Tabii başkanların görevden uzaklaştırılmaları, ‘Giden başkanın yerine kim, nasıl getirilecek’ sorusunu da beraberinde getiriyor.
Belediye başkanları görevden ayrılmak durumunda kaldıklarında izlenecek hareket tarzı, Cumhuriyet’in ilk döneminden beri süreklilik gösteren bir yasal mevzuat çerçevesinde krize yol açmayacak şekilde işleyegelmişti.
Bu hareket tarzının temelinde Türkiye’nin ilk yerel yönetim yasası olarak kabul edeceğimiz 3 Nisan 1930 tarihli 1580 sayılı Belediye Kanunu var. Bu yasanın 93’üncü maddesinde “Belediye reisinin yeniden intihabı (seçimi) icap eylediği takdirde, vali tarafından belediye meclisi içtimaa davet olunarak yeniden belediye reisi intihabı yapılır” hükmü yer alıyordu.
*
Görüleceği gibi burada esas, başkanın yeniden seçimi gerektiğinde belediye meclisinin toplantıya çağrılmasıdır. Özellikle çok partili demokrasiye geçildikten sonra belediye meclislerinin temsil niteliği güçlenmiştir. Seçilmiş belediye başkanları herhangi bir nedenle görevden ayrıldıklarında belediye meclislerinde yapılan ‘başkan vekili’ seçimleri sandıkta çoğunluğu almış siyasi partinin iradesinin yeniden tecelli etmesini mümkün kılıyordu.
Anlattığımız bu duruma yakın tarihten verebileceğimiz çarpıcı bir örnek var. Refah Partili İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan şiir okuduğu için aldığı mahkûmiyet kesinleşip cezaevine girmek durumunda kalınca, 13 Kasım 1998 tarihinde belediye meclisinde yapılan seçimde yerine seçilen Ali Müfit Gürtuna Refah Partisi’nin devamı olan Fazilet Partisi’ni temsil ediyordu.
*
AK Parti döneminde 2005 yılında çıkartılan 5393 sayılı Belediye Yasası da tek parti döneminden gelen bu yöntemi aynen korumuştur. Yasanın 45’inci maddesi çok açık. Buna göre, belediye başkanlığının herhangi bir nedenle boşalması halinde, vali tarafından belediye meclisinin on gün içinde toplanması sağlanıyor.
5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 47’nci maddesi, görevleriyle ilgili bir suç nedeniyle haklarında soruşturma ve kovuşturma açılan belediye başkanlarının İçişleri Bakanı tarafından görevden uzaklaştırılabileceğini belirtiyor.
Dikkatimi çeken nokta, her üçünde de görevden uzaklaştırılmalarına gerekçe oluşturan soruşturma ve kovuşturmaların en azından belli bir bölümünün 31 Mart 2019 tarihinde yapılan yerel seçimden, yani belediye başkanı seçilmelerinden önceki döneme ait olmasıydı.
Örneğin, açıklamanın Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk’le ilgili bölümde, biri 2017 diğeri 2018 yılından iki kovuşturma, 2018 yılından iki soruşturma ve içinde bulunduğumuz 2019 yılından iki soruşturmanın yürümekte olduğunu okuyoruz. Bu yargı süreçleri terör örgütü üyeliği ve terör örgütü propagandası gibi suç isnatlarına dayanıyor. Ayrıca, Türk hakkında İçişleri Bakanlığı tarafından yürütülmekte olan üç ayrı idari soruşturma söz konusu.
*
İçişleri’nin açıklamasında Türk hakkında 2019 yılında açılan iki soruşturmanın başlangıç tarihleri belirtilmiyor. Ancak 2019 öncesindeki soruşturma ve kovuşturmalara baktığımızda karşımıza çıkan çok temel bir mesele var.
Şöyle ki: Ahmet Türk, 31 Mart 2019 yerel seçiminde HDP’den Mardin Büyükşehir Belediye Başkan adayı olduğunda, Mardin İl Seçim Kurulu tarafından yapılan inceleme sonunda adaylığında hukuken bir sorun görülmediği içindir ki seçime katılmasına izin verilmiştir.
