Bu kavramı, sınırın dışındaki tehdidin kaynağında bertaraf edilmesi, bu amaçla sınır dışında muharip güç konuşlandırılması ve bu suretle ucu açık bir şekilde alan hâkimiyeti kurulması unsurları üzerinden tanımlıyoruz.
Kuşkusuz, askeri aktivizme başvurulmasının gerisinde güvenlik boyutunun yanı sıra, özellikle Suriye bağlamında siyasi kazanımlar elde etme, müzakere masasında pazarlık pozisyonunu güçlendirme, güvenli bölge tesis etme gibi hedefler de önemli bir rol oynuyor.
*
Bu strateji Suriye ölçeğinde ilk kez 24 Ağustos 2016’da başlayan ve 24 Şubat 2017 tarihinde sonuçlandırılan ‘Fırat Kalkanı’ harekâtıyla ortaya konmuştu. Bu harekâtla Türk Silahlı Kuvvetleri, Fırat’ın Suriye topraklarına girdiği Cerablus’tan batıdaki Azez’e kadar uzanan yaklaşık 110 kilometre uzunluğunda, 10 ile 40 kilometre arasında değişen derinlikteki bir alanı kontrolü altına almıştı. Bu harekât sahaya hâkim olan DEAŞ’a karşı yapılmıştı.
Bunu 2018 başında 20 Ocak-24 Mart tarihleri arasında yine Fırat’ın batısında kalan Afrin bölgesinde icra edilen ‘Zeytin Dalı’ harekâtı izledi. Burada yaklaşık 50 kilometre derinliğinde, 40 kilometre genişlikteki bir alanda PKK uzantısı YPG hâkimiyetine son verildi. Bu operasyon bölgesi Türkiye-Suriye sınırının yaklaşık 140 kilometre uzunluğundaki bir bölümüne bitişik duruyor.
Bu gelişmelere paralel giden bir başka adım, Astana süreci çerçevesinde İdlib Gerilimi Düşürme Bölgesi’nde TSK’nın 12 gözlem noktası tesis etmiş olmasıdır. Küçük çapta birer askeri üs olan bu noktaların kurulması 13 Ekim 2017’den 16 Mayıs 2018’e kadar uzanan yedi aylık bir süreye yayılmıştır. Bu askeri faaliyette çatışmasızlığın gözlenmesi gibi daha edilgen bir görev tanımı söz konusudur.
*
Bu doğrultudaki en son gelişme geçen ekim ayında bu kez Fırat’ın doğusundaki sınır boyunca Tel Abyad ile Resulayn arasında ‘Barış Pınarı’ harekâtının icrası olmuştur. Toplam 145 kilometre uzunluğunda ve 30 kilometre derinliğindeki bir alan üzerinde YPG hâkimiyetine son veren bu harekât 9 Ekim ile 23 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir.
Bu tarihi karar üzerine dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in Dışişleri Bakanı İsmail Cem ile birlikte Helsinki’ye giderek Avrupa liderleriyle birlikte AB aile fotoğrafının içinde yer alması Türkiye’de yükselen bir ruh haline kaynaklık etmişti.
Türkiye, 21’inci yüzyıla, geleceğini Avrupa Birliği’nde gören bir özgüven ve iyimserlik duygusuyla, büyük umutlarla ayak basmıştı. Demokrasi ve hukuk ideallerini vurgulayan ‘Kopenhag Kriterleri’nin ulusal hedef olarak kutsandığı günlerdi.
O günlerin gazetelerinin birinci sayfalarına bakmak ülkeye hakim olan bu ruh halini görmek için yeterlidir.
Bugüne gelelim. Tam 20 yıl sonra 2020 yılına girerken, 1999 sonunda Helsinki’de çekilmiş olan o fotoğraf bugün soluklaşmış bir arayışın, özlemin görüntüsüdür.
Gazetelerde ya da dijital medyada AB’ye tam üyelikten söz eden bir haber ya da yorum bulmak -istisnalar dışında- neredeyse imkânsızdır.
Salt bu karşılaştırma bile tam üyelik başlığında iki on yılda nereye vardığımızı göstermeye yeterlidir.
