Paylaş
Birinci yazı dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in 2002 başındaki uyarılarını, ikincisi ise 3 Kasım 2002 seçiminden sonra başbakanlık makamına gelen Abdullah Gül tarafından ABD’ye verilen mesajları konu alıyordu.
Burada önem taşıyan nokta, Ecevit ile Gül’ün ABD’nin savaş seçeneğinin Irak’ı büyük bir istikrarsızlığın içine iteceği yolundaki değerlendirmelerinin birebir örtüşmesi, mesajların süreklilik ve tutarlılık göstermesidir. Zaten Gül de önceki günkü sohbetimizde “Bülent Bey’in söyledikleri doğrudur” diyerek bu örtüşmeyi vurgulamış oluyor.
ANKARA UYARILARINDA HAKLI ÇIKTI
Ecevit ve Gül’ün bundan neredeyse 20 yıl önce yaptıkları uyarıları bugün Irak’ta tanıklık ettiğimiz kaotik hadiseler üzerinden yeniden hatırladığımızda, Türkiye’nin yöneticilerinin ‘Pandora’nın kutusu bir kere açılırsa’ neler olabileceğini isabetle tahmin ettiklerini görüyoruz. Bu tespit yalnızca siyasiler değil, o dönemde siyasi otoriteye ‘sözünü sakınmadan’ görüş bildiren Dışişleri bürokrasisi açısından da geçerlidir.
Ankara’nın öngörüleri tutmuş, örneğin “Aman kurumları ortadan kaldırmayın” mesajı önemsenmediği ve başta ordu olmak üzere bütün kurumsal yapı ABD tarafından tahrip edildiği için Irak’taki devlet aygıtı çökmüştür. Yerine etkili yeni bir yapı da konamadığından ülke yönetilemez bir hale gelmiştir. Irak’ın toprak bütünlüğü, kuzeydeki özerk Kürt yönetim bölgesinde 2017 yılında gerçekleştirilen bağımsızlık referandumu sırasında yaşandığı üzere şimdilik zoraki bir şekilde korunabilmektedir. Ülkenin siyasi birliğinin sürdürülebilmesi için gerekli olan ortak mutabakat pamuk ipliğine bağlıdır.
İRAN’IN NÜFUZ ALANINA GİRDİ
ABD’nin müdahalesi Sünni silahlı direnişini tetiklerken, bir başka düzlemde Sünni-Şii ekseninde bir çatışma hattı ortaya çıkmış, sonuçta ülkenin geniş bir alanı asayiş sorunlarıyla kaplanmıştır.
Meselenin mezhepsel boyutunun yarattığı kırılma özellikle vurgulanmalıdır. ABD’nin Saddam Hüseyin’i devirmesi, Irak’ın bağımsızlığını kazanmasından önce yaklaşık 4 yüzyıl boyunca Osmanlı yönetimi altında kalmış olan bu coğrafyada Şiilerin ilk kez iktidarda gerçek anlamda söz sahibi olmasının da önünü açmıştır. Bu durum beraberinde İran’ın Irak üzerinde, kimin iktidara geleceğini tayin etme noktasına kadar uzanabilen muazzam bir nüfuza sahip olmasını getirmiştir. Sonradan sahada şekillenen sonuçlara bakılırsa, 2003’te Saddam Hüseyin’i deviren Neocon’ların, fiiliyatta Irak’ı bir ‘doğal nüfuz alanı’ olarak altın bir tepside İran’a armağan ettiklerini teslim etmemiz gerekir.
Aslında geride bıraktığımız aylarda Irak’ta meydana gelen kitlesel gösteriler Şiiler de dahil olmak üzere halkın azımsanmayacak bir kesiminin İran’ın bu ülke üzerindeki etkisine duyulan birikmiş tepkilerin de bir yansımasıydı.
