Muhtemeldir ki, bu yazı gazete baskıya girdiğinde, ardından bu sabah okurlarla buluştuğunda, sahadaki durumda - yazının tasarlandığı ana kıyasla- birçok değişiklik meydana gelmiş olacaktır.
*
Ancak yazının kaleme alınmasından önceki 24 saat içinde bu coğrafyadaki güç dengesinde majör bir değişikliğin meydana geldiğini öncelikle hesaba katmalıyız. Suriye ordusu, Esad rejiminin 2012 yılında stratejik bir kararla Fırat’ın doğusundan çekilmesinden tam yedi yıl sonra yeniden bu bölgede -bazı noktalarda- bayrağını göstermekteydi. Rejim bölgeye dönmüştü.
Bu değişimi bir artçı uzantısı olarak tetikleyen ana hamle ise Türkiye’nin geçen çarşamba günü başlattığı sınır ötesi askeri harekat olmuştu. Türkiye’nin hamlesinin sonucu sınıra bitişik iki önemli yerleşim merkezi olan Resülayn ve Tel Abyad, büyük ölçüde Türk Silahlı Kuvvetleri ve destek verdiği Suriye Milli Ordusu’nun (Özgür Suriye Ordusu/ÖSO’nun devamı) kontrolüne geçmiş bulunuyor.
Bu çerçevede Halep’i Irak’a bağlayan, Türkiye sınırına yaklaşık 30 kilometre paralel giden M-4 karayolu üzerindeki geniş bir alan da artık Türkiye’nin denetimindedir. Bir başka anlatımla, Türkiye, Fırat’ın doğusundaki en stratejik güzergahın belli bir kesitini kontrolünde tutuyor.
Buna karşılık, Türkiye’nin M-4 karayolunda tuttuğu alanın doğu sınırının biraz ilerisindeki Tell Tamir yerleşimi (Resulayn’ın güneyine düşüyor) dün itibarıyla rejim ordusunun kontrolüne geçmişti. Keza, M-4 üzerinde Türkiye’nin kontrol alanının batısında yer alan Ayn İsa kasabasında (Tel Abyad’ın güneyine düşüyor) dün rejim ordusunun çektiği Suriye Arap Cumhuriyeti bayrağı asılıydı.
Ve sahadaki duruma bakıldığında, Türkiye’nin araya çektiği set nedeniyle, rejim güçlerinin M-4 karayolu üzerinde Ayn İsa’dan doğu istikametinde Tell Tamir’e doğrudan bağlanma imkanı ortadan kalkmıştı.
*
Fırat’ın doğusundaki hava sahası üzerinde tasarruf hakkına ABD değil, yalnızca Esad rejiminin sahip olduğunu kuvvetli ifadelerle vurgulayan bu açıklama sizce kime ait olabilir?
Yanıt: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan...
Erdoğan, açık bir dille Fırat’ın doğusunda hava sahasını ABD değil, rejimin kontrol etmesi gerektiğini söylüyor.
Cumhurbaşkanı’nın ‘Barış Pınarı’ harekâtının başlamasından, yani Türk savaş uçaklarının Suriye hava sahasına girmesinden 24 saat kadar önce sarf ettiği bu sözleri, geçen salı günü Belgrad’dan dönerken uçakta gazetecilere yaptığı açıklamadan aynen aktarıyorum.
*
Erdoğan rejimin hava sahası üzerindeki tasarruf yetkisini vurguladığına göre, bu kabul mantıksal olarak Türkiye’nin Şam’daki rejimle ilişki kurması gerektiği yolundaki tezleri güçlendirmez mi? İlginç nokta tam burada geliyor. Çünkü Erdoğan iki taraf arasında zaten ilişki olduğunu söylüyor... Bakın ilişkinin sürdüğünü Cumhurbaşkanı nasıl açıklıyor:
“Suriye’de rejimle ilişkilerimizi Rusya üzerinden sürdürüyoruz”.
Aslında
Türkiye’nin ordusuyla kendi sınırları dışına çıktığı müdahaleler konu olduğunda, 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı, 1991’deki Birinci Körfez Savaşı sonrasında Irak’ın kuzeyinde gerçekleştirilen sayısız askeri operasyon ve yakın zamanlarda Suriye sınırları içinde girişilen ‘Fırat Kalkanı’ ve ‘Zeytin Dalı’ gibi harekâtlar hemen akla geliyor.
