Resmi Gazete’de 2 Ağustos 2019 tarihinde yayımlanan general terfi listesine göre, son YAŞ’ta Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda toplam 23 albay tuğgenerallik rütbesine terfi etmiştir. Bu toplam içinde kurmay albay olanların sayısı yalnızca 2’dir. Bu kurmay subaylar listede birinci ve ikinci sıradan terfi etmiştir.
Tuğgeneralliğe terfi eden kalan 21 albayın tümü de geleneksel kurmay eğitim sisteminden geçmemiş olan sınıf subaylarıdır. Bunlar arasında piyade, piyade komando, tank, topçu, muhabere, istihkam ve istihbarat gibi muhtelif sınıflardan subaylar bulunuyor.
Peki diğer kuvvetlerde durum ne? Deniz Kuvvetleri’nde tablo biraz değişik. Bu kuvvette toplam 11 albay tuğamiralliğe terfi etmiş, bunların ilk 8’i kurmay albay rütbesinde.
Hava Kuvvetleri’ne baktığımızda, yalnızca 6 albayın tuğgeneral rütbesini aldığını ve bunlardan yalnızca 1’inin kurmay olduğunu görüyoruz.
*
YAŞ’ta karşımıza çıkan bu tablonun ne anlama geldiğini anlayabilmek için “Sistem geçmişte nasıldı” sorusuna yanıt aramamız gerekiyor. Geriye dönük bir şekilde sistemin işleyişine baktığımızda, özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişimi öncesindeki dönemde her üç kuvvette de generalliğe geçişte sistemin -belli istisnalar olmakla birlikte- ağırlıklı olarak kurmay subayların terfi etmesi üzerine kurulu olduğunu vurgulamalıyız.
Bu saptamayı rakamlarla ortaya koyabiliriz. Önce AK Parti iktidara gelmeden önce 2002 Ağustos ayında, Genelkurmay Başkanlığı’nda Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun görev yaptığı, Bülent Ecevit’in başbakanlığındaki koalisyon hükümeti dönemindeki son YAŞ kararlarına bakalım.
2002 YAŞ’ında Kara Kuvvetleri’nde 24 albay tuğgeneralliğe terfi ederken, bunlardan ilk 21’i kurmay sınıfından çıkmış. Buradaki ‘24’te 21’ oranı aslında AK Parti iktidara geldikten sonra da –bazı yıllarda istisnai değişikliklerle- aynen devam etmiş. Örneğin, bu oran 2003’te ‘24’te 20’, 2004’te ‘23’te 20’ olmuş. 2005’te ‘24’te 24’, 2006’da yine ‘24’te 21’, 2007’de ise ‘23’te 20’ olmuş. Daha sonra 2008, 2009, 2010, 2011 yılları hep ‘24’te 21’ seyretmiş. Balyoz gibi kumpas davalarının başlamasını izleyen yıllardaki tasfiyeler nedeniyle oranda küçük çapta oynamalar olsa da genel teamül korunmuş. Örnek vermek gerekirse, bu oran 2015 yılında ‘26’da 23’.
Bunlar sırasıyla Eskişehir, Balıkesir, Ankara Mürted (Akıncı) ve Malatya Erhaç ana jet üsleriydi. Her bir üste nükleer kabiliyetli birer filo (önce F-100’ler ve daha sonra F-104’ler) bu göreve tahsis edilmişti. Nükleer nöbet, genellikle her bir filodan dört pilotun muhtemel bir nükleer görev emri halinde hemen nükleer başlıklarla havalanacak şekilde -24 saat aralıksız- hazır beklemesini gerektiriyordu.
Nükleer nöbet sırasında, yan odada bir de ABD’li nöbetçi subay nöbet tutuyordu. Onun işlevi, nükleer görev emri çıktığında ABD Başkanı’ndan gelecek nükleer kodları bu başlıklara girmekti. Uçakların taşıyacağı bombaların aktive olabilmesi, yani nükleer yetenek kazanabilmesi ancak Beyaz Saray’dan bu kodların gelmesine bağlıydı.