Bundan neyi anlamalıyız? İl Seçim Kurulu, Türk’ün adaylığının Anayasa’nın ‘kanunda gösterilen şartlara uygun olma’ koşulunu karşıladığına kanaat getirmiş olmalıdır. Bu şartlar, 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 11’inci maddesinde belirtilen sakıncaları taşımamak şeklinde özetlenebilir. Milletvekilleri için öngörülen sakıncalar yerel yönetim adayları açısından da aynen geçerlidir. Bu madde, dolandırıcılıktan ihaleye fesat karıştırmaya ve terör suçlarına kadar birçok suç kategorisinde ‘mahkûm olmayı’ aday olmaya engel bir durum olarak tanımlıyor.
Anlaşılıyor ki, Mardin İl Seçim Kurulu bu çerçevede yaptığı incelemede hakkında yürümekte olan kovuşturma ve soruşturmalara karşılık, bir mahkûmiyet kararı olmadığı için hukuken bir sorun görmemiş ve dosyayı Ankara’ya iletmiştir. Yüksek Seçim Kurulu da nihai aday listesini yayımlanmak üzere Resmi Gazete’ye gönderince
Bu yazıda dikkat çekilen sahadaki kaygı verici durum dün İdlib’de hareket halindeki Türk Silahlı Kuvvetleri konvoyuna düzenlenen hava saldırısıyla yeni bir eşiğe taşınmıştır.
*
Dünkü hadise İdlib’de bir Türk konvoyunun havadan saldırıya uğraması anlamında bir ilktir.
Esad rejiminin geçen mayıs ayında Rusya’nın açık desteğiyle İdlib’deki radikal gruplara dönük sistematik bir askeri harekâta başlamasından bu yana Türkiye’nin bu bölgedeki askeri üsleri birçok saldırıya hedef olmuştu. Ancak önceki saldırılar topçu ateşi şeklinde gerçekleşmişti. Örneğin, 27 Haziran tarihindeki saldırıda İdlib’in güney kırsalında Zaviye’de bulunan (10) numaralı gözlem noktası Suriye ordusunun topçu ateşiyle vurulmuş, bu saldırıda bir asker şehit olurken, üç asker de yaralanmıştı.
Esad rejiminin bu hareketleri Türk-Rus ilişkilerini her seferinde bir stres testine sokuyordu. Çünkü her olaydan sonra Türkiye, Rusya’dan müttefiki Suriye’yi sahada dizginlemesini talep ediyor, ancak bu girişimler sahadaki davranışları değiştirmiyordu. İstediği takdirde rejimi kolaylıkla etkileyebilecek bir nüfuza sahip olan Moskova’nın bunu yapmak yerine Şam’ın elini serbest bıraktığı anlaşılıyordu. Bu durum Ankara’da -S-400’lerin yarattığı sıcak iklimin gölgesi altında- açıkça dışa vurulmayan bir güven sorununa kaynaklık ediyordu.
Bu sorunun bir benzeri dün sahada çok tehlikeli bir eşikte tekrarlanmış bulunuyor.
Türk askeri konvoyunun Rusya’ya önceden bilgi verildiği halde vurulmuş olması durumu her bakımdan ciddi kılıyor. Milli Savunma Bakanlığı’nın dünkü açıklamasının olayın sorumluluğunu Rusya’ya atfeden bir dille yazılmış olması dikkat çekicidir.
*
Silahlı Suriye muhalefetinin popüler isimlerinden El Sarut’un Türkiye’deki bir hastanede ölmesi ve cenaze namazının Reyhanlı’da kılınmasının İdlib’de sürmekte olan savaşın seyrinde Türkiye’nin konumu açısından taşıdığı bir anlam var. El Sarut’un saflarında savaştığı Ceyş el İzze, Türkiye’nin desteklediği Özgür Suriye Ordusu bileşenlerinden biri. Dolayısıyla, bu tablo Türkiye’nin himayesindeki ÖSO gruplarının İdlib’te sahada rejim ordusu ile birebir çatıştıkları olgusuna kamuoyu nezdinde aleniyet kazandırıyordu.
Bir başka anlatımla, Reyhanlı’daki fotoğraf, buradaki savaşın yalnızca Rusya’nın desteğindeki rejim güçleriyle İdlib’in büyük bir bölümüne hâkim olan ve BM’nin terörist olarak kabul ettiği Heyet Tahrir üş Şam (HTŞ) arasında geçmediğini, pekâlâ Türkiye’nin desteklediği ÖSO’ya bağlı gruplarla rejim arasında da sıcak çatışmaların yaşandığını gösteriyordu.
