Yargıtay’daki tabloyu okuyabilmek için öncelikle bütün darbe davalarının toplamını hatırlayalım. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra Türkiye’nin birçok ilinde ağır ceza mahkemelerinde toplam 289 dava açıldı ve bunlardan 272’si sonuçlandı. Bu rakam 17 Ocak 2020 itibarıyla durumu gösteriyor.
DOSYALARIN YÜZDE 65’İ YARGITAY’DA
Buna karşılık Yargıtay’da A) karar aşamasından geçmiş olan ve bunlara ek olarak B) karar öncesinde bir şekilde Yargıtay’da işlem görmekte olan davaların toplamı 165. Bu rakam da 15 Ocak 2020 tarihindeki durumu yansıtıyor.
Bu verilerden, birinci derece mahkemelerde biten 272 davadan 165’inin (yaklaşık yüzde 60) istinaf aşamasını tamamladığını, yani bölge adliye mahkemelerinden ‘onama’ ya da ‘bozma’ şeklinde çıkan kararların bir sonraki kademe olan Yargıtay’a intikal ettiğini anlamamız gerekiyor.
Hemen bu noktada, söz konusu davaların önemli bir bölümünün 2017 yılından itibaren açıldığı dikkate alındığında, birinci derece mahkemelerdeki kararların alınmasının ardından istinaf süreçlerinin göreceli olarak süratli bir şekilde sonuçlandığını belirtebiliriz.
Genel bir gözlem olarak, son derece ayrıntılı bir şekilde yazılan istinaf kararlarına rastlamakla birlikte, kısa ‘onama’ metinleriyle topu doğrudan Yargıtay’ın sahasına atan kararlarla karşılaşmak mümkün. Bu arada, bazı sanıklar hakkında yeniden yargılama yapma yönünde çıkan istinaf kararları da var. Geçen cumartesi günkü yazımızda konu ettiğimiz üzere, İzmir’deki istinaf mahkemesi Ege Ordu Komutanlığı darbe davasında haklarında mahkûmiyet kararı verilmiş 137 sanıktan 71’inin istinaf başvurularını reddederken, 66’sı hakkında yeniden yargılama yapılmasını kararlaştırmıştı.
22 ONAMA, 16 BOZMA
Ancak asıl odaklanmamız gereken kurum bu dosyalarla ilgili son sözü söylemesi açısından önem taşıyan Yargıtay. Daha doğrusu, Yargıtay’ın FETÖ ve darbe davaları konusunda uzmanlaşmış olan, FETÖ bağlantılı suçlardaki içtihatları koyan 16’ncı Ceza Dairesi...
Bu kararı veren istinaf mahkemesinin üç hâkiminin Hakimler ve Savcılar Kurulu tarafından Ankara dışındaki illere gönderilmesini, ayrıca FETÖ’cülükle suçlanmalarını, buna ek olarak İyidil’in yapılan itiraz üzerine yeniden tutuklanmasını değerlendirirken, darbe davalarının genelde nasıl bir seyir izlediğine de kısaca göz atmamız gerekiyor.
Darbe davalarına bir bütün olarak baktığımızda aslında kayda değer oranlarda beraat kararları çıktığını baştan vurgulamalıyız. Şimdi, aldığım resmi rakamlar üzerinden 17 Ocak 2020, yani geçen cuma günü itibarıyla fotoğrafı görmeye çalışalım.
Türkiye’de 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminden sonra bu kalkışmayı konu alan toplam 289 dava açıldı. Ağır ceza mahkemelerinde görülen bu davalardan 272’sinde karar açıklandı, 17 dava ise halen sürüyor. Davaların yüzde 94’ü sonuçlanmış.
Toplam 7 bin 124 sanığın yargılandığı 272 darbe davasında çıkan kararlarda 1.225 sanığa ağırlaştırılmış müebbet (bazıları için birden çok), 1.180 sanığa ise müebbet hapis cezası verildi. Bunları tek bir kümede topladığımızda 2 bin 405 gibi bir rakama ulaşıyoruz ki, bu da yargılanan sanıkların yüzde 33.76’sının darbeye teşebbüsten ya ağırlaştırılmış müebbet ya da müebbet hapis cezasına çarptırıldığını gösteriyor.
Bu toplam içinde 1.544 sanık hakkında 1 yıl 2 ay ile 20 yıl arasında değişen sürelerde hapis cezası verilmiş.
