Ancak yine de varılan mutabakatı bugün itibarıyla kapsamlı bir şekilde değerlendirebilecek bir noktada değiliz. Bunun nedeni, uzlaşının ayrıntılarının henüz açıklık kazanmamış olmasıdır. Dolayısıyla, yapılacak bir analizde daha çok yanıt bekleyen soruların ön plana çıkması kaçınılmazdır.
*
Bu ihtiyat payını en baştan kayda geçirdikten sonra şu gözlemleri öne sürebiliriz:
Öncelikle, bu mutabakatın “aşamalı” bir şekilde işleyeceğini anlıyoruz. Önceki gün duyurulan ortak açıklama “ilk aşamada alınacak önlemlerden” söz ediyor. İlk aşamada Ankara’nın güvenlik kaygılarının giderilmesi ağırlık kazanacaktır. Bundan, sınıra bitişik alanda bulunan PKK’nın Suriye’deki uzantısı PYD/YPG unsurlarının buradan uzaklaştırılması ve aynı zamanda sahip oldukları ağır silahların Amerikan tarafına devredilmesini anlamalıyız.
Güvenli bölgede Suriyelilerin dönüşünü de kapsayacak şekilde yapılacak düzenlemeler daha sonraki aşamalara bırakılmış bir hedef olarak beliriyor.
*
Söz konusu güvenli bölgenin derinliği Türkiye ile ABD arasındaki müzakerelerde en çetrefil başlıklardan birini oluşturmaktaydı. Türk tarafı 32 kilometre gibi bir derinlikte ısrar ederken, ABD tarafı derinliğin 5-14 kilometre gibi daha dar bir koridorda tutulmasını talep ediyordu. Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın önceki gün genel bir çerçevede “Muhataplarımızın görüşlerimize yaklaştığını memnuniyetle müşahede ettik” şeklinde konuşması, ABD’nin bu başlıkta esneklik gösterdiği şeklinde yorumlanabilir.
Derinlik gibi kritik olan bir başka nokta güvenli bölgenin uzunluğudur. Türkiye ile Suriye arasındaki 911 kilometrelik sınırın Fırat’ın Suriye topraklarına girdiği Karkamış’tan doğuya, Irak sınırına kadar uzanan bölümü 430 kilometreye yaklaşıyor. Başlangıçta ‘güvenli bölge’nin Fırat’ın hemen doğusundaki sınırlı bir alanı mı içereceği yoksa Irak’a kadar tümünü mü kapsayacağı hususunda açıklık yoktur.
Bu konuda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarından pek çok örnek vermek mümkün. Cumhurbaşkanı, S-400’e ilişkin daha ilk beyanlarından birinde “Türkiye olarak biz kiminle ortak üretime girebilirsek burayı da tercih ederiz” diye konuşmuştur. (24 Temmuz 2017)
Erdoğan, bir süre önce Osaka’da Rusya lideri Vladimir Putin ile görüşmesinden sonra “Füzelerin ortak üretimi başta olmak üzere teknoloji transferini de içerecek şekilde ilerletilmesi bizim için de malum öncelik taşıyor” demiştir. (29 Haziran 2019)
Keza Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, “Türkiye artık pazar olmaktan bıktı. Ortak üretim yapacağız, teknoloji transferi yapacağız, biz de üretici olacağız” derken yine bu faktörü vurgulamıştır. (8 Mart 2019)
*
Peki Rusya bu alandaki işbirliğine nasıl yaklaşıyor? Başlangıç aşamasında Rus tarafında bu konuda sessizlik hâkimdi. Hatta bazı Rus yetkililerinin “teknoloji transferi olmayacağı” yolunda açıklamalarına da rastlanmıştı.
Ancak Putin, bu konu kendisine sorulduğunda “Ortak üretim ve teknoloji transferi başlığı bizim açımızdan bir güven ya da bir siyasi işbirliği meselesi değildir. Bu işletmeler arasında anlaşmaya varılacak olan tümüyle ticari bir konudur. Buna ilişkin bizim hiçbir askeri, siyasi görüşümüz ve sınırlamamız yok” şeklinde bir tutum almıştır. (3 Nisan 2018)
Rusya Cumhurbaşkanı’nın ifadesinden, bu alanlarda bir işbirliğine en azından kamuoyu önünde kapıyı kapalı tutmadığını söyleyebiliriz.