İŞİD GÜÇLENİNCE
İlginçtir ki Irak, ABD’nin müdahalesinden sonra Washington ile Tahran’ın çatışma halinde olmakla birlikte -paradoksal bir şekilde- zaman zaman iktidarı paylaştıkları bir alana da dönüşmüştür. Örneğin, iki ülke bazen kendilerini IŞİD karşısında olduğu gibi aynı cephede saf tutarken bulabilmiştir.
Başkan George W. Bush’un 2008 yılında Irak’tan asker çekmeye karar vermesi ve 2009’da işbaşı yapan Başkan Barack Obama’nın da bu takvimi uygulamasıyla, bir dönem toplam sayısı 170 bine kadar çıkan ABD askeri gücünün büyük ölçüde sahadan çekilmesi ve yalnızca eğitim ve danışmanlık amaçlı birliklerin bırakılması, Irak’ta bu kez de ciddi bir otorite boşluğu doğurmuştur.
Bu boşluk IŞİD/DEAŞ’ın güçlenerek muazzam bir alan hâkimiyeti kazanmasına, Ortadoğu ve bütün insanlığın başına büyük bir bela haline gelmesine yol açmıştır. Irak’ın birçok şehri 2014’te Musul da dahil olmak üzere IŞİD’in kontrolüne geçmiştir. IŞİD, bu süreçte Fırat’ın doğusunda geniş bir alanı da içerecek şekilde Suriye’nin önemli bir bölümünü egemenlik alanına dahil etmiştir.
ABD, bunun üzerine 2014-2015 döneminde uluslararası bir koalisyon oluşturarak IŞİD’le mücadeleye girişmiştir. Bunu yaparken PKK’nın uzantısı YPG’yi yanına askeri müttefik olarak alıp yeni arayışlara girmesi, ABD’yi Türkiye ile karşı karşıya getirmiştir.
Görüleceği gibi, 2003 yılında atılan bir yanlış adım sonraki süreçte her seferinde yeni sorunları, krizleri tetiklemiş, bunlara çözüm amacıyla yapılan her hamle, her düzenleme bu kez başka krizleri yaratmış ya da mevcut krizlerin dallanıp budaklanmasına neden olmuştur. Özetle, nehrin yatağına bir kez müdahale edilince olayların akışı kontrolden çıkmış, hadiseler zincirleme bir akış içinde bütün aktörleri muhtelif istikametlere sürüklemiştir.
SAVAŞ GEREKÇESİ YALAN ÇIKTI
Bugün Irak’ta yaşananları böyle bir perspektif içinde değerlendirebiliriz. Meseleyi teşhis etmeye kalktığımızda, olayların bütün akışı bizi başlangıç noktası olarak ABD’nin 2003’teki askeri müdahalesine götürüyor.
ABD, savaş kararını alırken görünüşte bu adımını bölge barışı açısından meşru bir gerekçeye, Irak’ta kitlesel imha silahları bulunduğu tezine dayandırmıştı. Sonradan bu gerekçenin CIA’in bir çarpıtması olduğu ortaya çıkmıştır. Savaşın Irak’ta yol açtığı büyük yıkımın ve yüz binlerce insanın ölümünün gerisinde bu çarpıtma yatıyor.
ABD, 2003’te Irak’a savaş açmasından tam 17 yıl sonra bugün Irak’ta İran ile açık bir savaş halindedir. ABD’deki başkanlık seçimi yaklaşırken, Donald Trump’ın bütün kestirilemez kişilik çizgisi ve dürtüleri de hesaba katıldığında, mevcut savaş halinin önümüzdeki dönemde hangi yönlere savrulabileceğini tahmin edebilmek mümkün değil.
ABD 2003 yılında Irak’ı işgale başlarken, bu ülkede tesis edeceği üsleri günün birinde İran’ın balistik füzelerle vuracağına ilişkin bir senaryo acaba Washington’da kimsenin aklından geçmiş miydi?
Paylaş