Saffet Emre Tonguç

Anadolu’nun kalbine yolculuk

7 Mayıs 2021
Baharın verdiği coşkuya milli bayramların sevincinin katıldığı bugünlerde aklıma düştü Ankara. Genellikle siyasetin ve diplomasinin merkezi olarak anılsa da benim için çok daha derin anlamlar taşır bu kadim kent. İstanbul, akılları ve gönülleri çelse de, modern Türkiye’nin başkenti Ankara hem geçmişi hem bugünüyle görünenin çok daha ötesinde. Geçmişin izini sürelim ve birlikte keşfedelim Anadolu’nun merkezi Ankara’yı.

Binlerce yıldır önemli bir ticaret ve yönetim merkezi olan bölgede, MÖ 1200’lü yıllarda Hititlerin yaşadığı biliniyor. Bu dönemde Ankuwash adıyla anılan şehir, daha sonra Lidya ve Perslerin egemenliğine girmiş. Gordion’da kimsenin çözemediği düğümü kılıcıyla ortadan ikiye ayıran Makedonyalı Büyük İskender, MÖ 333’te o zamanki adı Ankyra olan Ankara’yı ele geçirmiş. Romalılar zamanında Angora adıyla karşımıza çıkan şehir, MÖ 24’te Roma İmparatorluğu’nun Galatia başkentiymiş. Daha sonra, Osmanlı için önemli bir dönüm noktası olan ve I. Bayezıt ile Moğol hükümdarı Timur arasındaki Ankara Savaşı ile tarih sahnesindeki yerini almış.

KEŞFE TARİHTEN BAŞLAYIN

Ve bu olaydan yaklaşık 500 yıl sonra, 13 Ekim 1923’te, Kurtuluş Savaşı yıllarında merkez görevi üstlendiği için şehir, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan oylama sonucunda başkent ilan edilmiş.

Ankara’yı keşfetmeye önce tarihi Ankara Kalesi’nden başlayabilirsiniz. Ahşap evlerin arnavutkaldırımlı sokaklara taştığı Ankara Kalesi, 3 bin yıl önce Hititler tarafından yapılmış. Bugün gördüğünüz kalıntılarsa Bizans imparatoru III. Mihail’in yaptırdıkları. En kuzeydeki Akkale’den Ankara’nın güzel manzaralarını görmek mümkün.

Ankara Kalesi

EN GÜZEL SELÇUKLU ESERLERİ

Güney Kapı’nın içindeki Alaaddin Camisi 12’nci yüzyıldan kalma bir Selçuklu şaheseri. Kalede, 24 ahşap sütunun üzerinde yükselen Aslanhane Camisi de şehrin en eski ve çarpıcı yapısı. İçine girerseniz 1209 yılına tarihlenen ve Selçuklu mimarisinin en güzel örneklerinden olan minbere muhakkak göz atın. Gene aynı bölgedeki Ahi Elvan Camisi, diğerinin gölgesinde kalsa da görülmeye değer yapılardan. İki caminin arasındaki Pirinç Hanı gezginlerin konaklaması için Ankara’nın ilk hanı olarak 18’inci yüzyılda yapılmış. Çıkrıkçılar Yokuşu bakır, halı ve antika satan dükkânların bulunduğu bir yer. Eski bir kervansaray olan Çengel Han’daki Rahmi Koç Müzesi ise şehrin yenilerinden. Avlusunda oturulan ve antikacılarla dolu Pirinç Han, kalenin etrafını renklendiren binalardan.

Roma döneminden beri yerleşimin olduğu ve surlarla çevrili kaledeki en önemli eser hiç şüphesiz, Türkiye’nin sayılı müzelerinden biri olan Anadolu Medeniyetleri Müzesi. Anadolu’nun zengin tarihini gözler önüne seren bu müzede, taş devrinden klasik dönemlere kadar çok sayıda seçkin eseri bir arada görmeniz mümkün. 15’inci yüzyıldan kalma, eski bir bedestenin restore edilmesiyle ortaya çıkan yapıdaki eserler, dünyanın bilinen en eski neolitik yerleşimi olan Çatalhöyük’le başlıyor. Müzedeki camekânlarda gördüğünüz, Asurluların küçücük tabletlere sığdırdıkları kanunlar ve ticari dokümanlar inanılmaz bir uygarlığa sahip olduklarını gösteriyor. Mısır kraliçesi Nefertiti’nin Hitit kraliçesi Puduhepa’ya yazdığı mektup, geçmişin bu iki önemli medeniyetinin ilişkilerini gözler önüne seriyor.

