Sedat Ergin

En zor soru: Çözüm olursa İdlib’deki teröristler nereye gidecek?

3 Ekim 2019
Dünkü yazımız, Hatay’ın yanı başındaki İdlib’de -yabancı savaşçılar da dahil- ‘terörist’ kategorisindeki grupların varlığı nedeniyle Türkiye’nin küçük ölçekte bir Afganistan realitesi ile sınırdaş hale geldiğini anlatıyordu. Bugün bu realitenin röntgenini daha detaylı bir şekilde çekmeye çalışalım.

Önce sayıyla başlayalım. İdlib’de kümelenmiş olan El Kaide türevi terörist grupların sayısı konu olduğunda herkesin ayrı bir tahmini var.

Örneğin Rusya’ya bakarsanız, bugün İdlib’deki terörist sayısı 50 bin dolayındadır. Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın sözcüsü Mariya Zaharova, 13 Eylül tarihindeki açıklamasında bu sayıyı telaffuz ederek, bunların çok iyi silahlanmış tecrübeli teröristler olduğunusöylemişti.

Buna karşılık, dünkü yazımızda yer verdiğimiz, BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan El Kaide ve DEAŞ’a ilişkin 15 Temmuz 2019 tarihli raporda bunun çok altında bir rakam yer almıştı. BM raporundaki değerlendirmede El Kaide’nin Suriye’de kurduğu El Nusra’nın içinden yeni bir kimlikle çıkan Heyet Tahrir eş Şam’ın (HTŞ) militan sayısı 12 bin-15 bin aralığı, halen El Kaide’den talimat almaya devam eden Huraseddin’in (Huras el Din) askeri gücü ise 1.500-2 bin aralığında gösterilmişti.

Geçen hafta sonuna kadar ABD Genelkurmay Başkanlığı görevini yürüten Orgeneral Joseph Dunford ise geçen yıl yaptığı bir açıklamada, ‘İdlib’deki militanlar’ın sayısını ‘20-30 bin’ arasında vermişti.

*

Akademik dünyada bu konuda Türkiye’nin en önemli uzmanlarından biri kabul edilen Doç. Serhat Erkmen’in değerlendirmesine başvurursak, HTŞ’nin silahlı kadrolarının sayısı için 18-20 bini makul bir aralık olarak görmek gerekiyor. Doç. Erkmen, Huraseddin için sayıyı, bu örgütle birlikte hareket eden bazı küçük grupları da eklediğinde 3 bin 500-4 bin aralığında tahmin ediyor.

El Kaide türevi bu grupların toplamı alındığında en çok 24 bin gibi bir eşiğe geliniyor. Aslında bu sayı, BM Güvenlik Konseyi’nin yayımladığı raporda HTŞ için öngörülen 12-15 bin ve Huraseddin için 1.500-2 bin tahmininin biraz üstünde görünüyor.

Doç.

Yazının Devamını Oku

Sınırımızda bir küçük Afganistan mı?

2 Ekim 2019
Bundan bir ay önce 31 Ağustos günü Hatay’ın yanı başındaki İdlib’de herkesi şaşkınlığa sokan bir hadise yaşandı. İdlib, Rusya-Suriye ittifakı ile cihatçı gruplar arasında bir çatışma bölgesi olarak görülürken, hiç hesapta olmayan bir şekilde birden ABD sahneye çıktı ve El Kaide’nin buradaki merkezlerinden birini havadan vurdu.

ABD’nin bu hava saldırısında El Kaide’nin Suriye’deki temsilcisi olan Huras el Din başta olmak üzere bazı cihatçı gruplardan 40 militanın öldüğü bildirildi. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, daha sonraki bir raporunda ölü sayısının 51’e yükseldiğini, bunlardan 24’ünün lider kadrolarından olduğunu kaydetti.

ABD’nin hava saldırısı, Huras el Din’in İdlib şehir merkezinin yedi kilometre kadar kuzeydoğusunda Kfarya yerleşimindeki bir eğitim merkezi ile harekât karargâhını hedef aldı. Saldırının ardından sosyal medyaya düşen bazı görüntülerde dümdüz olmuş bazı binaların enkazını görmek mümkün.