Ancak önceki gün başlayan harekâtı diğerlerinden ayıran birçok yönü var. Bir kere, askeri faaliyetin Fırat’ın doğusunda Irak sınırına kadar uzanan 440 kilometrelik bir alan üzerinde icra edildiğini hesaba katarsak, ‘Barış Pınarı’ genişlik itibarıyla en yaygın harekât olarak görülebilir.
Ayrıca unutmayalım ki, harekat Ortadoğu coğrafyasının Irak’ı Akdeniz’e bağlayan son derece hassas bir stratejik koridoru üzerinde gerçekleşiyor. Ortadoğu’da çıkarı, hesabı olan sayısız aktörün doğrudan ya da dolaylı sahada olduğu bir coğrafyadan söz ediyoruz. Buradaki jeopolitik denklemi etkileyen her hareketin, her değişimin büyük bir sarsıntı yaratması eşyanın tabiatı gereğidir. Bu yönüyle, TSK’nın yürütmekte olduğu operasyon uluslararası politikanın şu an itibarıyla en önemli konusudur.
*
Bu harekât, öncelikle Suriye sınırını terör örgütü PKK’nın bu ülkedeki temsilcisi olan PYD/YPG oluşumundan arındırmayı hedefliyor.
Terör gerekçesine paralel giden ikinci bir hedef daha var. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, önceki gün Sırbistan’dan dönerken gazetecilere yaptığı açıklamada “Niyetleri Fırat’ın doğusunda bir terör devleti kurmaktır” diyerek, bu yönde gayretlere girenlere “müsaade edilmeyeceğini” belirtmiştir.
Cumhurbaşkanı’nın sözleri harekâtın ikinci hedefinin altını çiziyor. Bu sözlerin altında yatan stratejik saik, Suriye’nin kuzeyinde ABD’nin himaye ettiği PYD/YPG’nin kontrolündeki bir devlet yapılanmasının önlenmesidir.
Burada ilginç bir paradoks karşımıza çıkıyor. Harekât, ilk bakışta
Trump, 26 Temmuz 2018 tarihinde Twitter üzerinden yaptığı bir paylaşımda, “ABD, harika bir Hıristiyan, aile babası ve müthiş bir insan olan pastör Andrew Brunson’ın uzun süreli tutukluluğu nedeniyle Türkiye’ye büyük yaptırımlar uygulayacak. (Brunson) Büyük acı çekiyor. Bu masum inanç adamı derhal serbest bırakılmalı” dedi.
ABD Hazine Bakanlığı, kısa bir süre sonra 1 Ağustos 2018 tarihinde Adalet Bakanı Abdulhamit Gül ile İçişleri Bakanı Süleyman Soylu hakkında alınacak önlemleri duyurdu. Dolar kuru o gün 5 TL’yi geçti.
Trump, 10 Ağustos 2018 tarihinde ikinci bir tweet mesajı atarak, “Türkiye’den çelik ve alüminyum ithalatında gümrük vergisi oranının iki katına çıkartılmasına onay verdiğini” açıkladı ve ekledi: “Para birimleri olan Türk Lirası, güçlü dolarımız karşısında hızla değer kaybediyor. Türkiye ile ilişkilerimiz şu anda hiç iyi değil...”
Trump’ın sözünü ettiği gümrük vergisi yaptırımları 13 Ağustos tarihinde uygulamaya konduğunda dolar kuru tarihinin en yüksek noktası olan 7.2 TL’yi gördü. Sonrasındaki süreçte Trump’ın attığı bu adımların Türk ekonomisi üzerinde yol açtığı olumsuz etkilere hep birlikte tanıklık ettik. Rahip Brunson bütün bu hadiselerden ancak iki ay kadar sonra, 12 Ekim 2018 tarihinde yapılan duruşmada tahliye edilmiştir.
Bu olayın önemi, Başkan Trump’ın sosyal medya üzerinden verdiği mesajlarla piyasalar üzerinde olumsuz bir hava yaratmanın yanı sıra ekonomiyi sarsmak amacıyla bir dizi yaptırımı taammüden devreye sokmaktan çekinmemesidir. Kendilerini müttefik, ‘stratejik ortak’ olarak tanımlayan iki ülke arasında açık bir şekilde böyle bir yönteme başvurulabilmiş olması bir ilkti.