Beraat eden sanıklara gelirsek, karşımıza 2 bin 648 gibi bir toplam çıkıyor. Bu durumda her 100 sanıktan 37’sinin beraat ettiğini anlıyoruz.
Ayrıca, 527 sanık hakkında ‘Ceza verilmesine yer olmadığı’ kararı çıkmış. Bu grupta ağırlıklı olarak ‘önlenemez hata’ kategorisine giren suçları işleyen askerler var. Yani, suç kastı taşımadan darbe fiiline katılmış olan askerler... Örneğin, darbeci komutanları tarafından yanıltılmaları sonucu ‘terörle mücadele harekâtı’ yapıldığını zannedip 15 Temmuz gecesi kışlalarının dışına çıkan subay, astsubay ve erlerin durumu gibi.
Sonradan rahip Craig Brunson soruşturmasındaki rolüyle de Türk kamuoyunun dikkatine gelecek olan savcı Berkant Karakaya, Ege Ordu Komutanlığı bünyesindeki darbe suçlamalarıyla ilgili iddianameyi 21 Ekim 2016 tarihinde ilgili mahkeme heyetine sunduğunda kalkışmanın üzerinden henüz üç ay geçmişti.
Savcı, bu süre içinde toplam 267 sanık hakkında soruşturmayı tamamlayıp, delilleri değerlendirip davayı açabilmişti. Sanık sayısı sonradan 279’a çıkacaktı.
Dava ilginç bir seyir izledi. İzmir 20. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada ilk duruşma 30 Ocak 2017 tarihinde yapıldı. Mahkeme, yaklaşık 16 ay sonra 21 Mayıs 2018 tarihinde ilk kararını açıkladı ve sanıkları iki gruba bölerek, ilk kümedeki 137 sanığı darbe faaliyetiyle ilgili suçlardan mahkûm etti. Ancak bu cezaları verirken kalan 142 sanık açısından dosyayı ayırıp, onlar hakkında yargılamanın devamını kararlaştırdı.
Bu noktada bir dipnot düşelim. Karar okunduğunda yargılamalarının sürmesi öngörülen 142 sanıktan 40’ı için esas hakkında mütalaa açıklanıp savunmalar tamamlanmış, yani yargısal süreç büyük ölçüde tamamlanmıştı. Gelgelelim mahkeme heyeti buna rağmen bu gruptaki sanıklarla ilgili karar açıklamadı, ‘Yargılamaya devam’ dedi. Bu arada, sonradan eklenen dosyalarla birlikte bu gruptaki sanık sayısı 145’e çıktı. Bu şekilde dosyası ayrılan 145 sanığın yargılaması halen devam ediyor. Son duruşma 3 Ocak’ta yapıldı ve bir sonraki duruşma için iki ay sonrasına, 18 Mart tarihine gün verildi. Dikkat çekici bir ayrıntı: Bu gruptaki sanıkların büyük çoğunluğu, 5’i general olmak üzere tutuksuz yargılanıyor.
İSTİNAFTA YENİDEN YARGILAMA TALEBİ
Şimdi 21 Mayıs 2018 tarihinde mahkûm edilen 137 sanığın durumuna bakalım. Bu dosya temyizden bir önceki süreci gösteren istinaf aşamasında İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 18’inci Ceza Dairesi’nin önüne geldi. İzmir’deki istinaf mahkemesi, 9 Aralık 2019 tarihinde davanın seyri açısından önemli bir karar verdi. Mahkeme, oybirliğiyle aldığı bu kararında, mahkûm olan 137 sanıktan 71’inin istinaf başvurularının esastan reddi yönünde değerlendirme yapıp duruşma açmazken, buna karşılık 66 sanık açısından davanın ‘yeniden görülmesini’ kararlaştırdı.
Burada kısaca duralım. İstinaf mahkemesi, toplam 66 sanık hakkında yeniden yargılamaya giderken 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 280’inci maddesinin 1/C bendine göndermede bulundu. CMK 280 1/C, ‘cezayı kaldırma’, ‘daha az ceza’ ya da ‘ceza verilmesine yer olmadığına’ hükmedilebilmesine ilişkin durumları düzenliyor. Yapılan atıf, 66 sanık açısından beraat ya da cezada indirime gidilebileceği yolunda bir işaret olarak değerlendirildi. Mahkeme, bu 66 sanığın yeniden yargılanması için 6 Ocak tarihini verdi.
