Hasar yalnızca ikili ilişkilerle sınırlı kalmadı. ABD Başkanı Donald Trump’ın, geçen yaz Brunson tahliye edilmediği gerekçesiyle doğrudan Türk ekonomisini hedef alan cezalandırma amaçlı yaptırımlara yönelmesi, yapısal nedenlerle zaten önemli bir kırılganlık taşıyan Türk ekonomisini de sert bir şekilde vurdu.
Yıla 3.79 TL’den başlayan dolar kuru Brunson’ın tahliye talebinin duruşmada reddedildiği 18 Temmuz’da 4.79’a çıktı. ABD Hazinesi’nin iki bakan hakkındaki önlemleri duyurduğu 1 Ağustos günü 5 TL eşiğini geçti. Trump’ın açıkladığı ikinci aşama yaptırımlar içinde Türkiye’den çelik ve alüminyum ithalatına gümrük vergisini arttırma kararının uygulamaya girdiği 13 Ağustos tarihinde, dolar kuru tarihin en yüksek noktası olan 7.21 TL’yi gördü.
Kurun bu şekilde tırmanması Türk ekonomisi üzerinde sarsıcı bir etki yarattı. Özellikle dövizle borçlanmış olan ya da ithalata dayalı çalışan şirketlerin bilançolarının bozulmasından konkordato ilanlarının artışına kadar zincirleme yaşanan bir dizi olumsuzluğa hep birlikte tanıklık ettik.
Brunson’ın 12 Ekim tarihinde mahkeme tarafından tahliye edilmesiyle birlikte ABD ile ilişkilerde bir normalleşmeye girilirken, ekonomik göstergelerde de bir düzelme yönelişi başladı. Ancak bu krizin yol açtığı tahribatın izlerinin silinmesinin zannedildiği kadar kolay olmayacağı hususunda genel bir görüş birliği var. Dün dolar kuru 5.23’ler seviyesinde kapandı.
Peki ABD ile yaşanan bu çatışmayı Türk kamuoyu nasıl algıladı? Kamuoyu, Brunson hakkındaki yargı sürecini nasıl değerlendiriyor? Metropoll araştırma şirketinin geçen ekim ayının üçüncü haftasında yürüttüğü saha çalışması sırasında Brunson konusunda yaptığı ölçümler, bu büyük krizin kamuoyunda bıraktığı tortuyu anlamak bakımından ilginç tespitler içeriyor.
Öncelikle, halkın yüzde 32.1’nin
“Bu, Türk meslektaşımın beş dakika önce sözünü ettiği güven meselesine dayanıyor. Bu gibi projeler bu güven olmadan gerçekleştirilemez...”
Türkiye ve Rusya’nın cumhurbaşkanlarının devasa bir ortak işbirliği projesini hayata geçirirken yaptıkları konuşmalarda güven faktörünün bu ölçüde kuvvetli bir vurgu alması, iki ülke arasındaki ilişkilere hâkim olan iklimi anlamak bakımından önemli bir unsur.
Rusya’yı bugün Türkiye’nin en sıcak ilişkiye sahip olduğu ülkelerin ilk sıralarına koymak hata olmaz.
İlişkilerin her alanında ciddi bir yoğunlaşmanın yaşandığı bir dönemden geçiyoruz Ankara İle Moskova arasında.
Siyasi ilişkileri ele alırsak, bu yoğunluğun kendisini gösterdiği alanların başında Suriye geliyor. Türkiye ve Rusya, 2017’de İran’ı da yanlarına alarak başlattıkları Astana sürecinde sergiledikleri yakın işbirliğiyle bugün Suriye denkleminde önplana çıkan başat aktörlerdir. İki ülkenin Almanya ve Fransa’yı da yanlarına alarak gerçekleştirdikleri İstanbul zirvesi bu durumun bir yansımasıdır.
Burada özellikle ikili düzeyde varılan İdlib mutabakatıyla -uygulamasında yaşanan bütün sorunlara rağmen- büyük bir çatışma ve güç dalgasının şimdilik bertaraf edilmesinin bütün uluslararası camiaya derin bir nefes aldırmış olması da bu algıyı pekiştirmiştir.
Kuşkusuz, ilişkilerin kazandığı bu ivmede Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemlerini alma kararı da kritik bir rol oynamıştır. Ankara’nın bir anlamda “ABD ve NATO ile ilişkilerimi sarsma pahasına seninle savunma alanında işbirliğine giriyorum” mesajını vermesinin Kremlin’de yarattığı olumlu atmosferin etkisi yabana atılamaz.
