Bu artış nereden kaynaklanıyor? İç savaşın seyri içinde Esad ordusu özellikle 2015-2016 döneminde sahada askeri dengeyi tesis ettikten sonra ülkenin batısındaki coğrafyada Halep, Doğu Guta, Daraa, Humus ve Hama gibi silahlı muhalefetin güçlü olduğu şehirlere, yerleşimlere yönelmiştir. Rejim, Rus hava kuvvetlerinin de aktif desteğiyle bu şehirlerin muhalefetin kontrolündeki bölgelerini uzun süreli kuşatmalar ve yoğun bombardıman harekâtlarıyla kademe kademe muhalefetten geri almıştır.
Güneyde rejim kontrolüne geçen her şehir ya da kasabayı terk etmek zorunda kalan silahlı muhalif gruplar her seferinde aileleriyle birlikte kuzeye, İdlib’e, bunlardan bir kısmı da buradan Fırat Kalkanı bölgesine doğru yönelmiştir. İdlib, hemen doğusundaki Halep vilayetinden de bu şekilde önemli göç almıştır. Bu arada birçok durumda rejimin bombardımanından kaçanlar, ayrıca rejime tabi olmak istemeyen Sünni kesimler de bu iç göç dalgasına dahil olmuştur.
İdlib, iç savaşta rejimle silahlı köktendinci muhalefet arasında sert çatışmalara sahne olmuştur. Rejimin İdlib’deki yenilgisinden sonra bu kez El Kaide uzantısı El Nusra ile bir bölümü Türkiye’nin desteklediği Suriye Milli Ordusu’na bağlı, bir bölümü Türkiye’den bağımsız silahlı muhalif gruplar arasında saha hâkimiyeti için şiddetli çatışmalar yaşanmıştır. Sonuçta İdlib’in kontrolü bugün itibarıyla büyük ölçüde El Nusra’nın bünyesinden çıkan ve BM Güvenlik Konseyi ve Türkiye tarafından da terör örgütü kabul edilen Heyet Tahrir eş Şam’ın (HTŞ) eline geçmiştir. Bugün sahada HTŞ’ye ek olarak Türkiye’nin desteklediği gruplar da bulunmakla birlikte bunlar HTŞ kadar güçlü değildir.
HTŞ, bugün İdlib’i ilan ettiği bir sözde ‘kurtuluş hükümeti’ ve buna bağlı konseyler üzerinden yönetiyor. Örneğin, Hatay’daki Cilvegözü kapısından İdlib’e giriş yapan araçları Suriye tarafındaki gümrük noktasında HTŞ’ye bağlı görevliler karşılamaktadır.
STATÜKONUN DEVAMI HTŞ’Yİ YERLEŞTİRİYOR
Açmaz burada karşımıza çıkıyor. Alan kontrolü BM’nin terör örgütü olarak gördüğü bir grubun elinde olunca terör örgütüyle mücadele meşru kabul ediliyor. Rusya da BM kararına dayanarak HTŞ tehdidinin ortadan kaldırılmasını savunuyor. Ancak bu örgütün üzerine gidilmesi de çatışmaların sonucu olarak sivil halkı etkilediğinden otomatik olarak göç dalgasını tetikliyor.
Türkiye, göç dalgası ihtimali karşısında İdlib’de statükonun devamını savunuyor. Gelgelelim statükonun devamı da HTŞ’nin İdlib’de sahadaki egemenliğinin yerleşmesi anlamına geliyor. HTŞ, ılımlı bir çizgiye doğru dönüştürülemediği sürece bu kilitlenme devam ediyor.
Rusya ve
BM’nin raporu, çatışmalar nedeniyle 1 Aralık 2019 tarihinden itibaren İdlib’in güneyinden toplam 312 binden fazla insanın evlerini terk ederek kuzeye doğru göç etmek zorunda kaldıklarını duyuruyor.
Yaklaşık beş haftalık bir zaman diliminde ortaya çıkan bu mağduriyete maruz kalan 312 binden fazla insanın yüzde 80’i kadın ve çocuklardır rapora göre. Yani birden kendi ülkesinde mülteci durumuna düşen 250 bin kadın ve çocuk söz konusu...