İstinaf mahkemesinin yeniden yargılamaya gitmesinin önemli bir adım oluşturduğunu bu noktada vurgulamamız gerekir. İstinaf mahkemelerinin yeni bir yargı mekanizması olması itibarıyla sistemin daha yeni yeni oturmakta olduğu dikkate alındığında, İzmir’deki mahkemenin bu kadar çok sayıda sanığı yeniden yargılama kararı alması kayda değer bir ilktir.
Bugün yapmak istediğim, darbe suçlamasıyla müebbet hapis cezasına çarptırılan İyidil hakkında istinaf mahkemesi tarafından verilen ‘beraat ve tahliye kararı’nın ardından meydana gelen, Ankara’da büyük bir çalkantı yaratan ve önümüzdeki dönemde yargının durumu ile ilgili tartışmaları etkileyeceği anlaşılan bu konudaki son gelişmeleri kısaca büyüteç altına yatırmak.
DÖRT GÜN İÇİNDE DÖRT KRİTİK GELİŞME
Önce kısaca süreci özetleyelim. Metin İyidil 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde korgeneral rütbesiyle Kara Kuvvetleri Komutanlığı Eğitim Doktrin (EDOK) Komutanlığı’nda ‘Muharebe ve Muharebe Eğitim Destek Birlikleri Komutanı’ unvanıyla görev yapmaktaydı. İyidil Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs suçlamasıyla yargılandı ve mahkeme 27 Nisan 2018 tarihinde kendisini ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı.
İstinaf aşamasında Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 20. Ceza Dairesi, geçen hafta 14 Ocak tarihinde oybirliğiyle ilk derece mahkemesi kararının kaldırılarak İyidil’in beraatı ile tahliyesine karar verdi. Ancak Ankara Bölge Adliye Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı, bu karara bir diğer dairede itiraz etti. Bunun üzerine 21. Ceza Dairesi, 15 Ocak’ta 20’nci Ceza Dairesi’nin kararını bozdu ve isnat edilen suç ve kaçma şüphesini gözeterek İyidil hakkında tutuklamaya yönelik yakalama kararı çıkardı.
Bir bu kadar çarpıcı olan gelişme, Hâkim ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) 16 Ocak’ta yaptığı bir toplantıda İyidil hakkında beraat ve tahliye kararı veren 20. Daire’yi fiilen dağıtarak hâkimlerin üçünü de Ankara dışındaki illere göndermesi oldu.
İyidil, ardından 17 Ocak’ta yeniden tutuklanarak cezaevine gönderildi.
YARGITAY BAŞKANI’NDAN İKİ TARAFA DA ELEŞTİRİ
Bu konudaki en ilginç çıkışı geçen hafta sonunda Sözcü gazetesi Ankara Temsilcisi
Libya’daki krize kalıcı bir çözüm bulmak üzere bir yol haritası oluşturulacaksa, olması gereken her şey önceki gün gerçekleştirilen Berlin Konferansı’nın sonunda açıklanan metne konmuş durumda.
Hiçbir şey açıkta kalmamış. Ateşkesten silah ambargosuna, siyasi sürecin yeniden başlatılmasından güvenlik sektörü reformuna, ekonomik reformlardan insan haklarına ve ayrıca bundan sonrasına dönük izleme sürecine kadar her konu 7 başlık altında düzenlenmiş, tam 55 madde halinde.
“Biz katılımcılar” ya da “Biz” diye başlayan paragraflarda imzacı ülkeler çok önemli taahhütlerde bulunuyor. Örneğin “Silahlı çatışmaya ve Libya’nın iç içişlerine karışmaktan kaçınacaklarını” taahhüt ediyorlar. (Madde 6) “Kalıcı ateşkes için çabalarını kuvvetle arttıracaklarını” söylüyorlar. (Madde 9) “Askeri hareketleri ve savaşan taraflara doğrudan yardımı durdurma” çağrısında bulunuyorlar. (Madde 10) Ayrıca, “Silahlı kuvvetlerin ve milislerin çatışma durumundan çıkarılması ve silahsızlandırılması” için de bir çağrı yapıyorlar. (Madde 12)
Bitmedi... “BM’nin silah ambargosuna tümüyle saygı göstereceklerini ve uygulayacaklarını” da belirtiyorlar. (Madde 18) Kritik bir madde daha var. Bu maddede aktörlere “Çatışmayı ağırlaştıracak, ambargoyu ihlal edecek her türlü faaliyetten uzak durma” çağrısı yer alıyor. Hatta ‘paralı askerler’ de bu çağrının kapsamı içine alınıyor. (Madde 19)
BÜTÜN MESELE UYGULAMA
Bütün bu taahhütleri yüklenen ve başka ülkelere de aynı doğrultuda hareket etmeleri çağrısında bulunanlar kim diye merak edebilirsiniz. Bu ülkelerden biri Türkiye. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi de imzacılar arasında (ABD, Rusya, Çin, Britanya ve Fransa). AB üyesi Almanya ve İtalya ile Libya’nın iki komşusu Mısır ile Cezayir’i de gruba dahil edelim. Ve son olarak Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Afrika Birliği’ni temsilen Kongo...