Karşılıklı çekim alanını kuvvetlendiren bir başka faktör, ABD’nin PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG/PYD unsurlarıyla Fırat’ın doğusunda kurduğu askeri ittifaktır. ABD’nin kuzeydoğu Suriye’de devletleşmeye doğru ucu açık bağımsız bir Kürt oluşumunun altyapısını kurduğu yolunda hem Moskova hem de Ankara’da duyulan ortak rahatsızlığın, siyasi düzeyde iki ülkeyi birbirine doğru ittiği inkar edilemez.
Böylelikle, Sovyetler Birliği’nin Ukrayna üzerinden Avrupa sistemine sevk ettiği doğalgaz, Romanya ve Bulgaristan’daki boru hatları üzerinden Türkiye sınırına getirilecek ve buradan itibaren inşa edilecek bir boru hattıyla Türk pazarına ulaşacaktı.
Bu hattan doğalgaz alımı 1987 yılında başladı. Sovyet doğalgazı, kademeli olarak inşa edilen 845 kilometre uzunluğunda bir hatla Hamitabat, Ambarlı, İstanbul, İzmit, Bursa, Eskişehir güzergâhını izleyerek 1988 yılında Ankara’ya ulaştı. Bu hattın kapasitesi 14 milyar metreküp.
Hattın devreye girmesinden 10 yıl sonra ikinci hat gündeme geldi. 1997 yılında üçlü koalisyon hükümetinin başbakanı olan Mesut Yılmaz, o dönemde büyük tartışmalara yol açan bir hamleyle Rusya ile ‘Mavi Akım’ (Blue Stream) anlaşmasını yaptı. Buna göre Rus doğalgazı bu kez boru hattıyla Karadeniz’den geçirilip Samsun’a getirilecekti.
Kıyamet koptu. ABD cephesinden bu projeye şiddetli itirazlar yükseldi. Karadeniz’in özellikleri dikkate alındığında projenin uygulanabilir olmadığı bile iddia edildi. Gelgelelim “hayalci” bulunan proje gerçek oldu. Mesut Yılmaz’ın başlattığı bu projeyi tamamlayıp törenle vanayı açmak, 2005 yılında dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a kısmet oldu.
‘Mavi Akım’, Samsun’dan başlayarak Çorum, Kırıkkale üzerinden 501 kilometre kat edip Ankara’ya ulaşıyor ve burada ana hat ile buluşuyor. Bu hattın yıllık kapasitesi 16 milyar metreküp.
Hepsi devletin Resmi Gazetesi’nde yazılı. İnternette Resmi Gazete’nin 19 Kasım tarihli nüshasına girip siz de okuyabilirsiniz. Üstelik birazdan alıntılar yapacağım metnin en üst sayfasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasını taşıyan bir Cumhurbaşkanlığı Kararı da var. Karar sayısı: 352.
Bu metinde “AB’nin darbe girişimi faillerinin adalete teslim edilmesi konusunda orantılı eylemde bulunulması ihtiyacının farkında olduğu” belirtildikten sonra şöyle deniliyor:
“Ancak aday ülke ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin imzacı tarafı olarak Türkiye’nin, hukukun üstünlüğü ile temel haklara ve herkesin adil yargılanma hakkına saygı göstermesi ve hukukun üstünlüğü ile temel hak ve özgürlükler konusunda yaşanan ciddi boyuttaki eksiklikleri ele alması gerekmektedir.”
Türkiye’de iki alanda “ciddi boyuttaki eksikliklerden” söz ediyor bu belge.
*
Değindiğimiz belge Türkiye ile AB arasında imzalanan bir anlaşma. Tam adı, ‘İPA 2 2017 Yılı Türkiye için Yıllık Eylem Programına Ait Finansman Anlaşması’.
Anlaşmanın altında Dışişleri Bakan Yardımcısı Büyükelçi Faruk Kaymakcı ve Avrupa Komisyonu Genişleme Müzakereleri Genel Müdürlüğü Türkiye Direktörü Myriam Ferran’ın imzaları yer alıyor.
IPA’yı (Instrument for Pre-Accession) Türkçe’ye
Bu ihlallerin bazıları AİHM içtihatları açısından ilk olma özelliği taşıyor.