YÜZDE 80’İ ÇOCUK VE KADINLAR
BM’ye göre, bu insanların çoğu çok kısa bir zamanda, saatler içinde evlerini terk etmek zorunda kalmıştır. Bir bölümü hiçbir şey almadan evinin kapısını çekip çıkmıştır. Bir bölümü ise geri dönemeyecekleri düşüncesiyle eşyalarının bir bölümünü yanlarında götürmüştür.
Rapor, evlerini terk edenlerin ne kadar perişan koşullarda yaşamak zorunda kaldıklarını çarpıcı bir dille anlatıyor. Ayrılanların çoğunluğu kuzeydeki yerleşimlere ve Türkiye sınırına yakın kamplara intikal etmiştir. Örneğin, bir bölümü kuzeydeki İdlib şehir merkezindeki cami ve okullara yerleşmiştir.
Daha kuzeye, sınırdaki çadırkentlere gelenler açısından buradaki koşullar çok sıkıntılıdır. Bunun nedeni, kampların kapasitelerinin çok üstünde insana barınak sağlamasıdır. Raporda, on binlerce insanın da Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’nin kontrolündeki Afrin ve Azez bölgelerine geçtiği belirtiliyor.
Beş hafta gibi kısa bir zamanda yaşanan bu devasa iç göç dalgası BM’ye bağlı birimler başta olmak üzere bütün yardım kuruluşları üzerinde barınma, gıda ve sağlık gibi temel ihtiyaçların karşılanması açısından büyük bir baskı yaratmıştır.
Bitmedi. BM raporu, geçen mayıs ile ağustos ayları arasında meydana gelen olaylarda ayrıca 400 bin insanın yine yer değiştirmek zorunda kalmış olduğunu da hatırlatıyor. Bu durumda mayıs-ağustostaki göç dalgası ile geçen aralık ayında patlak veren ikinci aşama göç dalgasında toplam 700 binden fazla insanın yer değiştirmiş olduğu gerçeği ile karşılaşıyoruz. Bu, insanı dehşete düşüren bir tablo.
Birincisinde, İstanbul’da düzenlenen gösterişli bir törende Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya lideri Vladimir Putin bir araya gelerek Rus doğalgazını Karadeniz üzerinden Türkiye’ye ve oradan Avrupa’ya taşıyacak olan ‘TürkAkım’ boru hattının vanasını temsili olarak açtılar. Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vuçiç ve Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov da vanayı sahnede onlarla birlikte çevirdiler.
İstanbul bu toplantıya ev sahipliği yaparken, yine çarşamba günü Mısır, Fransa, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (KRY) dışişleri bakanları, Libya ile imzaladığı anlaşmalar nedeniyle Türkiye’ye tavırlarını ortaya koymak üzere Kahire’de toplanmışlardı.
Erdoğan’ın İstanbul’daki törende yaptığı konuşma TürkAkım’ın yanı sıra Doğu Akdeniz’deki enerji meselelerine ilişkin mesajlar da içerdi. Aynı gün Kahire’de yayımlanan dörtlü bildirinin konusu da zaten Türkiye’yi yeni dönemde artan ölçüde meşgul edeceği belli olan Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları üzerinde Türkiye ile yaşanan anlaşmazlıktı.
Tabii, Karadeniz’deki yetki alanları Türkiye’nin Rusya, Bulgaristan, Ukrayna ve Gürcistan ile imzaladığı kıta sahanlığı anlaşmalarıyla belirlendiği için çözüm bulunması gereken herhangi bir sorun da yok ve işler bu denizde sıkıntı olmaksızın yürüyor. Oysa Doğu Akdeniz’e gelince, tam 10 ülkenin kıyıdaş olduğu bu coğrafyadaki yetki alanları üzerinde patlak veren anlaşmazlık, hızla yüksek bir basınç alanına dönüşmektedir. Meselenin temelinde ihtilaflı bölgelerde denizin altındaki doğal kaynaklardan kimin ne kadar pay alacağı sorusu yatıyor.
KAHİRE’DEN TÜRKİYE’YE DÖRTLÜ MEYDAN OKUMA
Kahire toplantısından sonra açıklanan 10 maddelik bildiriye bakıldığında, metnin Türkiye ile Libya arasında geçen kasım ayı sonunda biri ‘Deniz Yetki Alanlarının Sınırlanması’, diğeri ‘Güvenlik ve Askeri İşbirliği’ alanlarında olmak üzere imzalanan iki anlaşmanın eleştirisi üzerine kurulu olduğu görülüyor.