Ancak Cumhurbaşkanı’nın bu eleştiriyi getirirken ‘tüm yargı dünyası’na “yasa maddelerine değil vicdanlarına kulak vermeleri” çağrısında bulunması, yansıttığı hukuk anlayışı bakımından başlı başına bir değerlendirmeyi gerekli kılıyor.
Önce Erdoğan’ın 9 Ocak’ta Ankara’da engellilerin kamu kurumlarına yerleştirilmeleriyle ilgili toplantıdaki konuşmasının ilgili bölümüne bakalım. Cumhurbaşkanı, mahkemenin verdiği cezayı soruşturduğunda kendisine bu cezanın ‘kanundaki en yüksek oran olduğu’ bilgisinin aktarıldığını belirttikten sonra şunları söylüyor:
“Ben kanundan bahsetmiyorum, ben haktan bahsediyorum, hukuktan, adaletten bahsediyorum. Siz burada hakkı arayacaksınız, hukuku arayacaksınız, adaleti arayacaksınız. Böyle bir olay kendi kızının başına gelmiş olsa, orada bu olayı nasıl değerlendirirsin? Kanunlara mı bakacaksın? Yoksa böyle bir hak olur mu, böyle bir adalet olur mu, buna mı bakacaksın? Onun için buradan ben tüm yargı dünyasına da sesleniyorum: bu kanunların sayfaları arasındaki maddelere değil, vicdanınızın sesine lütfen kulak verin. Adaletin tecellisini hakta, hukukta arayın. Her zaman söylüyorum: Benim yolum kanun yolu değil, hukuk yoludur. Hukuk eşittir kanun değildir. Bir defa bunu iyi anlamamız lazım.”
★ ★ ★
Görüleceği gibi, Erdoğan, çok açık bir dille hâkimlerin kanun maddelerine değil, vicdanlarının sesine göre karar vermelerini talep ediyor. Bu bakışta, soyut bir ölçü olan ‘vicdan’ objektif bir kural olan ‘kanun maddesi’nin önüne geçmiş oluyor.
Bir an için bu doktrine dayanan bir hukuk düzenine geçtiğimizi ve hâkimlerin önlerine gelen dosyalarda yasa maddelerine bakmakla birlikte vicdanlarının sesine öncelik verip kendi ölçülerine göre kararlar vermeye başladıklarını düşünelim. Kendimizi nasıl bir hukuk ortamında bulurduk?
Muhtemelen, aynı suç fiilleri karşısında her hâkim kendi vicdani ölçülerine göre hüküm vereceği için kararların mahkemeden mahkemeye farklılık göstereceği büyük bir dağınıklık durumu ortaya çıkacak olurdu.
★ ★ ★
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Rusya lideri Vladimir Putin, geçen hafta çarşamba günü İstanbul’da yayımladıkları bildiride Libya konusunda ortak hareket edeceklerini duyurarak taraflara ateşkes çağrısında da bulundular. Bunu yaparken “İdlib’de sükûnetin sağlanması ihtiyacını” da vurguladılar. Ardından İdlib’de de ateşkes uygulanacağı açıklandı. Zaten her iki ateşkes için aynı başlama saati, yani cumartesiyi pazara bağlayan gece yarısı belirlendi.
Böylelikle Libya’da Türk-Rusya ortak inisiyatifi harekete geçerken, Rusya eşzamanlı bir şekilde Türkiye’ye karşı İdlib’de önemli bir taahhüt üstlenmiş oldu.
Nitekim, İdlib’deki ateşkes Libya’da olduğu gibi planlandığı şekilde zamanında yürürlüğe girdi. Hatta ilk 72 saat içinde Esad ordusunun İdlib’de karadan topçu atışı şeklinde yaptığı bazı münferit ihlaller sayılmazsa ateşkes uygulandı da; örneğin tek bir Rus savaş uçağı havalanmadı...