AİHM’nin kararını çok özet bir şekilde incelersek beş başlıkta şu gözlemleri belirtebiliriz:
TUTUKLANMASI İÇİN MAKUL ŞÜPHE VAR
Selahattin Demirtaş, tutuklanmasının makul bir şüphe nedenine dayanmadığını, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) “özgürlük hakkı”nı güvence altına alan 5’inci maddesinin 1’inci fıkrasına aykırı olduğunu ileri sürmüştü. Bu fıkra, özgürlük hakkının hangi hallerde kısıtlanabileceğini düzenliyor ve tutuklama yapılabilmesi için “makul nedenlerin bulunması” koşulunu arıyor.
AİHM, incelemesinde dosyada objektif bir gözlemciyi Demirtaş’ın bu suçların en azından bazılarını işlemiş olabileceğine ikna edecek ölçüde yeterli bilgi bulunduğunu değerlendirmiştir. Mahkeme, dolayısıyla AİHS’deki ‘makul şüphe’ kriterinin karşılandığı kanaatine varmış, bu başlıktaki ihlal talebini geri çevirmiştir.
AMA TUTUKSUZ YARGILANMALIYDI
Demirtaş’ın bir diğer ihlal talebi, AİHS’nin 5’inci maddesinin “Tutuklu durumda bulunan herkes hemen bir yargıç önüne çıkarılır; kendisinin makul bir süre içinde yargılanmaya veya adli kovuşturma sırasında serbest bırakılmaya hakkı vardır” şeklinde özetlenebilecek 3’üncü fıkrasıyla ilgiliydi. Demirtaş, tutukluluğunun sürdürülmesinin bu fıkranın ihlali olduğunu ileri sürüyordu.
AİHM, burada
Tutuklanmaları, hapishanelerde demir parmaklıklar arkasında çektikleri çileler, uğradıkları işkenceler dünya görüşümün şekillenmesinde önemli izler bıraktı.
12 Mart muhtırası döneminde tanınmış yazarların, edebiyatçıların, akademisyenlerin, gazetecilerin cezaevlerine atılması, henüz daha bir lise öğrencisi olduğum yıllarda büyük bir haksızlığın yapıldığı duygusunun iç dünyamı kaplamasına yol açtı.
1970’li yılların ortalarında siyasi tutukluların 12 Mart dönemindeki askeri cezaevi tecrübelerini konu alan kitapları, romanları yutar gibi okurduk. Sevgi Soysal’ın Mamak’taki ‘Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’, Erdal Öz’ün ‘Yaralısın’ı bu türün başyapıtları arasındaydı.
O karanlık günlerde tutuklu bir yazarın cezaevinden dışarı adım atması, bir sevinç dalgasının yayılmasını da beraberinde getirirdi. Örneğin, 1973 yılı sonunda dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk af yetkisini işletip Çetin Altan’ın cezaevinden serbest bırakılmasını sağladığında, bu habere çok sevindiğimi hatırlıyorum.
O yıllardan itibaren Türkiye’nin tarihini okudukça, öğrendikçe, bu olayların belli bir zaman kesitine özgü olmadığını, yaygın uygulamalar olarak her dönem yaşandığını anlayacaktım.
Fikir insanlarının, yazarların, edebiyatçıların hapishane serüvenleri, aslında Türkiye Cumhuriyeti tarihinin düşünce ve ifade özgürlükleri düzlemindeki çarpıcı bir özetiydi.
Gerçeklikte, aynı kalıp, kendisini büyük ölçüde tekrarlıyordu. Tek parti dönemine baskın bir şekilde damgasını vuran bu tedbirler, çok partili demokrasiye geçildikten sonra da devam ediyor, askeri darbelerde daha da sertleşerek sürüyordu.
Akademisyenler her zaman bu bedeli ödeyenler arasındaydı. Tek parti dönemindeki tasfiyelerin benzerleri Demokrat Parti yıllarında değişik derecelerde yaşanmış, 1960 ihtilalinden sonra da üniversitelerde bu kez
Önce Türkiye’nin listesiyle başlayalım. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, yürüttüğü soruşturma çerçevesinde olaya karıştığını saptadığı 18 kişinin listesini hazırlayarak bunlar hakkında bir iade talepnamesi düzenledi ve bu yazıyı 26 Ekim tarihinde Adalet Bakanlığı’na gönderdi. Türkiye’ye verilmesi istenen kişilere ilişkin bu liste Dışişleri Bakanlığı üzerinden Suudi Arabistan’a iletildi.