*

Aradan bir ay geçmesine karşılık bu saldırı üzerindeki sır perdesi hâlâ aydınlanmış değil. Örneğin, ABD’nin bu saldırıyı bölgedeki bir ülkeden ya da uçak gemisinden havalandırdığı uçaklarla mı yoksa denizaltı ya da gemilerden fırlattığı seyir füzeleri ile mi gerçekleştirdiği bilinmiyor.

ABD’nin Ortadoğu’dan da sorumlu olan Merkez Komutanlığı (Central Command), saldırıdan sonra bir açıklama yaparak, İdlib’in kuzeyindeki bir tesiste Suriye’deki El Kaide örgütünün liderliğini hedef alan bir hava saldırısının gerçekleştirildiğini duyurdu. Tesisin ortadan kaldırıldığı belirtilen metinde, operasyonla ilgili hiçbir ayrıntı verilmedi.

Açıklamada “Kuzeybatı Suriye’nin, El Kaide/Suriye liderleri için bütün bölge ve Batı’ya dönük terör faaliyetlerini aktif bir şekilde koordine edebildikleri güvenli bir barınma yeri olmaya devam ettiği” tespitinin yapılması dikkat çekiciydi.

*

İlginç bir nokta, bu saldırı nedeniyle Rusya Savunma Bakanlığı’nın ABD’yi aralarındaki mutabakatları ihlal etmekle suçlayıp, aynı zamanda İdlib’deki ateşkesi tehlikeye attığını söylemesiydi. Açıklamaya göre, Amerikalılar operasyonla ilgili olarak ne Rusya ne de Türkiye’yi önceden uyarmıştı.

Yazının Devamını Oku

Suriye politikasında muhasebe yapma gereği

1 Ekim 2019
Geçen cumartesi gününü İstanbul’da CHP’nin düzenlediği Uluslararası Suriye Konferansı’nda geçirdim. Konferans Suriye’deki gelişmeleri yakından izlemeye çalışan bir gazeteci olarak benim için zengin bir bilgi laboratuvarı oldu.

Suriye’deki krizin tarihçesi, bugün uluslararası politikada geldiği karmaşık durum, Türkiye ve bölgeye dönük yarattığı riskler ve bu arada mültecilerle ilgili sorunlar üzerinde ilginç sunumlara, tartışmalara tanıklık ettim.

En çok etkilendiğim sunumlardan birini Türkiye’deki Suriyeli çocuk işçilerin emek pazarındaki durumu üzerinde Evrensel gazetesinden meslektaşımız Ercüment Akdeniz’in yaptığını özellikle belirtmeliyim.

Suriye üzerine stratejik hesaplar, diplomatik hamleler, sahadaki askeri çatışmaların dinamikleri üzerine bir dizi konuşmayı izledikten sonra sahnedeki yansıda krizin insani yönünü gösteren çarpıcı bir tabloyla karşılaştık. Bu sarsıcı fotoğrafta, İstanbul’da ayakkabı atölyelerinde karın tokluğuna çalışmak zorunda kalan Suriyeli küçük çocukların bütün gün makasla deri kestikleri için parmaklarında meydana gelen deformasyonu görüyorduk. Suriye krizi en çok çocukları vuruyor.

*

Davet sahibi olduğu için konferansta CHP’nin tuğrasının kuvvetli bir şekilde hissedilmesi kaçınılmazdı. Bu arada eski Dışişleri Bakanı ve TBMM Başkanı Hikmet Çetin’in ‘akil adam’ kimliğiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika gelenekleri üzerinden Suriye krizi ve izlenen politikalar üzerine yaptığı değerlendirme gerçekten dinlemeye değerdi.

CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında “Suriye’nin barışı ile Türkiye’nin huzurunun iç içe geçmiş olduğu” yolundaki sözleri herkesin üzerinde birleşeceği bir doğruyu ortaya koydu. Barış temasının ön planda olduğu bu konuşmasında Kılıçdaroğlu,Ankara ile Şam arasındaki yolun barışa giden en kestirme yol olduğunu” belirterek, Suriye’deki meşru hükümetle diyaloğun kurulması beklentisini kayda geçirdi.

Bu arada, gerek İdlib gerek Fırat’ın doğusundaki sorunların çözümü için Türkiye’nin bir an önce Esad rejimi ile ilişkilerini normalleştirmesi gerektiği tezinin konferansta çok geniş bir destek bulduğunu vurgulamalıyız.

Kuşkusuz, Suriye krizinde girilen kritik kavşakta BM’nin ülkenin meşru temsilcisi olarak tanıdığı

Yazının Devamını Oku

Terör propagandası ile ifade özgürlüğü arasındaki sınır nereden geçer?

28 Eylül 2019
Dünkü yazımız Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) ‘hak ihlali’ kararı sonrasında, birinci derece mahkemelerin 2016 başında güneydoğudaki olaylarla ilgili “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalayan akademisyenler hakkında “terör örgütü propagandası” iddiasıyla açılan davalarda vermekte oldukları beraat kararlarını konu alıyordu.

AYM’nin bu kararı, ‘terör propagandası’ suçlamaları karşısında Türkiye’de ifade özgürlüğünün sınırlarını özgürlükçü bir anlayışla kuvvetli bir şekilde tanımlamış olması bakımından büyük önem taşıyor.

*

Yüksek mahkeme, aslında bu yöndeki içtihadını 9 Mayıs 2019 tarihli ‘Ayşe Çelik Kararı’yla önemli ölçüde ortaya koymuştu. Hatırlayalım, Beyazıt Öztürk’ün ünlü ‘Beyaz Show’ programına 8 Ocak 2016 akşamı Diyarbakır’dan canlı yayında bağlanan öğretmen Ayşe Çelik, Türkiye’nin doğusunda, güneydoğusunda meydana gelen çatışmaları gündeme getirerek, bu olaylara sessiz kalınmamasını istemiş İnsanlar ölmesin, çocuklar ölmesin, anneler ağlamasındiye konuşmuştu.

Ayşe Çelik, bunun üzerine ‘terör örgütünün propagandasını’ yaptığı iddiasıyla yargılanmış, 1 yıl 3 aya hapse mahkûm olup cezaevine girmişti. AYM İkinci Dairesi, 9 Mayıs 2019 tarihinde aldığı kararında Ayşe Çelik’in mahkûmiyetinde ‘hak ihlali’ bulmuştu.

Bu bir daire kararıydı ve bu bölümdeki beş üyenin oybirliğine dayanıyordu. Buna karşılık, ‘barış akademisyenleri’ ile ilgili kararında, AYM’nin toplam 16 üyesinin katılımıyla aldığı bir genel kurul kararı söz konusudur. Oylama sonucu 8/8 olsa da, ‘İhlal var’ diyen Başkan Prof. Zühtü Arslan’ın oyu eşitlik halinde çift sayıldığı için karar ihlal yönünde çıkmıştır.

Son tahlilde AYM, ‘Ayşe Çelik Kararı’nda ortaya koyduğu içtihadı bu kez bir genel kurul kararına dönüştürerek daha kuvvetli bir çerçeveye yerleştirmiş olmaktadır.

*

Kararın dikkat çekici bir tarafı, AYM’nin akademisyenler bildirisine katılmadığını eleştirel ifadeler kullanarak kayda geçirmesidir. “

Yazının Devamını Oku

‘Barış akademisyenleri’ne beraat süreci hızla ilerliyor

27 Eylül 2019
TÜRKİYE’de yargı alanında son yılların tartışmasız en önemli gelişmelerinden biri, geçen temmuz ayı sonunda Anayasa Mahkemesi’den (AYM) ‘barış akademisyenleri’ hakkında çıkan “Zübeyde Füsun Üstel ve diğerleri başvurusu” kararıdır.