Buna karşılık
Ayrıntı, S-400 Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Sistemi’nin tedarik sözleşmesinin Türkiye ile Rusya arasında 11 Nisan 2017 tarihinde imzalandığının belirtilmesiydi.
Bu bilgi, aslında iki ülke arasındaki S-400 mutabakatının Türk kamuoyunda çok da bilinmeyen bir yönünü, yani ilk imzanın 2017 ilkbaharında atılmış olduğu gerçeğini gün ışığına çıkarıyordu.
*
S-400 alımı ile ilgili süreç, bir Rus savaş uçağının Türkiye tarafından 2015 Kasım ayında düşürülmesiyle ilişkilerde patlak veren krizin 2016 Haziran ayında Ankara’nın attığı adımla aşılması ve hemen ardından 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ilişkilerin süratli bir yakınlaşma sürecine girmesinin bir türevi olarak ortaya çıktı. Rusya lideri Vladimir Putin’in darbeden sonra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a kuvvetli bir destek veren tutumu da Ankara’da havayı ısıtan bir faktördü.
Türkiye’nin Rusya’dan S-400 alacağı yolundaki haberlerin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 10 Mart 2017 tarihindeki Moskova ziyaretiyle birlikte sıklaşmaya başladığını görüyoruz. Putin’in sözcüsü Dmitriy Peskov, 15 Mart 2017’de İzvestiya’ya Erdoğan’ın ziyareti sırasında “S-400’lerin satışının ele alındığını, tarafların ilgili olduklarını, görüşmelerin süreceğini” bildirmiş, Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu da “Tarafların anlaşmaya varmaları halinde siparişlerin oluşturulması konusunun iki ülkenin ilgili bakanlıklarınca ele alacağını” söylemişti.
Bu açıklamalardan konunun o tarihlerde olgunlaşmakta olduğunu anlıyoruz. Bunu Milli Savunma Bakanlığı’nın geçenlerde duyurduğu üzere 11 Nisan 2017 tarihinde tedarik sözleşmesine imzaların atılması izlemiştir.
*
Bunu izleyen dönemde
“Montaj ve eğitim safhalarının ardından Nisan 2020’de bu sistemleri aktif olarak kullanmaya başlayabileceğiz”.
Şimdi bir an için sekiz ay sonrasına, yani Nisan 2020’ye gidelim ve Türk Hava Kuvvetleri’nin envanterindeki S-400 bataryasında -verilen komutla birlikte- düğmeye basıldığını ve sistemin çalışmaya başladığını varsayalım.
Bu bataryalar, balistik füzelerin yanı sıra konvansiyonel tehditlere, bu çerçevede uçaklardan kaynaklanacak tehditlere de karşılık vermekle görevlidir.
S-400 sisteminin işlevsel olabilmesi için öncelikle görme yeteneğini kazanması gerekecektir. Ancak en önemlisi, radarın 600 kilometreye kadar uzanabilen görüş açısında tehlike yaratan unsurları ayırt edebilmesidir.
Peki S-400 radarı havadaki düşman unsuru nasıl tespit edecektir?
*
Bu soruyla hassas bir alana giriyoruz. Şöyle ki, S-400 bataryasının radarı, Türk hava sahasında kapsama alanı içindeki uçan her şeyi fark edecektir. Hava sahasında büyük bir yoğunluk göreceği tartışma götürmez. Sivil uçaklar, askeri uçaklar, helikopterler, insansız hava araçları...
İşin püf noktası S-400 radarının yakaladığı işaretleri nasıl tanımlayacağı, kimin dost kimin düşman olduğunu nasıl ayırt edeceği meselesidir.
2011 yılına gelindiğinde masada dört ülkeden teklif vardı. ABD Raytheon firması Patriot’lar, Rusya S-300’ler, Çin FD-2000 ve Fransa-İtalya ortaklığındaki Eurosam konsorsiyumu da SAMP-T sistemleri için teklif verdi.