*
İdlib’deki askeri güç dengesinde beliren bu yeni durum rejimin Rus hava kuvvetlerinin de aktif desteğini alarak 6 Mayıs’tan itibaren İdlib’de başlattığı büyük taarruzun ertesinde ortaya çıkmıştır.
Son günlerde güneydeki kazanımları istisna tutulursa, Esad ordusu geçen üç buçuk ay içinde İdlib’de stratejik dengeyi lehine çevirebilecek bariz bir üstünlük sağlayamamış, hatta ciddi kayıplar da vermiştir.
Suriye ordusu sahada beklemediği kuvvette bir dirençle karşılaşmıştır. Tam bu noktada Türkiye faktörünün de devreye girdiğini söylemek mümkündür. Washington’daki ‘Middle East Institute’ isimli tanınmış düşünce kuruluşunun web sitesinde 1 Temmuz tarihinde çıkan bir yazı bu sürecin dinamiklerinin altını çizmesi bakımından önemliydi.
“Türkiye ve Rusya için İdlib’teki Şiddet Sarmalından Bir Çıkış Yolu” başlıklı yazı Ankara’da iktidara yakın çizgideki SETA Vakfı’nın uzmanlarından Ömer Özkızılcık tarafından kaleme alınmıştır. Özkızılcık’a göre, İdlib’de mayıs ayında başlayan Rusya’nın da rol oynadığı bu harekât karşısında Türkiye geri adım atmamış ve kendi çıkarlarına karşı hareket edilmesinin bir maliyeti olduğunu göstermiştir. Türkiye, muhalif gruplara tanksavar silahları ve Grad füzeleri sağlamış ve böylelikle bu grupların 38 kilometrekare bir alanı ele geçirmelerini de mümkün kılmıştır.
Yazıya göre, Türkiye’nin eğittiği Özgür Suriye Ordusu’na bağlı birçok gruba bağlı bin kadar savaşçı mayıs ayından itibaren Fırat Kalkanı ve Afrin’den gelerek İdlib’de sahaya girmiştir. Bu grupların bir bölümü 2019 başında HTŞ tarafından İdlib’in dışına çıkartılmıştı.
Rapor, ‘güvenli bölge’ gibi bugünün ivedi konularına dönük önlemleri tartışmanın yanı sıra ‘Fırat’ın doğusu’ meselesinin bütününe getirdiği uzun vadeli bakış çerçevesinde bir dizi öneri ortaya atıyor. Bunlar arasında Türkiye’nin PKK’dan kaynaklanan kaygılarına hak veren, bu kaygıların giderilmesi gereğini vurgulayan öneriler olduğu gibi, rapor Ankara’da memnuniyetsizlik yaratacak bazı unsurlar da içeriyor.
Bununla birlikte ICG’nin raporunun önemini şurada görüyorum. ICG, genelde dünyada büyüme eğilimi gösteren sıcak kriz noktalarına eğilen, çözüm önerileri sunan ve genelde tarafsızlığı ile temayüz eden bir uluslararası sivil toplum örgütü.
Bu kuruluşun raporu, ‘Fırat’ın doğusu’ndaki duruma taraf olan bütün aktörlerle yapılan ayrıntılı mülakatlar ve sahada gözlemlere dayandığı için meselenin farklı açılardan çok boyutlu bir röntgenini çekiyor. Ardından bu tespitler üzerinden ilgili bütün tarafların çıkarlarını gözetmeye çalışan bir orta yol formülünün parametrelerini ortaya koymaya çalışıyor.
TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK KAYGILARI KARŞILANMALI
Raporu aktarırken öncelikle vurgulanması gereken bir nokta var. ICG, ABD’nin aracılık edeceği her türlü anlaşmanın Türkiye’nin iki temel kaygısını karşılaması ihtiyacını bir tür önkoşul olarak baştan kayda geçiriyor. Bunlardan birincisi, Türkiye’nin güney sınırında PKK bağlantılı bir devlet yapısının (statelet/devletçik) ortaya çıkmasının önlenmesidir. İkincisi, (PKK’nın Suriye’deki askeri uzantısı olan) YPG’nin Afrin’de Türk görevlilere karşı ya da PKK üzerinden Türkiye’de eylemlerinin engellenmesidir.
Türkiye’nin bu kaygıları giderilirken, YPG’ye de “Kaybetmesi kesin görünen bir savaştan koruma ve arzuladığı ancak sahip olmadığı türde bir uluslararası meşruiyet sağlama” güvencesinin verilmesi görüşünü işliyor ICG raporu.