*
İlginç bir yöneliş, Trump’ın sonraki dönemde -uygulamaya geçmese de- ‘ekonomi üzerinden tehdit etme’ yöntemini Türkiye ile ilişkileri yürütüş şeklinde bir alışkanlık haline getirmiş olmasıdır. Örneğin, geçen ocak ayında Fırat’ın doğusundaki PYD/YPG faaliyetleri nedeniyle ABD ile Türkiye arasında patlak veren gerilimde, Trump Türkiye’ye açıktan bu tehdidi yöneltmekten kaçınmamıştır.
Başkan, 13 Ocak 2019 tarihli bu mesajında “
Trump, bu görüşmede Erdoğan’a ABD’nin Suriye’den çıkma niyetinden söz ederken, konu ABD askerleri çekildiği takdirde sahada kalan DEAŞ tehdidine nasıl karşılık verileceği sorusuna gelip dayanır.
Trump, Erdoğan’a aynen şu soruyu yöneltir:
“Buradan siz DEAŞ’ı temizler misiniz?”
Erdoğan, şöyle yanıtlar:
“Biz temizledik. Bundan sonra da temizleriz. Yeter ki sizler lojistik anlamda bizlere gerekli desteği verin...”
Bu diyaloğu bir açık kaynaktan, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 21 Aralık 2018 tarihinde İstanbul’da ‘Türkiye’nin 500 Büyük Hizmet İhracatçısı Ödül Töreni’nde yaptığı konuşmadan aynen aktarıyorum.
*
ABD Başkanı, alıntıladığımız diyalogların geçtiği telefon görüşmesine dayanarak, 19 Aralık 2018 tarihinde Beyaz Saray’ın bahçesinde büyük bir sarsıntıya yol açan “
Hatırlayalım, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçen yıl aralık ayı başından itibaren Türkiye’nin Fırat’ın doğusunda askeri harekata girişeceğini sıkça vurgulamış, harekâtın 'birkaç günde' başlayabileceğini belirtmiş ve bu ısrarlı beyanlarının yarattığı baskı Amerikan tarafında bir alarm havasına yol açmıştı. ABD’nin güvenlik ve dış politika bürokrasisi, Türkiye’yi durdurabilmek için son çare Trump’ı devreye sokmuştu. Oyun planı, Trump’ın Erdoğan’ı telefonda arayarak kendisini harekattan caydırmasıydı.
Görüşme 14 Aralık 2018 tarihinde gerçekleşti ve hiç hesapta olmayan bir sonuç doğurdu. Çünkü görüşmede Trump, Erdoğan’a Suriye’den askerlerini çekme niyetini açmış, Erdoğan kendisinin bu niyetini desteklemiş, ayrıca ABD Başkanı’nın sorusu üzerine Türkiye’nin DEAŞ’la mücadelede sorumluluk alabileceğini de kayda geçirmişti. Trump, bu görüşme sonrasındaki süreçte Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde 20 mil (32 kilometre) derinliğinde bir ‘güvenli bölge’ kuracağını da açıklamıştı.
Trump’ın Erdoğan’la mutabakat halinde açıkladığı ‘çekilme’ kararı, o tarihte Amerikan sistemi için büyük bir şok olmuştu. Ancak Türkiye, Trump’ın verdiği 'çekilme ve güvenli bölge' sözüne dayanarak, Fırat’ın doğusuna dönük bir adım atmaktan da kaçınmıştı.
*
ABD cephesinde geçen 10 ayın Suriye öyküsü, Trump’ın bu ülkeden çekilme niyetinin ABD ‘müesses nizamı’nın muazzam bir direnciyle karşılaşmasının özetidir. Kendisi de emekli bir orgeneral olan Savunma Bakanı James Mattis, Trump’ın kararını protesto etmek üzere istifa etmiş, bölgedeki komutanlar, Dışişleri, istihbarat camiası kuvvetli itirazlarda bulunurken, ABD Kongresi'nde ve kanaat önderleri arasında da ciddi bir muhalefet dalgası ortaya çıkmıştır.