SSM, sürecin ilerlediği muhtelif aşamalarda belli aralıklarla ihale koşullarında değişikliklere gitti, bu çerçevede ortak üretim, teknoloji transferi gibi yeni koşullar getirildi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlık ettiği Savunma Sanayii İcra Komitesi, iki yıllık bir sürecin sonunda 2013 yılı eylül ayında bir dizi kriter üzerinden yaptığı değerlendirmeyi sonuçlandırdı ve ihalenin birincisini seçti. İhaleyi kazanan 3.4 milyar dolarlık teklifi ile Çin savunma sanayii şirketi CPMIEC oldu.
Avrupalıların teklifi ikinci, Amerikalılarınki üçüncü gelirken, Rusların S-300 teklifi elendi. İhale bedelinin 4 milyar dolar olmasına karşılık, Ruslar 8.8 milyar dolar gibi astronomik bir teklif sunmuştu.
*
Bunu izleyen dönemde Çin firmasıyla sözleşme görüşmelerine geçildi, ancak özellikle teknoloji transferi konusunda ciddi pürüzler belirdi. Çinlilerin bu başlıkta yaptıkları taahhütler muğlak, ucu açık bulunurken tam bir mutabakata varılamadı.
Bu, meselenin müzakere masasındaki teknik tarafıydı. Sorunun daha fazlası uluslararası alanda patlak verdi. Öncelikle NATO’dan Çin sisteminin ittifakın altyapısına entegre edilemeyeceği konusunda kuvvetli itirazlar yükseldi. Ayrıca Türk tarafı, Çinlilerin NATO sistemlerine erişim sağlamalarını önleyecek formüller geliştirebileceğini savunsa da NATO’daki muhataplar ikna olmadı.
Kendisi Türkiye’ye Patriot sistemlerini önermiş olan ABD’nin tepkisi daha sertti. Bu arada hiç hesapta olmayan bir durum ortaya çıktı. İhaleyi kazanan Çin şirketi CPMIEC, ABD’nin yaptırım uyguladığı kuruluşlar listesinde yer almaktaydı.
Aslında 2015 yılında Türkiye karşısında bu hareketi sergileyen tek NATO ülkesi ABD değildi. Bir başka NATO müttefiki Almanya da yine Suriye kaynaklı füze tehdidine karşı Kahramanmaraş’ta görev yapan iki Patriot bataryasını çekmişti.
Amerikan tarafı 14 Ağustos 2015 tarihinde açıkladığı bu karar için “modernizasyon ihtiyacı” gibi bir gerekçe getirirken, bundan bir gün sonra çekme kararını duyuran Alman hükümeti, “füze tehdidin azalması” gerekçesini göstermişti. Alman basınındaki haberlere bakılırsa, Türkiye’ye Patriot gönderilmesinin iç politikada ve kamuoyunda ciddi bir tartışmaya sahne olmasının da bu kararda etkili olduğu ileri sürülebilir.
Son tahlilde Berlin’in kararı, Türkiye’nin talebi üzerine hava savunmasına destek vermek için NATO çerçevesinde üstlendiği bir taahhütten çekilmesi anlamına geliyordu. Ancak Türkiye NATO bünyesinde hava savunması desteği talebini tekrarlayınca Almanya’nın ayrılmasıyla doğan boşluk bir başka NATO ülkesi İtalya tarafından doldurulacaktı.
HER SAVAŞTA PATRIOT DESTEĞİ
Türkiye’nin bölgedeki balistik füze tehdidine karşı etkili bir hava savunma sistemine sahip olmaması nedeniyle yakın çevresinde patlak veren her savaş ve krizde NATO’nun kapısını çalarak ittifaktan bu alanda destek istemesi son 30 yılda sıkça karşımıza çıkan bir durumdur.
Bu mekanizma ilk kez Irak’ın 1990 Ağustos ayında Kuveyt’i işgali sonrasında 1991 yılındaki Birinci Körfez Savaşı’nda işlemiştir. ABD, Irak’ın elindeki Scud füzelerinin yarattığı tehdide karşı Türkiye’yi korumak üzere Patriot bataryaları göndermiştir.
Aynı işbirliği 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgalinde de tekrarlanmış, 1 Mart’ta tezkerenin TBMM tarafından reddinin ardından AK Parti hükümeti Türk hava sahasını ABD savaş uçaklarına açarken Bush yönetimi Türkiye’ye yine hava savunmasını desteklemek üzere Patriot bataryaları göndermiştir.