Ortalık sakinleşti zannedilirken, çarşamba sabahından itibaren Rus Hava Kuvvetleri’ne bağlı savaş uçakları yeniden İdlib semalarında boy gösterdi. Suriye savaş uçaklarının da katıldığı hava harekâtlarında İdlib vilayetinin güneyinde M-5 karayolu üzerindeki Maarat el Numan şehri, civarındaki yerleşimler ve ayrıca kuzeydeki İdlib şehir merkezini hedef alan yoğun bombardıman dün de devam etti.
Bunu Esad ordusunun yine Maarat el Numan hedefine dönük olarak doğudan batıya doğru başlattığı kara harekâtı izledi. Dün akşam saatlerine doğru rejimin İdlib’in güneydoğusunda kontrolü altına aldığı alan batıya doğru biraz daha genişlemiş, Esad ordusu bazı noktalarda M-5 karayoluna doğudan biraz daha yaklaşmıştı.
RUSYA CEPHESİNDE İNANDIRICILIK SORUNU VAR
İdlib’de gördüğümüz bu tablo bize ne anlatıyor? Öncelikle, Rusya’nın ateşkes taahhüdüne en çok 72 saat sadık kaldığını anlatıyor. Rusya, Türkiye’ye söz vermekte, bir süre bu sözünü tutmakta, ardından sahada yine bildiğini okumaktadır. Bu, süreklilik gösteren ve Putin cephesinde artık ciddi ölçülerde bir inandırıcılık ve samimiyet sorununa işaret eden bir kalıptır.
Rus tarafı, eleştirilere ne yanıt veriyor? Ruslar, İdlib için 17 Eylül 2018 tarihinde imzalanan ‘Soçi Mutabakatı’nda öngörülen ‘silahsızlanma bölgesi’nin teröristlerden arındırılmadığını, Türk tarafının bu yöndeki taahhüdünü tutmadığını söylüyor.
Libya’nın istikrar içinde olması en önce Avrupa kıtası açısından önem taşıyor.
Böyle bir tablo karşısında öncelikle Avrupa Birliği’nin Libya’daki duruma ağırlığını koyması ve yapıcı bir rol oynaması beklenirdi, değil mi? Hayır, hiç de öyle olmadı geçen yıllar içinde. 2011’de Muammer Kaddafi’nin bir NATO askeri müdahalesiyle devrilmesinden sonra iyice yayılan iç savaş her yıl biraz daha derinleşti ve gelinen noktada ülkenin sıcak çatışma halindeki iki taraf arasında fiilen bölündüğü bir tablo yarattı.
Dışarıdan dahil olan aktörlerin savaşan tarafların arkasında kümelenmeleriyle birlikte, aslında bir iç savaş olmaktan çıkıp ittifakların karşı karşıya geldiği bir uluslararası çatışmaya, büyük bir nüfuz mücadelesine dönüştü Libya’daki kriz.
Bunun sonucu sadece Fayiz es Serrac’ın başında olduğu ve BM’nin meşru otorite kabul ettiği Ulusal Uzlaşı Hükümeti’ne bağlı kuvvetlerle, Halife Hafter’in liderliğindeki ‘Libya Ulusal Ordusu’ güçleri savaşmıyor bugün Libya’da. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok aktör doğrudan ya da dolaylı olarak çatışma halindeler. Tabii bu çatışmanın yaşandığı ülkenin bölgenin en önemli petrol üreticilerinden biri olması meseleyi daha da kritik bir çerçeveye oturtuyor.
TÜRKİYE VE RUSYA DENKLEME YERLEŞTİ
Avrupa’nın arka bahçesindeki bu iç savaşta geçen hafta sonu yürürlüğe giren ateşkes, Avrupa diplomasisinin değil, Türkiye ile Rusya’nın üstlendiği ortak bir inisiyatifin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Halife Hafter önceki gün masaya konan çerçeve metne imza atmadan Moskova’dan ayrılmış olsa da, her şeye rağmen sahada çatışmasızlığın sağlanıp diplomatik bir hareketliliğin yaratılabilmesi, yine de barışçı bir çözüm yönünde değeri azımsanmayacak bir adımdır.
Bu açıdan baktığımızda son gelişmelerden çıkartılacak en kayda değer sonuçlardan biri, Türkiye ve Rusya’nın ortak inisiyatifinin belirgin bir etki icra edip, bu iki ülkeyi Libya denkleminin içine kuvvetli bir şekilde yerleştirmiş olmasıdır.