Her üste küçük bir ABD birliği görev yapıyordu. Nükleer başlıkların saklandığı depolardan sorumluydular.
*
Bu milli üslere ek olarak ayrıca Adana’daki İncirlik Üssü’nde de nükleer başlıklar bulunuyordu. İncirlik’in statüsü biraz farklıydı. Milli üslerde nükleer misyonlar için doğrudan Türk pilotları görevlendirilirken, İncirlik Üssü’nde başlıkları taşıyacak olan ABD savaş uçaklarıydı.
Sonuçta bu kapasitesiyle Türkiye NATO’nun nükleer caydırıcılığında çok kilit bir işlev üslenmişti. NATO’nun Sovyetler Birliği ve diğer Varşova Paktı ülkelerine karşı uçaklar üzerinden devreye sokabileceği nükleer yeteneklerinde ittifakın güney kanadındaki en önemli merkezdi.
Neyse ki korkulan nükleer savaş hiçbir zaman çıkmadı. Balıkesir, Eskişehir, Erhaç ve Mürted’de yıllarca nükleer nöbet tutan Türk savaş pilotlarının hiçbir zaman bir nükleer görev emriyle havalanmaları gerekmedi. 1990’lı yılların başında Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte yapılan yeni tehdit değerlendirmelerinde Türkiye’deki milli üslerde atom başlığı bulundurulmasına ihtiyaç olmadığına karar verildi. Bunun sonucu dört milli üsteki nükleer başlıklar kademeli bir şekilde kaldırıldı, nükleer nöbetler de son buldu.
*
Çünkü ilk kez Türkiye’den resmi düzeyde bu yönde bir niyet beyan edilmiş olmaktadır.
Meselenin önemini gösterebilmek için Cumhurbaşkanı’nın önceki gün Sivas’ta ‘Orta Anadolu Ekonomi Forumu’na seslenirken bu konuda sarf ettiği sözleri aynen aktaralım:
“Şimdi her şey iyi güzel de birilerinin elinde nükleer başlıklı füze var, bir tane iki tane değil... Ama benim elimde nükleer başlıklı füze olmasın! Ben bunu kabul etmiyorum. Şu anda dünyada gelişmiş ülkeler içinde neredeyse nükleer başlıklı füzesi olmayan ülke yok, hepsinde var. Hatta isim vermeyeceğim, bir tanesi şu anda cumhurbaşkanı değil, ziyarete gittiğimde bana, ‘Bize böyle böyle diyorlar benim elimde şu anda 7 bin 500 kadar nükleer başlıklı var ama Rusya’nın, Amerika’nın elinde 12 bin 500, 15 bin nükleer başlıklı füze var, ben de yapacağım’ dedi. Hale bakın, onlar nerede, neyin yarışını yapıyor, bize de ‘Sakın ha sen yapma’ diyorlar. Ve yanı başımızda İsrail... Var mı? Var... Ve bütün her şeyiyle, onunla korkutuyor. Değerli kardeşlerim, biz şu anda çalışmamızı yürütüyoruz...”
***
Neresinden bakılırsa bakılsın, Türkiye’nin en üst makamından bu yönde yapılan bir çıkışın hem bölgesel, hem de daha geniş ölçekte uluslararası alanda bir dalgalanma yaratmaması düşünülemez. Türkiye’nin kendi nükleer silah yeteneğine sahip olmasının, bütün bölgesel güç dengesi açısından ‘oyun değiştiren’ ölçekte sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. Bu açıklamanın ardından birçok merkezde ‘kaşların kalkmış’ olduğunu tahmin etmek güç değildir.
Bu sözlerin fiiliyata geçmesi halinde, çok majör bir politika değişikliği ortaya çıkacaktır. Bunun başlıca nedeni, Türkiye’nin 1968 tarihli Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’na (NPT) 1979 yılından beri taraf olmasıdır.