*
Bu çerçevede geride bıraktığımız 2019, Türkiye ile AB arasındaki uzaklaşma yönelişinin en kuvvetli yaşandığı yıllardan biri olmuştur. Geçmişte gidişatı anlatmak için ilişkilerin ‘yerinde saydığı’ gibi durağanlığı tanımlayan nitelemeler kullanılırken, artık ‘gerileme’ gibi fiillere başvuruluyor. AB’nin Ankara’daki Büyükelçisi
Geçen 29 Ekim’de Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla Türkiye’nin Cenevre’deki BM Daimi Delegasyonu’nda düzenlenen, ev sahipliğini Büyükelçi Sadık Arslan’ın yaptığı ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun da katıldığı davet işte böyle bir ziyarete sahne oldu.
Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, davette yaptığı konuşmada Türk-Rus ilişkilerini tarihi bir perspektiften değerlendirerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin doğduğu yılların Türkiye gibi “genç Sovyet Rusya” için de “zor yıllar” olduğunu söyledikten sonra şöyle konuştu:
“Türk halkına, Türk Cumhuriyeti’nin ulusal kurtuluşu ve ulusal kimliği için verdiği savaşa ülkemin yaptığı yardımın unutulmaması yolunda gösterdiği çabadan dolayı müteşekkiriz...”
Sözlerine devamla “Bugün...” dedi Lavrov, “Türkiye ve Rusya stratejik ortaklardır...”
*
29 Ekim günü yaşanan bu hadisenin, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişiklerin siyasi düzeyde ne kadar sıcak bir hale geldiğini göstermesi bakımından büyük bir sembolizmi var.
Yakın yıllara kadar Türkiye açısından ‘stratejik ortak’ denildiğinde kastedilen ülke ABD olurdu. ABD ile ilişkilerde bugünlerde yaşanan sert savrulmalar da hatırlandığında, bu nitelemenin artık Rusya’ya atfedilmesi şaşırtıcı olmamaktadır.
Geride bıraktığımız 2019, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerde özellikle 2017’de Astana süreci ile başlayan yakınlaşma yönelişinin iyice yerleştiği, güçlendiği bir yıl olarak hatırlanacaktır. Cumhurbaşkanı
GERİDE bırakmak üzere olduğumuz 2019 yılında Türkiye’nin dış dünyayla ilişkilerini köklü bir şekilde etkileyen üç adım atıldı. Bunlardan birincisi, Rusya’ya siparişi verilmiş olan S-400 hava savunma sistemlerinin ilk partisinin geçen temmuz ayında tesliminin yapılması, ikincisi ise geçen ekim ayında Kuzey Suriye’de Fırat’ın doğusunda gerçekleştirilen Barış Pınarı harekâtıydı.
Son olarak yılın sonuna doğru Libya ile imzalanan Akdeniz’de deniz yetki alanlarının sınırlanmasına ilişkin anlaşma üzerinden Doğu Akdeniz’e dönük yapılan hamle de sonuçlarının hacimli boyutları itibarıyla bu tabloya giriyor.
TRUMP-ERDOĞAN YAKINLAŞMASI
Bu gelişmelerin en çok sarstığı cephe ABD ile ilişkiler olmuştur. Türkiye, aslında 2018 yılını da ABD ile ilişkilerinde yine sarsıntılarla geçirmiş, özellikle Başkan Donald Trump’ın rahip Brunson’ın tutukluluğuna tepki olarak Türkiye’ye ekonomik yaptırımlar uygulaması üzerine, Türk ekonomisi döviz kurunun tırmanmasıyla gerçekten de ciddi bir türbülansa sahne olmuştu.
Bugün son gününü yaşadığımız 2019 da sarsıntıların eksilmediği bir yıl olmuştur. Ancak 2018 ile 2019 arasında önemli bir fark var. 2018’de Trump Türk ekonomisine zarar vermekten çekinmeyen olumsuz bir aktör olarak belirirken, 2019 yılında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı arasında herkesi şaşırtan bir yakınlaşma şekillenmiştir. Trump yine kısa süreli bazı ‘etkisiz’ yaptırımlar uygulayıp zaman zaman tehditler savurmuş olsa da, genel bir değerlendirmede beliren ana fotoğraf ikisi arasında kuvvetli bir ilişkinin kurulmuş olmasıdır.