Bakanlar, her iki anlaşmanın da BM Güvenlik Konseyi kararları ve uluslararası hukuku ihlal ettiğini ve hükümsüz olduğunu ileri sürüyor. Bildiride, Türkiye’nin Kıbrıs Adası çevresindeki “eylemleri”ne dönük bir “kınama” da yer alıyor. Türkiye’nin araştırma gemilerinin donanma eşliğinde faaliyet yürüttüğü bu alanlar KRY’nin ‘münhasır ekonomik bölgesi’ olarak kabul ediliyor bildirinin imzacıları tarafından.
İlginç bir nokta, İtalya Dışişleri Bakanı
Recep Tayyip Erdoğan ve Vladimir Putin’in önceki gün İstanbul’da yaptıkları ortak açıklamayla ortaya koydukları hareket tarzı, iki ülke arasında Suriye’dekine benzer bir işbirliği modelinin bu kez Libya’da vücut bulmakta olduğunu gösteriyor.
ÇATIŞARAK İŞBİRLİĞİ YAPMAK
Model aslında bir çelişki üzerine kurulu. Bir çatışma durumunda karşı karşıya gelen, hatta vekilleri üzerinden sahada birbirleriyle dolaylı olarak savaş halinde olan iki hasım taraf, sürpriz bir şekilde bir çözüm çerçevesi yaratmak üzere diplomatik zeminde işbirliğine geçiyor.
Örneğin, Suriye’deki iç savaşta Türkiye silahlı muhalefeti, Rusya ise Esad rejimini destekledi. Ancak bir aşamada 2017’den itibaren İran’ın da dahil olduğu Astana süreci içinde iki ülke yakın bir işbirliği yapmaya başladı. Bu işbirliği İdlib’le ilgili 17 Eylül 2018 tarihli mutabakat muhtırasını beraberinde getirdi.
Libya’da da benzer bir durumdan söz edebiliriz. Türkiye, Libya’daki iç savaşta BM’nin meşru otorite olarak kabul ettiği Fayez el Sarraj’ın başında bulunduğu Trablus’taki Ulusal Uzlaşı Hükümeti’ni destekliyor. Bu amaçla Sarraj’la güvenlik ve askeri işbirliği anlaşması imzalandı, ardından kendisini desteklemek üzere Libya’ya asker gönderilmesine izin veren bir tezkere TBMM’de kabul edildi.
Rusya ise resmi açıklamalarında tarafsız gibi görünmekle birlikte, sahadaki davranışlarına bakıldığında Trablus’taki hükümeti düşürmeye çalışan Halife Hafter’in başında olduğu Tobruk merkezli silahlı muhalefet hareketine destek veriyor. Sahada Hafter’e kritik bir destek sağlayan Rus paralı askerleri bu desteğin en açık kanıtı.
DİPLOMASİNİN ÖNÜ AÇILABİLİR
Sonuçta farklı cepheleri destekleyen iki aktörün bir araya gelmesi, krizin seyrine etki edebilecek bir kritik yoğunluk eşiği yaratabiliyor.
Birinci yazı dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in 2002 başındaki uyarılarını, ikincisi ise 3 Kasım 2002 seçiminden sonra başbakanlık makamına gelen Abdullah Gül tarafından ABD’ye verilen mesajları konu alıyordu.
Burada önem taşıyan nokta, Ecevit ile Gül’ün ABD’nin savaş seçeneğinin Irak’ı büyük bir istikrarsızlığın içine iteceği yolundaki değerlendirmelerinin birebir örtüşmesi, mesajların süreklilik ve tutarlılık göstermesidir. Zaten Gül de önceki günkü sohbetimizde “Bülent Bey’in söyledikleri doğrudur” diyerek bu örtüşmeyi vurgulamış oluyor.
ANKARA UYARILARINDA HAKLI ÇIKTI
Ecevit ve Gül’ün bundan neredeyse 20 yıl önce yaptıkları uyarıları bugün Irak’ta tanıklık ettiğimiz kaotik hadiseler üzerinden yeniden hatırladığımızda, Türkiye’nin yöneticilerinin ‘Pandora’nın kutusu bir kere açılırsa’ neler olabileceğini isabetle tahmin ettiklerini görüyoruz. Bu tespit yalnızca siyasiler değil, o dönemde siyasi otoriteye ‘sözünü sakınmadan’ görüş bildiren Dışişleri bürokrasisi açısından da geçerlidir.