Sonuçta Amerikan sistemi ağır ve sıkıntılı bir şekilde de olsa Başkan’ı bu kararında frenleyebilmiştir. Toplam 2 bin olan asker sayısında bine yakın bir indirime gidilse bile, son tahlilde ABD askeri Suriye’de sahada kaldığı ve Fırat’ın doğusunda hava sahasını da kontrol etmeye devam ettiği için, bu coğrafyada ABD’nin PKK uzantısı PYD-YPG ile askeri ittifakına dayanan statüko aynen devam etmiş ve Trump’ın Erdoğan’a söz verdiği ‘güvenli bölge’ de hayata geçirilememiştir.
*
Ve neredeyse 10 ay kadar sonra
İlginçtir ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen salı günü yeni yasama yılının başlaması dolayısıyla TBMM Genel Kurulu’na açarken yaptığı konuşmada bir ara sözü BM’ye hitabına getirerek şöyle dedi:
“Birleşmiş Milletler sistemi başta olmak üzere her alanda adaleti savunurken, kendi ülkemizde bu konuda geride kalmayı kabul edemeyiz.”
Cumhurbaşkanı, konuşmasının bir başka bölümünde “Kendimiz ve tüm insanlık için adalet peşinde koşarken, bunun çerçevesini oluşturan kanunlarımızı da sürekli geliştirmek zorundayız” diye konuştu.
Bu ifadeleri yargı reformunun TBMM’den mümkün olan en geniş uzlaşı ile geçirilmesi yolundaki çağrısıyla tamamlandı.
*
Cumhurbaşkanı’nın bu sözlerini nasıl değerlendirmeliyiz?
Erdoğan, belli ki, uluslararası forumlarda yaptığı kuvvetli adalet çağrıları ile Türkiye’nin kendi adalet sicili arasındaki makasın açık olmasının, verdiği mesajların inandırıcılığına gölge düşürebileceğinden çekiniyor.
En azından, kendi tutarlılığı açısından dışarıya dönük çağrıları ile içeride adalet alanındaki durumun örtüşmesi, arada bir çelişki olmaması gerektiğini kabul etmiş oluyor.
Cumhurbaşkanlarının TBMM’nin yeni yasama yılının açılışı dolayısıyla her yıl 1 Ekim tarihinde genel kurula hitaben yaptıkları konuşmalar, o tarih itibarıyla ülkenin içte ve dışarıdaki durumuna bakışlarını okumak, önceliklerini görmek, topluma vaatlerini kayda almak açısından referans alınacak temel metinlerdir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen salı günü TBMM’ye seslenişini bir yıl önceki 1 Ekim 2018 tarihli konuşmasıyla karşılaştırdığımda iki yöneliş dikkatimi çekti. Birincisi, Suriye faktörü... Erdoğan’ın geçen salı günü konuşmasına büyük ölçüde Suriye meselesinin damgasını vurduğunu söylemek hata olmaz.
Türkiye’nin aynı medeniyet ve tarih dairesinde birlikte olduğu dost ve kardeşlerinin meseleleriyle ilgilenmesi gibi genel ilke ve hedeflere dönük kısa bir bölüm ile S-400’ler ve yine Suriye bağlamında ABD’ye isim vermeden yöneltilen eleştiriler hariç tutulursa, Erdoğan’ın dış politika alanında spesifik olarak odaklandığı başlıca konu Suriye oldu. Erdoğan, konuşmasının bütününün neredeyse dörtte birini olduğu gibi Suriye sorununa, bu sorunun muhtelif yönlerine ayırdı. Oysa geçen yıl birçok ülkeyle ilişkilere tek tek değinip, kısaca da olsa her biri için bakışını kayda geçirmişti.
Özetle, Erdoğan’ın zihin evreninde bugünlerde bütün yollar Suriye’ye çıkıyor.
*
2018 ve 2019 metinlerinin Suriye bölümleri kıyasladığında önemli bir fark var. Geçen yıl “Hayatlarını kurtarmak için yaşadıkları yerlerden kaçmak zorunda kalan milyonlarca Suriyeliye kapılarımızı ve gönlümüzü açtık” diyor Cumhurbaşkanı ve “Suriye’de güvenli hale getirdiğimiz bölgeleri genişlettikçe ve huzuru sürekli hale getirdikçe ülkemizdeki misafirlerimizin kendi topraklarına dönüşlerinin hızlanacağına inanıyorum” diye ekliyor.
Dönüş meselesine yalnızca bu şekilde, çok ivedilik taşımayan bir tonda değiniyor.
Şimdi de salı günkü konuşmasına bakalım.