Bu yakınlık ilginçtir ki, Başkan Trump’ın Türkiye’nin Suriye’deki askeri harekâtı için ‘yeşil ışık’ yakmasını da beraberinde getirmiştir. Sonradan kendi güvenlik bürokrasinin direnciyle bazı yalpamalar yaşansa da, son tahlilde ABD yönetimi Türkiye ile 17 Ekim 2019 tarihli 13 maddelik ‘Ankara Mutabakatı’nı imzalayarak Türkiye’nin askeri harekâtına onay vermiştir. Bir anlamda Türkiye’nin müdahalesi bu mutabakatla ABD Başkanı’na tescil ettirilmiştir.
Çelişki burada karşımıza çıkıyor. Çünkü, Beyaz Saray harekâtın önünü açarken, ABD’nin güvenlik bürokrasisi operasyona mesafeli durmuş, Kongre ve medyada ise Türkiye’ye karşı kuvvetli ölçülerde eleştirel bir hava belirmiştir.
KONGRE’DEN GEÇEN SOYKIRIM TASARILARI
Birincisiyle başlayalım. Anayasa Mahkemesi, önceki gün aldığı kararla, dünyanın bugün en önemli dijital bilgi kaynaklarından biri olarak kabul edilen Wikipedia’ya 2017 yılında getirilen erişim yasağının Anayasa’nın 26’ncı maddesinde güvence altına alınmış olan ifade özgürlüğünü ihlal ettiği kanaatine varmıştır.
Söz konusu yasak, Başbakanlık tarafından Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’na (BTK) yapılan bir şikâyetin sonucu olarak ortaya çıkmıştı. BTK, bu başvuru üzerine önce iletişim yoluyla işlenen suçları düzenleyen 5651 sayılı kanunun 8/A maddesi uyarınca idari tedbirle erişimin engellenmesi kararı almış, ardından Ankara Birinci Sulh Ceza Hâkimliği de bu kararı onamıştı.
Yasaklamanın gerekçesi, Wikipedia’da İngilizce yayımlanan ‘Suriye İç Savaşı’nda Yabancı Müdahalesi’ ve ‘Devlet Destekli Terörizm’ maddelerinin altında Türkiye hakkında yer alan bazı ifadelerle ilgiliydi. Bu ifadelerde Türkiye’nin Suriye’de terör bağlantılı gruplara destek verdiği yolunda iddialar da yer almıştı.
BİRGÜN GAZETESİ İÇTİHADININ DEVAMI
AYM, söz konusu yasaklama üzerine biri Wikipedia’nın sahibi Wikimedia Vakfı tarafından, diğeri ise Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Prof. Yaman Akdeniz ile insan hakları hukukçusu Dr. Kerem Altıparmak’ın ortak yaptıkları iki ayrı başvuruyu genel kurul düzeyinde ele almış ve 10 ‘kabul’, 6 ‘karşı’ oyla ifade özgürlüğünün ihlal edildiği yönünde karar vermiştir.
Gerekçeli karar henüz yazılmadığı için AYM’nin hangi hukuki tezlere dayandığı açıklık kazanmış değildir. Ancak Wikipedia kararının büyük ölçüde AYM’nin bu yıl mayıs ayında getirdiği Birgün gazetesi içtihadının devamı niteliğinde olduğunu tahmin edebiliriz.
Bu dosyada Anayasa’nın hem ifade özgürlüğü, hem de basın özgürlüğü maddelerinden verilen ihlaller, 2015 yılında Şırnak’ta öldürülen bir PKK’lı teröristin cesedinin polis arabasına bağlanarak caddede sürüklenmesi hadisesiyle ilgili olarak Birgün gazetesinin web sitesinde yayımlanan bir habere getirilen erişim yasağını konu alıyordu. AYM, kararında kısıtlamanın ifade ve basın özgürlüğü önünde orantısız bir müdahale yarattığına kanaat getirmişti.