Nükleer silahların yayılmasını önleme alanında kaydedilen en önemli uluslararası kazanım olan bu antlaşma, özetle A) Nükleer silah sahibi ülkeleri bu silahları devretmeme, başka ülkelere bu alanda yardımcı olmama, B) Nükleer silah sahibi olmayan ülkeleri ise bu tür arayışlardan uzak durma yükümlülüğü altına sokuyor.
Türkiye, bu antlaşmayla bir dizi yükümlülüğün altına girmiştir. Ancak en önemlisi herhalde belgenin ilişikteki ikinci maddesidir:
Bu gözlem noktalarının temel görevi ‘İdlib gerilimi düşürme bölgesi’ sınırlarının dışında kalan Suriye ordusu ile bu sınırların iç kesiminde saha hâkimiyetini sağlamış olan silahlı muhalif gruplar arasında çatışmasızlığı, ateşkes düzenini gözetmeleriydi.
Gelgelelim sınır çizgisinin hemen iç çeperinde konumlanan bu gözlem noktalarından bölgenin en güney ucunda Morik’te kurulmuş olan (9) numaralı üs iki haftadır artık Esad ordusunun kontrol ettiği toprakların üzerindedir. Yaklaşık 10 kilometre kadar rejim bölgesinin içinde kalmıştır ve çevresinde Suriye ordusu bulunmaktadır.
Gözlem noktasındaki Türk askerleriyle Suriye ordusu arasında bir gerginliğin, bir sıkıntının yaşanmaması için Rus askeri polisi yakın çevrede üslenmiştir.
*
Gelgelelim İdlib’de ortaya çıkan yeni statükonun kalıcı olacağını düşünmek yanıltıcı olur. Siyasi bir çözüm bulunamadığı ya da Soçi Mutabakatı canlandırılamadığı takdirde, Esad rejimi muhtemeldir ki, bir süre sonra İdlib’in kuzeyine doğru ilerlemek isteyecektir.
Bu çerçevede rejimin ve destekçisi Rusya’nın bundan sonrasına dönük stratejilerinde öncelikle İdlib’in iki ana arteri M-4 ve M-5 karayolları üzerinde hâkimiyet sağlamayı hedefleyeceklerini tahmin etmek güç değildir. Han Şeyhun’un iki hafta önce ele geçirilmesi bu stratejinin ilk adımıydı. İdlib’le ilgili önümüzdeki dönemde yapılacak pazarlıkların ve sahada yürütülecek mücadelenin en kritik konusu İdlib’de silahlı muhalefetin kontrolünde bulunan bu iki yolun açılması meselesi olacaktır.
*
Bugünkü yazımda ben de BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in Güvenlik Konseyi’ne sunduğu 21 Ağustos tarihli son raporundan yola çıkarak, bu tabloyu BM’nin merceğinden değerlendirmeye çalışacağım. Bunu yaparken aynı zamanda BM’nin İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi’nin (OCHA) 29 Ağustos tarihli geçen haftaki en son raporundan da yararlanacağım.
BM Genel Sekreteri, Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye ilişkin bir dizi kararı çerçevesinde her iki ayda bir konseye bu ülkedeki gelişmelerle ilgili bir rapor sunmak durumunda. Guterres’in son raporu geçen haziran-temmuz ayları olmak üzere iki aylık dönemi kapsıyor. Bununla birlikte Guterres, dökümlerin önemli bir bölümünü Esad rejiminin nisan sonundan itibaren başlattığı saldırıları esas alarak üç aylık bir toplam üzerinden aktarıyor.
***
Guterres, raporunda öncelikle çatışmaların artmasının insani açıdan “felaket ölçeğinde sonuçlara” yol açtığını belirtiyor. Birinci saptaması, nisan sonundan itibaren İdlib gerilimi düşürme bölgesinde yoğunlaşan çatışmalarda ölen sivillerin sayısının 500’ü geçtiğini belirtmesidir. OCHA’nın daha güncel olan raporu ise toplamın 550’ye ulaştığını ve bu toplam içinde 450’sinin kadın ve çocuklar olduğunu belirtiyor.