Bu listedeki isimler Türk kamuoyuna açıklanmış değil. Ancak 15’inin kimlikleri biliniyor. Bunlar, operasyon için Suudi Arabistan’dan Türkiye’ye gönderilen ve hepsi de resmi unvan taşıyan istihbaratçı, asker ve adli tıp uzmanlarından oluşan heyetin üyeleri. Ekip, 1 ve 2 Ekim tarihlerinde İstanbul’a geldi ve cinayetin hemen ardından Türkiye’den ayrıldı. Atatürk Havalimanı’ndaki pasaport kayıtlarından her birinin ismi, fotoğrafı ve giriş-çıkış saatleri tespit edilmiş durumda.
Türkiye’nin 18 kişilik listesinde infaz ekibinde yer alan bu 15 Suudi görevlisi dışında kalan diğer 3 kişinin kimlikleri hususunda açıklık yok. Olay sırasında İstanbul’da bulunan Suudi Başkonsolosu Muhammed El Uteybi’nin iade talepnamesinde yer alıp almadığı da resmen açıklanmış değil. El Uteybi, 16 Ekim tarihinde, polisin başkonsoloslukta arama yapmasından kısa bir süre önce İstanbul’dan ayrılıp Riyad’a dönmüştü. Cinayetin işlendiği mekânın ev sahibi olması, olaya karışma noktasında El Uteybi’ye önemli bir sorumluluk yüklüyor.
İade listesinde El Uteybi’nin ismi varsa, o zaman Türk makamlarının Türkiye’den çıkışını engellemedikleri bir şüpheliyi sonradan Suudi Arabistan’dan talep etmeleri gibi bir durum ortaya çıkacak.
ABD’NİN 17 KİŞİLİK LİSTESİ
ABD Hazine Bakanlığı, önceki gün yaptığı bir açıklamayla, Cemal Kaşıkçı’nın ölümünde sorumluluk taşıdığını tespit ettiği 17 Suudi Arabistan vatandaşı hakkında ‘Küresel Magnitsky Yasası’ çerçevesinde yaptırım uygulanmasının kararlaştırıldığını duyurdu ve bunların isimlerine ilişkin bir liste yayınladı.
Bu liste incelendiğinde, 17 kişiden 15’inin Kaşıkçı’yı öldürmek üzere İstanbul’a gelen ekibin üyeleri olduğu anlaşılıyor. Bu 15 kişinin Türkiye’nin ABD’ye yaptığı bilgilendirme üzerine listeye konulduğunu tahmin edebiliriz.
Listedeki diğer 2 kişinin durumu şöyle: Bunlardan listenin 10’uncu sırasında yer alan isim Suudi Arabistan İstanbul Başkonsolosu
Gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’da Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’nda katledilmesi sonrasında uluslararası alanda bütün projektörler Prens Selman’ın üzerine çevrilirken, bu ülkenin en yüksek dini otoritesi prense İslamiyeti ihya edecek ruhani bir kimlik atfetti.
*
Müceddid ne anlama geliyor? Bunun için Diyanet İslam Ansiklopedisi’nde Tahsin Görgün tarafından kaleme alınan ‘tecdid’ maddesine bakalım. Buna göre, tecdid sözlükte “yenilenmek, yeni bir yol açmak” anlamında kullanılıyor. Bir işi ya da bir şeyi ciddiyetle ve bir yöntemle yeniden ve aslına uygun biçimde yenileme faaliyetini ifade ediyor. Tecdidi gerçekleştiren kişiye de ‘müceddid’ deniyor.
Dinin tecdidi ise dinin yeniden tanımlanması değil, zaman içinde zayıflayan dinle irtibatın yeniden güçlendirilmesi anlamında kullanılıyor. Bu kavram dini anlamda zaman içerisinde ortaya sorunların çıkacağını, bu sorunların tecdid sürecinde ehil kimseler tarafından çözülebileceğini ifade ediyor.
Tecdidin bugünkü anlamını kazanmasında Hazreti Muhammed’e atfedilen “Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinlerinde yenileme yapacak (yüceddidü) birini gönderir” rivayetinin “tayin edici bir rolü olduğu” belirtiliyor.
*
Mekke’nin baş imamı Sudeysi, 19 Ekim tarihindeki cuma hutbesinde, işte bu rivayete atıf yapıyor, her çağda İslam inancını yeniden güçlendirmek ve o dönemin meselelerine yanıt vermek üzere bir müceddide ihtiyaç duyulduğunu belirterek, bu çağın müceddidi olarak Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ı tarif ediyor. Prens Selman’ı “Allah’ın Müslümanlara ilahi bir lütfu” diye niteliyor.
Mekke imamı, daha sonra “