Şimdi bu anlayış çerçevesinde atılması önerilen somut adımlara geçelim.
YPG, PKK ÜZERİNDEN KONTROLÜ BIRAKMALI
Genel hatlarıyla Fırat’ın Suriye topraklarına girdiği Karkamış’tan itibaren doğuya doğru Irak’a kadar uzanan 430 kilometreye yakın sınır hattının -en azından önemli bir bölümüne- bitişik bir şekilde uzanan bir koridor tasarlanıyor. Bu koridorda Türkiye ile ABD’nin birlikte koordine edip denetleyecekleri bir düzen kurulacaktır. Haberlerde YPG’nin silahlı unsurlarını ve ağır silahlarını bu şeridin uzağına çekeceği belirtiliyor.
Bu düzenleme, uygulamada ABD’nin Türkiye ile PKK’nın Suriye’deki uzantıları olan YPG (askeri kanat) ve PYD (siyasi kanat) arasında bir anlamda tampon işlevi görmesi anlamına gelecektir. ABD’li askerler uygulamayı yürütmek üzere Şanlıurfa’da kurulacak ortak komuta merkezinde Türk subaylarıyla birlikte çalışacaklar, ancak sahadaki durumu konuşmak üzere muhtemelen ayrı bir kanal üzerinden YPG ile de temas edeceklerdir.
ASIL SORU BÖLGENİN NİHAİ STATÜSÜ
Türkiye ile ABD’nin denetleyecekleri bu hat, kısaca ‘Fırat’ın doğusu’ diye adlandırdığımız, Suriye topraklarının yaklaşık üçte birini kaplayan büyük coğrafyanın yüzölçümü olarak çok küçük bir bölümünü oluşturuyor.
Türkiye’nin sınırla ilgili güvenlik kaygılarına ve beklentilerine en ideal çözümün bulunduğu bir senaryoda bile güvenli bölge dışında Fırat’ın doğusunda yayılan bu coğrafyanın Suriye’nin geleceğinde nasıl bir statüye oturacağı bugün için bir büyük sorudur.
REJİM FIRAT’IN DOĞUSUNA GEÇEMEYİNCE
‘Fırat’ın doğusu’ dediğimiz alanı bir üçgen gibi düşünelim. Bu üçgenin üst kenarını 430 kilometreye yaklaşan Türkiye sınırı oluşturuyor. Üçgenin kuzeydoğu noktasından güney istikametinde aşağı inen kenarı ise Irak sınırını çiziyor. Silopi’nin hemen güneyinden başlayan ve Fırat’ın Irak sınırına vardığı Al Qaim’e kadar inen bu kenarın uzunluğunu kaba bir hesapla 360 kilometre olarak tahmin edebiliriz.
Üçgenin Al Qaim’den başlayıp kuzeybatıya doğru Türkiye’ye kadar çıkan diğer kenarı Fırat Nehri boyunca uzanıyor. Girintili çıkıntılı bir güzergâh izlediği için uzunluğunu hesaplayabilmek zor ama çok kaba bir hesapla 500 kilometre gibi bir tahmin yapabiliriz. Karkamış ile Al Qaim arası düz bir çizgi halinde kuş uçuşu 380 kilometre tutuyor.
Bu zamanlamada çarpıcı görünen bir gelişme, Türkiye’nin S-400’ler nedeniyle ABD ile sıkıntı yaşadığı bir sırada Fransa’nın Türkiye’ye hava savunmasını desteklemek üzere bir SAMP-T bataryası gönderme hazırlığıyla meşgul olmasıdır. Zaten Kahramanmaraş’ta İtalyanlar yine SAMP-T sistemi, Adana’da ise İspanyollar bir Patriot bataryasıyla NATO dayanışması çerçevesinde Türkiye’nin hava savunmasına destek vermeye devam ediyorlar.
*
ABD ve Avrupa cephelerinde ortaya çıkan bu farklı tutumlar Türkiye açısından Batı politikasında üzerinde durulması, değerlendirilmesi gereken bir duruma işaret ediyor. Aslında S-400 sonrası dönemde Avrupa ile ilişkilerin seyrinin Türkiye için ayrı bir önem kazandığını söyleyebiliriz.