ABD’nin Patriot’ları Türkiye’ye üçüncü kez göndermesi, 2012 yılında Suriye’nin Türk Hava Kuvvetleri’nin bir RF-4 uçağını Akdeniz’de düşürmesi ve Suriye hava savunma sistemlerinin Türk savaş uçaklarına kilitlenmesi gibi gelişmeler üzerine Türkiye’nin NATO’dan hava savunması için destek istemesine yanıt olarak gerçekleşmiştir. Türkiye’nin 2012 yılındaki bu başvurusuna NATO’da üç ülke karşılık vermiştir: ABD, Hollanda ve Almanya...
Kararın 14 Ağustos 2015 tarihinde açıklanmasından sonra Türk hükümetinin Patriot bataryalarının çekilmemesi yolunda verdiği mesajlar sonucu değiştirmemiştir.
Bu kararının öyküsünün not edilmesi gereken bir yönü, 2015 yılında Suriye’de DEAŞ’a karşı yürüteceği hava harekâtlarında İncirlik Üssü’nü kullanma izni için Ankara ile uzun müzakereler yürüten ABD yönetiminin, Türk hükümetinin nihai olurunu alana kadar bu niyetini muhataplarından saklamış olmasıdır.
The New York Times’ın yazdığına göre, bu konu, Başkan Barack Obama ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İncirlik’le ilgili mutabakatı sonuçlandırdıkları 22 Temmuz 2015 tarihindeki telefon görüşmesinde de gündeme getirilmemiştir. Bildirim bu konuşmadan bir süre sonra yapılmıştır.
Buradaki geciktirmenin nedeni İncirlik ile ilgili Türk tarafından beklenen iznin tehlikeye atılmaması hesabıydı.
Gazetenin ödüllü ulusal güvenlik muhabiri Eric Schmitt, karardan sonra bu konuda kaleme aldığı haberde konuştuğu dört ayrı ABD’li yetkiliye dayanarak, Türk yetkililerin Patriot’ların çekileceğini duyduklarında “büyük bir kızgınlık yaşadıklarını” yazmıştı.
*
ABD Patriot’ları Türkiye’den neden çekti?
Amerikan tarafının yaptığı açıklamada, çekme kararı için bataryaların “
Bugünkü yazımızda Ceylan’ın ‘Ekonomik ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi’ (EDAM) isimli düşünce kuruluşunun web sitesinde yayımlanan bu konudaki makalesinde dikkat çektiği, meselenin önemli bir başka boyutunu büyüteç altına yatırmak istiyoruz.
TEKNOLOJİ TRANSFERİ OLACAK MI?
Ceylan, Türkiye’nin füze savunma sistemi ihtiyacının karşılanması başlığına yaklaşırken öncelikle “temin” ve “tedarik” gibi fiillerin kullanılmasını hatalı buluyor. Ceylan, bu konuda halen devam eden sürecin “Devlet katında belirlenmiş temel altı kriter ışığında yürütülmesi ve bu kriterlerin esas alınmasının önemli olduğunu” vurguluyor.
Bu kriterler neler? Emekli büyükelçi, yalnızca “en başta gelen” üç kriteri telaffuz ediyor. Bunlar, 1) Ortak üretim, 2) Teknoloji transferinin kapsamı ve 3) Milli savunma sanayii firmalarımızın bu ortak üretimindeki pay oranıdır...
“Milli savunma sanayii firmalarımız” ifadesiyle “geçmişi olan, müesseseleşme yolunda mesafe kat etmiş, kurumsal geleneklere sahip, güçlü ve bu alanda önde gelen firmaların kastedildiğini” belirtiyor.
Ceylan, yazısında diğer üç kritere ise açıklık getirmiyor. Ancak 4) Maliyet, 5) Teslimat süresi ve 6) (NATO) standartlarına uygunluğun diğer üç kriter olduğunu tahmin etmek güç değildir.
Burada ilginç olan husus, ortak üretim, teknoloji transferi ve milli firmaların pay oranı gibi faktörlerin maliyetten çok daha stratejik görülmekte oluşudur.
ÜÇ KRİTİK SORU