Ankara’nın öngörüleri tutmuş, örneğin “Aman kurumları ortadan kaldırmayın” mesajı önemsenmediği ve başta ordu olmak üzere bütün kurumsal yapı ABD tarafından tahrip edildiği için Irak’taki devlet aygıtı çökmüştür. Yerine etkili yeni bir yapı da konamadığından ülke yönetilemez bir hale gelmiştir. Irak’ın toprak bütünlüğü, kuzeydeki özerk Kürt yönetim bölgesinde 2017 yılında gerçekleştirilen bağımsızlık referandumu sırasında yaşandığı üzere şimdilik zoraki bir şekilde korunabilmektedir. Ülkenin siyasi birliğinin sürdürülebilmesi için gerekli olan ortak mutabakat pamuk ipliğine bağlıdır.
İRAN’IN NÜFUZ ALANINA GİRDİ
ABD’nin müdahalesi Sünni silahlı direnişini tetiklerken, bir başka düzlemde Sünni-Şii ekseninde bir çatışma hattı ortaya çıkmış, sonuçta ülkenin geniş bir alanı asayiş sorunlarıyla kaplanmıştır.
Meselenin mezhepsel boyutunun yarattığı kırılma özellikle vurgulanmalıdır. ABD’nin
Ecevit’in başbakanlığı 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan ve AK Parti’nin tek başına iktidara geldiği genel seçimle birlikte sona erdi. AK Parti’nin ilk döneminde başbakanlık koltuğunda oturan Abdullah Gül göreve başladığında ABD’nin Irak’la ilgili askeri taleplerini masasında buldu. Bu dönem, ABD ile yürütülen müzakereler, 1 Mart 2003 tarihindeki oylamada tezkerenin TBMM’de reddi ve ardından ABD’nin 20 Mart’ta savaşı başlatması gibi önemli hadiselere sahne oldu.
ABD’NİN EMPOZESİ İLE KARŞILAŞTIK
Bu kritik dönemde başbakan olarak görev yapan Abdullah Gül, dün sorularımızı yanıtlarken, yola çıkarken karşılaştıkları tabloyu şöyle aktardı:
“O dönem benim için en yoğun dönem oldu. Çünkü hükümeti yeni kurmuştuk ve hemen Avrupa Birliği’ne dönük reform sürecini başlatmak istiyorduk. Tam yola koyulacağımız sırada ABD’nin Irak’la ilgili empozesi ile karşılaştık. Kendimizi çok sıkıntılı bir ortamda bulduk. Çünkü hem reform hükümeti olmak hem de savaşa giden bir hükümet durumuna düşmek birbirine zıt bir durum yaratıyordu.”
Gül, o dönemde savaşı önlemek için elinden gelen bütün çabayı sarf ettiğini anlatıyor. Bunlar arasında Irak Devlet Başkanı Yardımcısı Taha Yasin Ramazan’ın Türkiye’ye davet edilip uyarılmasını, ayrıca Irak’a komşu ülkeleri bizzat ziyaret etmesini sıralıyor, “Bütün bu adımlar savaşı önlemek için yapılmış olan çok samimi çabalardı” diye konuşuyor.
KUTUYU AÇARSANIZ BİR DAHA KAPANMAYABİLİR
Peki yürütülen görüşmelerde savaş konusunda kararlı görünen ABD yönetimine hangi mesajlar verildi? Şöyle yanıtlıyor Gül:
“
Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, bu açıklamayı 16 Ocak 2002 tarihinde Washington’da Başkan George W. Bush ile görüşmesinden sonra Milliyet’ten meslektaşlarımız Derya Sazak ve Fikret Bilâ’ya yapmıştı.
Bu ziyaretin önemi, Türk tarafının Bush yönetiminin Irak’a askeri müdahalede bulunma kararlılığını Beyaz Saray’da birinci ağızdan duyması olmuştu.
*
O dönemin gazete arşivlerine kısaca göz atmak, ABD’nin Irak’a dönük müdahale planlarının Türkiye ile ABD arasındaki diyalogda çok geniş bir yer tuttuğunu, bu çerçevede Türkiye’nin ABD’ye bu ülkeye savaş açmaması yolunda kuvvetli uyarılarda bulunduğunu görmek açısından yeterlidir.