Genel sekreter, ayrıca çatışmalar nedeniyle yerlerini terk etmek zorunda kalan sivillerin sayısının temmuz sonu itibarıyla 500 binin üstünde olduğunu kaydediyor. Buna karşılık, OCHA’nın geçen perşembe günü açıklanan raporu Suriye’nin kuzeybatısında ‘iç göç’ çerçevesinde yerinden olan sivillerin sayısının 600 bini aştığını belirtiyor. Burada dikkat çeken nokta, bu insanlar arasında beş kez, hatta 10 kez yer değiştirmek durumunda kalanların da bulunmasıdır.
İlişkilerdeki durumun ciddiyeti bir yönüyle İdlib’de sahadaki askeri gelişmelerden kaynaklanıyordu. Rusya, hava kuvvetleriyle Suriye ordusunun güney cephesinde karada yürüttüğü askeri harekâta kuvvetli bir destek vererek kuzeye, Türkiye’ye doğru bir göç dalgasını tetiklerken, Esad rejiminin sahada alan kazanmasıyla İdlib’deki statükoyu Türkiye’nin beklentileri hilafına değiştirmekteydi.
Aslında daha da ciddi olan gelişme, TSK’nın İdlib’in en güney ucunda Morik’te bulunan (9) numaralı gözlem noktasının ikmal yolunu açık tutmak üzere giden bir Türk askeri konvoyunun 19 Ağustos tarihinde havadan saldırıya uğramasıydı.
Milli Savunma Bakanlığı, sorumluluğu doğrudan Rusya’ya atfeden bir açıklama yaparak, bu saldırıyı “kınadığını” duyurdu. Kınamanın öncelikle gittiği adres Moskova’dan başka bir başkent değildi. Dahası, Türk konvoyunu hedef alan saldırıyı bizzat bir Rus savaş uçağının gerçekleştirdiği yolundaki tekzip edilmeyen haberler durumun vahametini bütün çıplaklığıyla gösterdi.
Bütün bu gelişmelerin Ankara ile Moskova arasında yarattığı gerilim Erdoğan’ın 23 Ağustos’ta bizzat Putin’le telefonda görüşüp İdlib’deki ateşkes ihlalleri ve “büyük insani kriz”in “Türkiye’nin milli güvenliği bakımından çok ciddi bir tehdide dönüştüğünü” belirtmesiyle en üst noktasına çıktı. Bu telefon konuşması Putin’in davetiyle iki lider arasında yüz yüze diplomasiye kapıyı araladı.
*
İlişkilerin bu kadar yoğun bir basıncın altına girmesinin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen hafta gerçekleşen Rusya gezisi, ziyaretin öncesinde ortalığı kaplayan gergin havadan -şaşırtıcı bir şekilde- uzaklaşan bir iklimde gerçekleşti.
Bu gezi öncelikle Rusya’nın Havacılık ve Uzay Fuarı’nın bir NATO ülkesi liderinin ziyaretine sahne olması, Rusya’nın yeni nesil savaş uçaklarının tanıtımı ve halkla ilişkiler boyutunda uzay istasyonundaki kozmonotlarla diyalog ve ‘dondurma diplomasisi’ tanımlamasıyla literatüre geçen görüntülerle ön plana çıktı.
Buluşmanın dikkat çeken bir sonucu, Putin’in İdlib’deki terör yuvalarının “
TSK konvoyu, İdlib’in güney sınırında Morik’te üslenmiş bulunan (9) numaralı askeri gözlem noktasının güvenliğini sağlamak ve ikmal yolunu açık tutmak üzere hareket halindeydi.
Bu saldırıda konvoyun önünde gitmekte olan sivil araca tam isabetle bir nokta atışı yaparak bütün konvoyun durmasına yol açan savaş uçağının kokpitinde kim vardı? Suriyeli bir pilot mu, yoksa bir Rus pilot mu?