AVRUPA YÖRÜNGESİNE DOĞRU
Geçen hafta sonuna doğru yaşanan bu gelişmeler, BM’nin Suriye’de savaş koşulları altında muhtaç durumdaki insanlara yardım ulaştırabilmesi için kurulmuş olan ‘sınır ötesi insani yardım mekanizması’nın süresinin uzatılmasına ilişkin çalışmaların sonucu olarak ortaya çıktı.
Bu yardım mekanizması ilk kez BM Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 2014 yılında aldığı 2165 sayılı kararla kuruldu. Bu kararla, Türkiye’den Cilvegözü (Hatay) ve Öncüpınar (Kilis), Ürdün’de Al Ramtha ve Irak’ta Al Yarubiyah sınır kapılarından BM’nin insani yardım konvoylarının geçişine izin verilmişti. BM’ye Suriye makamlarını önceden bilgilendirerek ihtiyaç sahiplerine doğrudan ulaşabilmesi imkânını veren bu yetkinin süresi, her yıl çıkartılan yeni BMGK kararlarıyla uzatılıyor. 2018 Aralık ayında kararlaştırılan son uzatmanın süresi iki hafta sonra, 10 Ocak 2020 tarihinde doluyor.
İnsani yardımların devam edebilmesi için BMGK’nın yeni bir karar kabul ederek süreyi uzatması gerekiyor.
*
Bu mekanizma, ihtiyaç sahibi insanlara yardım götürülebilmesi açısından yaşamsal bir öneme sahip. Gelgelelim Esad rejimi, insani yardımların meşru otorite olarak doğrudan kendi üstünden geçmesi gerektiğini savunuyor. Ancak sahadaki fiili durumun buna tam olarak izin vermediği aşikar.
Aslında Ürdün’deki Al Ramtha kapısının BM konvoyları tarafından kullanılmasına ihtiyaç kalmadığı hususunda önemli ölçüde bir mutabakat var. İşler özellikle Irak sınırında Nusaybin/Kamışlı’nın 80 kilometre kadar güneydoğusundaki Al Yarubiyah kapısı konusunda karışıyor.
BMGK üyeleri Almanya, Belçika ve Kuveyt, insani yardım mekanizmasının altı ay süreyle devamını mümkün kılacak yeni bir karar tasarısı kaleme aldılar. Tasarının ilk metninde Ürdün’deki Al Ramtha sistem dışına çıkartılıyor, diğer üç sınır kapısı korunuyordu. Ayrıca, Türkiye’nin Barış Pınarı harekâtının ardından geçen ay sonunda yeniden açtığı Tel Abyad’ın karşısındaki Akçakale kapısı da BM yardım mekanizmasına dahil ediliyordu bu taslakta.
Akçakale’nin bu şekilde BM sistemine eklemlenmesi özellikle Suriye içinde yardım ulaştırma kapasitesini güçlendirmek isteyen BM’nin tam desteğini aldı. Nitekim BM’nin İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi Başkanı
Bu ifadeleri geçen perşembe günü (19 Aralık) Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Suriye’deki durumu görüştüğü oturumuna hitap eden BM’nin İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi (OCHA) Başkan Yardımcısı Ursula Mueller’in konuşmasından alıntıladım.
BM’nin küresel düzeydeki insani yardım çalışmalarını yöneten iki numaralı yetkilisi olan Mueller, konuşmasına İdlib’deki durumun “alarm verdiğini” belirterek başlıyor.
Mueller, İdlib’de yaşanan krizde sorumluluğu iki tarafa da atfediyor. Önce Suriye ve müttefiklerinin (Rusya), teröristler dahil devlet dışı silahlı grupların kontrolündeki bölgelere dönük hava saldırıları ve topçu ateşini sürdürdüklerini kaydediyor. Hemen ardından, devlet dışı silahlı grupların da hükümet güçlerinin kontrolündeki bölgelere karşı saldırıları arttırdıklarına dikkat çekiyor. BM yetkilisi, bu saptamalardan sonra “Bedeli ödeyen, cephe hattının her iki tarafındaki siviller oluyor” diye konuşuyor.
