruplar arasında sahada alan hâkimiyetine ilişkin kıyasıya bir çatışmanın yaşandığı ortaya çıkıyor.
Soçi Mutabakatı çerçevesinde kurulan ‘silahsızlandırma bölgesi’, Esad rejimi ile muhalifler arasında bir set çekip Suriye ordusunu İdlib’e dönük bir askeri harekâttan alıkoyarak, bir insani felaketi önleme anlamında etkili bir sonuç yarattı.
Bununla birlikte, İdlib coğrafyasında HTŞ ile Özgür Suriye Ordusu bünyesindeki muhalif gruplar arasında var olan sorunların aşıldığını söyleyebilmek mümkün değil.
Aslında Esad rejiminin İdlib’i hedef alan bir askeri harekâta girişmese de, bir süredir bölgenin güneyi ve batısındaki sınır hatlarını sürekli topçu ateşi altında tuttuğunu hatırlatmak gerekiyor. Ancak bu topçu ateşi, sahadaki sonucu değiştirecek bir yoğunluk taşımayan, daha çok İdlib’i baskı altında tutmayı, bayrak göstermeyi amaçlayan bir askeri faaliyet olarak görünüyor.
Şiddetli çatışmaların yaşandığı Dar et İzze, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kontrolündeki Afrin bölgesinin hemen altında, Afrin’den gelen yolun Halep’e doğru kıvrıldığı stratejik bir mevkide yer alıyor. Bu kasabanın bulunduğu bölgede TSK’nın dört ayrı gözlem noktası var.