Ecevit’in 2002 başında, yani 2003 yılı mart ayındaki Amerikan müdahalesinden 1 yıl kadar önce yaptığı uyarı, askeri seçeneğin “bir felakete yol açacağı” tehlikesine dikkat çekmektedir.
“Felaket olur” uyarısında Ecevit’in tehlike çanları çaldığı ihtimal, bugün Irak’ta gerçeğin kendisi olarak karşımızda asılı duruyor. Irak’ta ülkenin her seferinde biraz daha fazla istikrarsızlığın içine batmasına neden olan her hadise, yıllar önce yapılmış uyarıların bugün sahada ne kadar haklı çıktığını gösteriyor.
İran’ın Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin geçen cuma günü Bağdat’ta ABD tarafından öldürülmesi ve öncesinde yine Bağdat’ta ABD Büyükelçiliği’nin Şii gruplar tarafından basılması gibi bu suikastı tetikleyen olaylar, Irak’ta ABD Başkanı Bush’un 2003’teki müdahalesinden bu yana sürmekte olan istikrarsızlığın vardığı en son ve muhtemelen en tehlikeli aşamadır.
Irak, ABD’nin 2003’teki askeri müdahalesinin sonucu olarak, bugün darmadağın olmuş, yeniden bir araya getirilebilmesi pek mümkün olmayan kaotik bir ülke görüntüsü içinde bir meçhule doğru yol almaktadır. Bu süre zarfında kaç insanın öldüğü bile bilinemiyor. Yalnızca yüz binlik sayısal kümeler içinde farklılaşan muhtelif tahminler var.
Bugün bu kategorilerin dışına çıkıp dış politikanın bütünü, temel dengeleriyle ilgili genel bir değerlendirme yaparak diziyi noktalamak istiyorum.
Öncelikle, son yıllarda gözlediğimiz bir yönelişin giderek kuvvetlendiğini belirtmeliyiz. Dış siyasetin yürütülmesinde askeri araç ve yöntemlerin payının giderek genişlediği bir dönemden geçiyoruz. Yapılan tartışmalarda da dış politika kavramları ile askeri terminolojinin artan ölçüde iç içe geçmesi gibi bir durum yaşanıyor.
Kuşkusuz, her bir tarafınız krizlerle, savaşlarla çevrili ise ve ayrıca çok temel hak ve çıkarlarınız açısından önemli meydan okumalarla karşılaşıyorsanız, naif bir yaklaşımla olan bitenleri kabullenmek, sineye çekmek gibi bir lüksünüz olamaz.
Buradaki temel mesele, askeri araçlara başvurulurken diplomasinin imkânlarından ne ölçüde istifade edildiği sorusudur. Aynı soruyu, meselelerin askeri yöntemlere ihtiyaç bırakmadan çözümü için diplomasiye ne ölçüde alan açıldığı, dış politikaya ne ölçüde bunu sağlayacak doğru bir rota çizildiği şeklinde de açabiliriz.
Türkiye’nin dünyayla ilişkilerinde artan bir özgüvenle ve bağımsız bir şekilde hareket etmesi her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının alkışlayarak karşılayacağı bir durumdur. Ancak genel tabloya baktığımızda Türkiye’nin dış politikasında her şeyin ideal bir çerçevede yol aldığını söylemek gerçeklik sınırlarının dışına çıkmak olur.
*
Öncelikle belirtelim ki, 2019’da hem ABD, hem de AB ile ilişkilerde, daha doğrusu bir bütün olarak Batı dünyası ile ilişkilerinde Türkiye’nin ciddi zemin kaybettiği bir yılı geride bıraktık. Tek bir örnek durumun ciddiyet derecesini açıklamak bakımından yeterlidir. 2019 yılında Kongre’nin her iki kanadında da ‘Ermeni soykırımı’ tasarıları geçti. Daha önce olmayan bir şeyin neden 2019 yılında meydana gelebildiği sorusuna gerçekçi bir yanıt bulunması gerekiyor.
Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye ile Batı arasındaki mesafenin açılması genel bir yöneliş şeklinde hem ABD hem de Avrupa cephelerinde 2020’de de muhtemelen devam edecektir.