8 AYDA YARIM MİLYON İNSAN İÇ GÖÇ YAPTI
Mueller’in bu konuşmayı yapmasının öncesinde, Rus ve Suriye savaş uçaklarının İdlib’in güneyindeki hava harekâtları bir süredir yoğun bir şekilde sürmekteydi. Mueller, bu konuşmasında “son haftalardaki çatışmalar sonucu” İdlib’de yerlerinden olan, ülke içinde mülteci durumuna düşen insanların sayısını ‘60 bin’ dolayında veriyor.
Oysa BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye’yi görüştüğü 19 Aralık tarihi, aynı zamanda Esad rejiminin İdlib’in güneyinden kara operasyonunu başlattığı gündür. Aralık ayındaki ikinci kuvvetli göç dalgası bu etapta başlamıştır.
OCHA’nın geçen pazartesi günü (23 Aralık) tarihi itibarıyla yayımladığı İdlib’e ilişkin en son ‘durum raporu’na göre, ‘11 Aralık sonrasında’, yani yaklaşık 10 günlük bir zaman kesiti içinde tespit edilen yerinden olmuş insanların sayısı 130 bine çıkmıştır. Bu durumda Mueller’in 19 Aralık’ta verdiği 60 bin rakamının iki katının da üstüne çıkılmıştır geçen hafta sonunda başlayan göç dalgasında.
OCHA’nın yine 23 Aralık tarihli Suriye ile ilgili genel ‘İnsani Durum Güncelleme’ belgesinde de son dalgada evlerini terk etmek zorunda kalanların “
Durumun ciddiyetini anlatabilmek için Esad rejimi ve Rusya’nın İdlib’in güneydoğusunda 19 Aralık Perşembe günü başlattıkları ‘İdlib Şafağı 2’ harekâtının doğrudan bir sonucuna dikkat çekebiliriz. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Surman’daki (8) numaralı askeri gözlem noktası pazar akşamından bu yana rejim bölgesinin sınırları içinde kalmış bulunuyor.
(Yazıdaki haritada beyaz zemin üzerindeki mavi çizgilerle taralı kısımlar geçen hafta sonuna kadar büyük ölçüde silahlı muhalefetin elindeyken artık rejimin kontrolüne geçmiş bulunan alanı gösteriyor.)
Hatırlanacaktır, Esad Ordusu’nun geçen ağustos ayında sonuçlanan harekâtında da TSK’nın İdlib’in en güneyinde Han Şeyhun’un hemen altında Morik’teki (9) numaralı gözlem noktası rejim bölgesinin sınırları içinde kalmıştı. Böylelikle, Surman’da meydana gelen son gelişmeyle birlikte, Türkiye’nin İdlib’deki toplam (12+1) askeri gözlem noktasından 2’si, bugün Esad güçlerinin kontrolündeki bölgede kalmış bulunuyor.
Böyle olmakla birlikte, Ankara’daki güvenlik kaynakları, bu gözlem noktalarında görev yapan birlikler açısından endişe verici bir durumun bulunmadığını, (9) numaralı gözlem merkezi ağustos ayından bu yana rejim bölgesi içinde faaliyetini nasıl sürdürüyorsa, benzer bir durumun (8) numaralı nokta bakımından da geçerli olduğunu, ikmal yollarının kesilmesi gibi bir sıkıntı yaşanmadığını belirtiyorlar.
*
Burada altı çizilmesi gereken bir nokta var. Esad rejimi, haritada yeşil zemin üzerinde beyaz çizgiyle taralı olan güneydeki bölgeyi Rusya’nın bütün kuvvetli hava desteğine rağmen mayıs ayından ağustos sonuna yayılan uzun bir harekât sonunda büyük bir zorlukla alabilmişti. Buna karşılık, rejimin bu kez haritada mavi-beyaz çizgiyle taralı -neredeyse aynı büyüklüğe yaklaşan bir alanı- 4-5 gün gibi kısa bir zamanda ele geçirebilmesi ilk bakışta şaşırtıcı görünüyor.
Bu kez neden böyle kolay oldu? Türkiye’de akademik düzeyde en önemli İdlib otoritelerinden biri olan Doç.