Yazının Devamını Oku

Uludağ’ın eteklerindeki hazine

30 Nisan 2021
Anadolu tarihinde her dönem önemli bir merkez olmuş Bursa. Fetihler, göçler, savaşlar ve zaferlere tanıklık etmiş. Yeşil günleri geçmişte kalsa da her adımda tarihten bir iz çıkıyor bu şehirde karşımıza. Gelin size benim bildiğim Bursa’yı anlatayım. Sağlıklı ve yeniden gönlümüzce gezeceğimiz günler geldiğinde, yolunuz düşerse listenize almanız için hem lezzet durakları hem de görmeden dönmemenizi önereceğim yerleriyle ufak bir Bursa turuna hazır mısınız?

Bursa Kültür ve Sanat Vakfı’nın başkanlık görevini 10 yıldan fazla süre başarıyla yürüten Fatma Durmaz Yılbirlik ile çıktığımız bir yolculuk bugünkü yazımın nedeni. İki Bursa sevdalısı yoldaş olduk birbirimize ve yolun sonunda harika bir rehber çıktı ortaya. Ne mutlu bana ki ‘Bursa Hakkında Her Şey’ ve ‘Bursa the Ultimate Guide’ ile pandemi sürecinde yayımladığım kitap sayısı 12 oldu. Mesleğim için üretmeye devam ederek 6 Türkçe, 5 İngilizce ve 1 Almanca kitap yazmış olmak benim için ayrı bir sevinç kaynağı. Hadi şimdi gelin Bursa’yı birlikte gezelim.

ADINI USTASINDAN ALIYOR

Gezimize önce lezzet duraklarından başlayalım. Bursa denince ilk akla gelen ‘yoğurtlu döner kebabı’ olur. Bu yemeğin hikâyesi, 1867’ye, et pişirme ustası bir aileden gelen İskender Efendi’nin Uludağ yaylalarında kuzu ve koyun etlerini dikey bir çubuğa kat kat yerleştirmesi ve tasarladığı dik bir ocağın önünde döndürerek odun kömürüyle pişirmesiyle başlıyor. Yemeğin adı ustasından dolayı ‘İskender döner’ oluyor. Zamanla pide, özel tereyağı, sos, yoğurt, domates ve yeşil biber ilavesiyle geliştirilen bu kebap türünün ünü dilden dile yayılmaya başlıyor.

Yoğurtlu döner kebabı

KLASİK LEZZET, CANTIK

Bursa’da yoğurtlu döner kebabın  en iyisi, Cemil ve Cemal Usta’nın eski garajdaki ufak yerinde yenir. Cemal ve Cemil kardeşler İskender Efendi’nin kebapçı dükkânında garson olarak işe başlamışlar. O zamanın ustası, bu iki gencin çalışkanlığından çok etkilenmiş. İşin mutfağına sokarak bu mesleği onlara öğretmiş. Kardeşler de 1964’te kendi dükkânlarını açarak bu zamana kadar gelen büyük bir marka olan Uludağ Kebapçısı’nı yaratmışlar. Kebabınızın tadını çıkarırken yanında şıra içmenizi öneririm.

Adı Bursa ile özdeşleşmiş bir başka yer de leziz köfteleriyle Çiçek Izgara. Kurulduğu 1963’ten beri kendine özgü ızgara tarzıyla tamamen yerel malzemelerle hazırlanan köftenin tadına doyamayacaksınız. Köfteseverlere bir adres daha önereceğim: İdris Pideli Köfte. Kuruluşu 1937’ye dayanan ve o zamandan beri Kayhan Çarşısı’nda hizmet veren bu aile işletmesinde pideli köftenin tadına bakın.

Bursa’ya gidince tatmanız gereken bir diğer lezzetse cantık. Bir Bursa klasiği olan cantık, 1800’lerde Kafkaslar’dan Bursa’ya gelmiş Kırım Tatarlarına özgü, pideye benzeyen bir hamur işi. Bursalıların çok sevdiği bu hamur işi düğünlerde, sünnetlerde, cenazelerde ve daha birçok özel günde sofraları süsler. 1860’tan beri Bursa’daki kebapçılara döner pidesi yapan, günümüzde de Türkiye’nin her yerine kebap pidesi gönderen Pidecioğlu’nda bu lezzetin tadına varın.