AYM’nin bu kararı, 2016 başında Türkiye’nin doğusu ve güneydoğusunda terörle mücadele operasyonları sırasında sokağa çıkma yasakları ve çatışmaların durdurulması için devlet güçlerine eleştirel bir dille çağrıda bulunan akademisyenlerin durumunu konu alıyor. AYM, bu yöndeki bildiriyi imza atanların mahkûm edilmesinde ‘hak ihlali’ görmüştür.

Bildiri 11 Ocak 2016 tarihinde ilk açıklandığında 1.128 akademisyenin imzasını taşırken, bu sayı daha sonra katılanlarla birlikte aynı ayın sonunda 2 bin 212’ye ulaşmıştı.

*

İlginç olan, AYM üyelerinin bu kararda 8 lehte, 8 aleyhte olmak üzere ikiye bölünmesi, ancak eşitlik halinde başkanın oyu iki oy sayıldığından, başkan Prof. Zühtü Arslan’ın ‘hak ihlali’ yönündeki oyunun dengeyi ihlale çevirmiş olmasıdır.

AYM kararının önemi, bildirinin içeriğinin “tek yanlı” ve “Toplumun büyük çoğunluğu bakımından kabul edilemez” bulunmasına, ifade edilen görüşlerin “paylaşılmadığı”nın vurgulanmasına karşılık, yine de imzacıları cezalandırmanın Anayasa’da güvence altına alınmış olan ifade özgürlüğünün ihlalini oluşturduğu hükmüne varılmasıdır.

*

AYM kararı iktidar ve iktidarı destekleyen çevrelerde eleştirilere yol açmıştır. En sert eleştirilerden biri “Hainlerle ilgili hak ihlali kararı verenler maşeri vicdanda vebal altındadır” diyen MHP Lideri Devlet Bahçeli’den gelmiştir. Bahçeli, “mahkemelerin AYM kararına riayet etmemesinin adaletin ruhuyla çelişmeyeceğini” belirterek, mahkemelerin karara uymamaları beklentisini de açıklamıştı. (8 Ağustos)

Ve eylül ayı başında yeni adli yılın açılmasıyla birlikte, bütün gözler barış imzacılarıyla ilgili yüzlerce davaya bakmakta olan mahkemelerin AYM kararının ardından nasıl bir uygulamaya yönelecekleri sorusuna çevrilmişti.

Yazının Devamını Oku

Cumhuriyet davası bize Türk yargısı hakkında ne söylüyor?

26 Eylül 2019
CUMHURİYET gazetesi davası Türkiye’de bugün yargının içinde bulunduğu durumu değerlendirebilmek, yargının muhtelif kademelerinin işleyişinin bir röntgenini çekebilmek bakımından örnek bir vaka olarak karşımıza çıkıyor.

Bu vakada bir soruşturmanın açılması ve iddianamenin hazırlanması, ardından birinci derece mahkemedeki yargılama ve bunu izleyen bölge adliye mahkemesindeki istinaf aşamasına kadar bir dosyanın ele alınışında geçerli olan ölçüleri kademe kademe analiz edebilmek mümkündür.

Ve bütün bu süreçlerin vardığı son durak olan Yargıtay’da dosyanın akıbeti açısından oldukça ağır bir sonuç söz konusudur. Çünkü Yargıtay, bütün bu aşamalarda delil değerlendirmesinde “yanılgıya düşüldüğüne” hükmetmiştir.

*

Soruşturmanın başlangıcından yola çıkalım. 2016 yılında başlatılan soruşturma, çıkış noktası olarak Cumhuriyet gazetesinde 2013 yılındaki yönetim değişikliğiyle birlikte gazetenin yayın politikasının değiştiği ve bu yayın organının terör örgütlerine, bu çerçevede FETÖ’ye de yardım eden bir çizgiye kaydığı iddiası üzerine kuruluydu.