Bunun başlıca nedeni, S-400’lerin sembolize ettiği Rusya ile yakınlaşma sürecinin Türk dış politikasının ayarlarında doğurması muhtemel sonuçlarla yakından ilgilidir. ABD ile ilişkilerin gündemi Fetullah Gülen sorunu ve Suriye’de Fırat’ın doğusuyla ilgili sürmekte olan belirsizliklere, rahatsızlıklara ek olarak şimdi de S-400’ler nedeniyle içinden çıkılması, idare edilmesi iyice zorlaşan bir nitelik kazanmaktadır.
Dikkat edilmesi gereken bir başka alan, Rusya ile girilen yakınlaşmanın -Türkiye açısından enerji alanında bu ülkeye dönük bağımlılıkla da birleştiğinde- Ankara ile Moskova arasındaki ilişkinin dengesini nasıl etkileyeceğidir. Buradaki ayar Türkiye’nin elinin Rusya karşısında zayıflayacağı bir çizgiye kaymamalıdır.
ABD ve Rusya cephelerindeki bütün ihtimaller hesaba katıldığında, Türk dış politikasının belli bir dengede yürütülebilmesi bakımından Avrupa faktörü bir emniyet supabı işlevi görebilecektir. Özellikle ABD ayağının belirsizlik göstermesi gerçeği karşısında Türkiye’nin Batı dünyasıyla bağlantısını koruyabilmesinde Avrupa ayağının güçlü tutulması elzemdir.
*
Bu noktada Ankara cephesinde en azından söylem düzeyinde son dönemde Avrupa’ya gönderilen bazı mesajlar bu yöndeki bir arayışın ifadesi olarak alınabilir mi?
En baştan belirtelim, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın S-400 kararını tek bir faktör ile açıklamak yerine, birden çok düşünce, saik ve siyasi hesabın bileşkesi olan bir hamle olarak görmek gerekiyor.
*
Türkiye 2015 yılı kasım ayında bir Rus savaş uçağını düşürdüğü için bu hadisenin sonrasında Rusya ile ilişkiler ciddi ekonomik sonuçlara da yol açacak şekilde dibe vurmuştu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2016 Haziran ayında Rusya lideri Vladimir Putin’e bu konuda gönderdiği mesajla attığı adımdan sonra, S-400 dosyasını ilişkilerin normalleşmesinin önünü açacak bir anahtar olarak da kullanmıştır.
Erdoğan, aynı zamanda Suriye denkleminde siyasi ve askeri anlamda daha geniş bir hareket alanı kazanabilmek için de Rusya ile işbirliğini stratejik bir ihtiyaç olarak görmüştür. S-400 projesi ilişkilerdeki normalleşmeyle birlikte bu işbirliğinin kapısını da aralamıştır. Bugün Suriye konusunda uluslararası alanda başat işbirliği formatı olan, Türkiye, Rusya ve İran’ın bir araya geldiği Astana mekanizmasının 2017’de kurulduğunu unutmayalım. Bu formatın ortaya çıkışıyla S-400 alımının kuvveden fiile çıkması birbirine paralel yürümüş eşzamanlı süreçlerdir.
*
S-400’lerin gelişinden söz ediyorsak, bu gelişmenin Amerikan sisteminin himayesindeki Fetullah Gülen’den kaynaklanan 15 Temmuz darbe girişimi ile olan bağlantısı da vurgulanmalıdır. Bu kalkışma, Erdoğan’ın tehdit algılarını köklü bir şekilde sarsmış, tehdit sıralamasında ABD’nin yerini yukarı doğru çekmiştir. Aslında 2020 ilkbaharı için tasarlanan S-400’lerin teslimatının darbe girişiminin 15 Temmuz’un üçüncü yıldönümüne denk gelecek bir zamanlamayla öne alınması, Erdoğan açısından -bu darbede taşıdığını düşündüğü sorumluluk nedeniyle- ABD’ye verilen bir yanıt da olmaktadır.
Buradaki tehdit algısını, ABD’nin PKK’nın uzantısı YPG’yi IŞİD’e karşı Suriye’de müttefiki seçerek askeri açıdan güçlü bir ordu haline getirmesinin Ankara’da yarattığı kaygılarla, ABD’nin Fırat’ın doğusunda bir Kürt devleti kurmak istediği yolundaki tehdit okumasıyla birleştirmek gerekiyor. Erdoğan’ın Suriye konusunda “Tehdit öncelikle stratejik ortaklardan geliyor” şeklindeki sözleri (NTV, 21 Nisan 2018) bu bağlamda hatırlatılabilir.
*