Milli Savunma Bakanlığı’nın pazartesi günü bu olayı kınadığı açıklamasında saldırının öznesi boşlukta bırakıldı. Açıklamada (Esad) rejimin son dönemde İdlib’de gerçekleştirdiği saldırılar eleştirildi, ardından “Rusya’ya bilgi verilerek” Morik’teki (9) numaralı gözlem noktasına kuvvet intikali gerçekleştirilirken “konvoyumuza hava saldırısı düzenlendiği” belirtildi.
Metne göre, saldırıda konvoy bölgesinde bulunan 3 sivil ölmüş, 12 sivil de yaralanmıştı.
Açıklamada konvoyu kimin vurduğu sorusunun yanıtını bulmak mümkün değildir. Ancak metnin bütün tonu Milli Savunma Bakanlığı’nın bu saldırının sorumluluğunu Rusya’ya atfettiğini hissettiriyor. Rusya’ya bilgilendirme sabah 05.30’da yapılmış, hava saldırısı 08.55’te, yani yaklaşık 3.5 saat sonra gerçekleşmiştir.
*
Türk yetkililer, daha sonra yaptıkları açıklamalarda saldırıyı gerçekleştiren uçağın milliyeti meselesini geçiştirmeyi tercih etti. Türk basınında çıkan pek çok haberde konvoya Suriye Hava Kuvvetleri’ne bağlı bir uçağın ateş açtığı yazıldı. Yabancı basında da durum pek farklı olmadı. Galiba pek çok insan, özellikle S-400’lerin Türkiye’ye geldiği bir dönemde Türk-Rus ilişkilerini kaplayan sıcak ortama bakarak, saldırıyı Rusların düzenlemiş olabileceği gibi bir ihtimali değerlendirmeye bile almadı.
Ankara’daki tecrübeli meslektaşımız
Bu gelişme Suriye ordusunun Halep’ten güneye Şam’a doğru uzanan M-5 otoyolunun üzerinde bulunan Han Şeyhun kasabasını ele geçirmiş olmasının yarattığı bir durumdur. Bu kasaba Morik’teki TSK gözlem noktasının 10 kilometre kadar kuzeyindedir.
Han Şeyhun bu hafta başına kadar muhalif grupların kontrolünde olduğu için M-5 otoyolu Türk tarafının kullanımına açıktı ve bu çerçevede (9) numaralı gözlem noktası bu stratejik yol üzerinden İdlib’in kuzeyine ve bağlantı yollarıyla Hatay’daki Cilvegözü sınır kapısına kadar tam bir ulaşım serbestisine sahipti.
Aslında geçen hafta rejim güçlerinin Han Şeyhun’u hem batıdan hem doğudan kıskaca alma yönünde ilerlemeye başlaması, (9) numaralı noktanın kuzey bağlantısının tehlikeye girmekte olduğunu da haber veriyordu.
*
Milli Savunma Bakanlığı’nın pazartesi günkü açıklamasına göre (9) numaralı gözlem noktası “ikmal yollarının kesilmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı”. Bu nedenle, yine aynı açıklamaya göre, bu noktanın “güvenliğini sağlamak, ikmal yollarını açık bulundurmak ve taraflar arasındaki gerginliği azaltmak maksadıyla” pazartesi sabahı buraya kuvvet intikali başlatıldı.
Bu kuvvet intikali gerçekleştirilememiştir. Sabah saatlerinde M-5 üzerinden güneye doğru intikal ederken Han Şeyhun’a yaklaşmak üzere olan Türk askeri konvoyuna düzenlenen bir hava saldırısıyla Türkiye’nin bu hamlesi önlenmiştir.
Türkiye’nin bu askeri konvoyun gelişini önceden Rus tarafına bildirdiği dikkate alınırsa, bu hamleyi Rusya ve Suriye’nin ortak iradesinin durdurduğunu teslim etmemiz gerekir.
*