Galiba bu davanın temel sorunu daha ilk günden itibaren ciddi bir inandırıcılık sorunuyla malul olmasıydı. Ortaya atılan iddialar birçok durumda mantığa, hayatın akışına ters düşüyordu; FETÖ’ye karşıtlıklarıyla bilinen bazı gazetecilerin bu örgütü desteklemekle suçlanması gibi... Yaşamı boyunca sağduyunun sesi olmuş, mutedil çizgisinden hiçbir zaman ayrılmamış Orhan Erinç gibi duayen bir gazetecinin terör örgütlerini desteklemekle suçlanıp sanık haline getirilebilmesinde ters giden bir şey vardı. Gazetenin muhasebe servisinin elemanları bile terör örgütünü desteklemekle suçlanıyordu.

Davanın daha baştan sakatlandığı önemli bir nokta, soruşturmayı yürüten savcı Murat İnam’ın bizzat kendisinin FETÖ’dan sanık olarak soruşturulduğunun ortaya çıkmasıydı. Yani FETÖ şüphelisi olan bir savcı, Cumhuriyet mensuplarını FETÖ’ye yardımcı olmakla suçluyordu. Dönemin Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın da bu duruma tepki göstermesinden sonra iddianame sonuçlandığında, altında İnam’ın değil, soruşturmaya son aşamada dahil olan savcıların isimleri vardı. Ancak bu durum, soruşturmanın ve bunun sonucu şekillenen, 326 sayfa tutan iddianamenin büyük ölçüde İnam’ın eseri olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

*

Yargılamanın 24 Temmuz 2017 tarihinde İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlamasının bir sonucu, peyderpey tutuklu 12 Cumhuriyet’çinin tahliyesini beraberinde getirmiş olmasıdır. Gelgelelim, delillerin problemli durumu yargılamada ortaya konmuş olsa da, mahkeme heyeti 25 Nisan 2018 tarihindeki kararında savcılık makamı tarafından ileri sürülen iddialara büyük ölçüde itibar edip 18 sanıktan 15’ini değişen sürelerle hapis cezasına çarptırmıştır. Verilen cezalardaki oybirliği yalnızca bir sanığın durumunda oy çokluğuna dönüşmüştür. Özetle, üç kişilik mahkeme heyetinde önemli ölçüde bir mutabakat söz konusudur.

Yazının Devamını Oku

Cumhuriyet davasında cezaevinde yatanların günahı neydi?

25 Eylül 2019
“GÖKYÜZÜNÜ bizden sakladılar” diye söze giriyor Cumhuriyet’in eski genel yayın yönetmeni Murat Sabuncu. Kastettiği olay, Cumhuriyet davasından tutuklandıktan sonra konduğu Silivri Cezaevi’nde, hücresinin açıldığı havalandırma avlusunun üzerine bir tel örgü çekilmesiydi. “Avluda başımızı yukarı doğru çevirdiğimizde gökyüzüyle aramıza bu tel örgü giriyordu” diye anlatıyor.

Şimdi cezaevi günlerini hatırladığında, ona en çok dokunan durumlardan biri hücrede çiçek, bitki yetiştirmelerinin de yasak olmasıydı. Ona hücrede hayata dokunduğu hissini veren tek şey, yağmur yağdığında camı açıp parmaklıkların arasından yağmur damlalarına dokunabilmekti.

*

Murat Sabuncu, Cumhuriyet davasında tutuklanan, hayatının bir bölümünü demir parmaklıklar arkasında geçirmek zorunda kalan ve hakkında terörden verilen mahkûmiyet kararı geçenlerde  Yargıtay tarafından bozulan sanıklardan yalnızca biridir.

Sabuncu, bu soruşturmanın diğer sanıklarının çoğuyla birlikte 31 Ekim 2016 tarihindeki operasyonda sabah saatlerinde evinde gözaltına alınmış ve 5 Kasım 2016 tarihinde tutuklanarak Silivri’ye sevk edilmiştir. 5-11 Kasım 2016 tarihleri arasında ilk dalgada toplam 10 Cumhuriyet mensubu tutuklanmış, daha sonraki iki tutuklamayla bu sayı 12’e çıkmıştır.

Tutuksuz 5 şüpheli ve Cumhuriyet mensubu olmadığı halde bu soruşturmaya eklenen bir şüpheliyle birlikte toplam sanık sayısı 18’e yükselmiştir. Hazırlanan iddianamede Cumhuriyet mensuplarına ‘silahlı terör örgütüne -üye olmamakla birlikte- yardım etme’ suçlaması yöneltilmiştir. Terör örgütleri arasında FETÖ, PKK ve DHKP-C sıralanmıştır.

*

FETÖ’ye yardımcı olmakla suçlananlar arasında Hikmet Çetinkaya gibi gazetecilik ve yazarlık kariyerinin en önemli uğraşlarından biri olarak Fetullah Gülen ve başında bulunduğu örgütle mücadele etmekle temayüz etmiş bir isim de vardı.

Ve kamuoyundan

Yazının Devamını Oku

Soçi Mutabakatı’nın bir yılı: Uygulaması sorunlu, vazgeçilmesi zor

21 Eylül 2019
ÜÇLÜ Ankara zirvesinin hemen sonrasına rastlayan geçen salı günü, 17 Eylül 2018 tarihinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin’in Soçi kentinde İdlib’de ateşkes rejimi uygulanmasına ilişkin 10 maddelik mutabakat metnini imzalamalarının tam birinci yıldönümüydü.

Bu vesileyle Soçi Mutabakatı’nın bir yıllık uygulamasının genel bir değerlendirmesini yaparsak bardağın hem boş hem de dolu taraflarının olduğunu söylememiz gerekiyor.

Boş tarafından başlarsak, mutabakatın bazı kilit maddelerinin uygulamaya konamadığını belirtmeliyiz. Örneğin, belgenin İdlib ‘gerilimi azaltma bölgesi’nin iç çeperinde 15-20 kilometrelik bir ‘silahsızlanma bölgesi’nin kurulmasının ardından, radikal terörist grupların ve ağır silahların bu bölgeden çıkartılmasını öngören maddeleri (5. ve 6. maddeler) hayata geçirilememiştir. Geride bıraktığımız aylarda İdlib’in güneyinde yaşanan çatışmalarda silahlı muhalif grupların –Han Şeyhun’u kaybetseler de- silahsızlanma bölgesinin içinden Suriye ordusuna kafa tutabilecek bir askeri yeteneğe sahip olduklarına hep birlikte tanıklık ettik.

Keza, hedeflenen çatışmasızlığın sağlanmasıyla birlikte Halep’i Şam’a bağlayacak M5 ve Halep’i Akdeniz kıyısındaki Lazkiye’ye bağlayacak M4 otoyollarının trafiğe açılması (8. madde) mümkün olmamıştır.

*

Söz konusu maddelerin hayata geçirilmesi önemli ölçüde Türkiye’nin üzerine düşen bir sorumluluktu.

Buna karşılık, mutabakatın Moskova’nın sorumluluğuna giren “Rusya’nın İdlib’de askeri operasyonlar ve saldırılardan kaçınılması için gerekli önlemleri alacağı ve mevcut statükonun korunacağı” yolundaki maddesinin sahaya yansıması da çok sorunludur. Bu madde, başlangıç döneminde pekâlâ uygulanmış, ancak sonradan gevşemiş, bazı dönemlerde -örneğin geçen mayıs ayından sonraki hadiselerde görüldüğü gibi- hiç uygulanmamıştır. Hatta Rusya, Esad ordusunun İdlib’in güneyinde gerçekleştirdiği harekâta savaş uçaklarıyla kuvvetli bir destek vermiştir.

Görülmüştür ki, Rusya istediği zaman Suriye’yi pekâlâ frenliyebilmekte, bazen de serbest bırakabilmektedir. Bu noktada vahim olan, Rus ve Suriye hava kuvvetlerinin İdlib’de hastane ve okul gibi çatışma dışı bırakılması gereken pek çok yeri de bombalamış olmalarıdır.

*

Yazının Devamını Oku