Yazının Devamını Oku

Osmanlı’ya damgasını vuran mimarlar

23 Nisan 2021
İmparatorluğun simge yapıları, ünlü mimarların eserleri birer anıt gibi ayakta duruyor. Osmanlı’nın en büyük mimarı Koca Sinan ve 19’uncu yüzyıla damga vuran Balyan ailesinin yeri ayrı. Bu hafta, ustaların ustası Mimar Sinan’ın Edirne’deki izlerini ve Balyanlar için şimdiye kadar yazılmış en kapsamlı kitabı anlatacağım sizlere.

Osmanlı İmparatorluğu, hüküm sürdüğü coğrafyalarda birbirinden ünlü mimarların imzasını taşıyan sayısız eser bırakmış. Kayseri doğumlu ve muhtemelen Ermeni kökenli olan Mimar Sinan’ın eserlerinin yeri hep başka olmuş. Devşirme olarak eğitilen mimar, 1540’lardan ölene kadar başmimarlık görevini sürdürmüş. Mimar Sinan’dan bahsetmişken, günümüze ulaşan eserlerle en çok bilgiye sahip olduğumuz 19’uncu yüzyılda imparatorluk başkenti İstanbul’a damga vuran Balyan ailesini de hemen ardından anmak gerekir. Bıraktıkları eserlerin çok ötesinde, bu mesleğe gerçekten gönül vermiş bir aile olan Balyanların adını yaşatacak bir kitap sevgili mimar ve yazar Büke Uras’ın üç seneyi bulan titiz bir araştırması sonucunda ortaya çıktı: ‘Balyanlar, Osmanlı Mimarlığı ve Balyan Arşivi’.

Ustalık eseri eski başkentte

Osmanlı İmparatorluğu’na 92 yıl başkentlik yapan Edirne, tarihi dokusu, doğal güzellikleri ve lezzetli mutfağıyla özel bir ilgiyi hak ediyor. Meriç ve Tunca nehirlerinin bereketiyle beslenen ve yıllarca farklı toplulukların etkisinde kalan kadim topraklar kültürel çeşitliliğini arttırırken, geleneksel değerlerini korumayı da başarmış.

Benim Türkiye’deki en sevdiğim camilerden biri olan Eski Cami, adını her biri farklı tarzda inşa edilmiş üç şerefeden alan Üç Şerefeli Cami, Muradiye Camisi, dünyanın üçüncü büyük sinagogu olan Büyük Edirne Sinagogu, Edirne Müzesi, Makedonya Kulesi ile Bedesten Çarşısı ve Mimar Sinan’ın imzasını taşıyan Ali Paşa Kapalı Çarşısı’nı mutlaka görülmesi gerekenler listenize alın.

Benim önerim şehre ya Hıdırellez zamanı ya da geleneksel yağlı güreşlerin yapıldığı festival günlerinde gidin. Gitmişken günbatımının keyfini Tunca ve Meriç nehirlerinin birleştiği noktada çıkarın. Yaprak ciğerin de tadına bakmadan dönmeyin.

Edirne’yi gezmeye Selimiye Camisi’ni ziyaret ederek başlamak âdettendir. 1569-1575 arasında tamamlanan bu görkemli yapının, Koca Sinan’ın diğer eserlerinin güzelliğini geride bıraktığı düşünülür. Yerden yüksekliği 43 metreyi bulan 31 metre çapındaki kubbesiyle dikkat çeker. 2011’de kültürel varlık olarak UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınan cami, iç tasarımında kullanılan ve dönemin en iyi örnekleri kabul edilen taş, mermer, ahşap, sedef ve çini işçiliğiyle ayrıca değer taşır. Mimar Sinan’ın çıraklık eseri Şehzade Camisi ve kalfalık eseri Süleymaniye Camisi İstanbul’u süslerken ‘ustalık dönemi eseri’ olan Selimiye, Edirne’nin simgesidir.

Bugün cami tarihi bir meydanın ortasında; hemen arkasında Sultan Selim Saray Hamamı’nın kalıntılarını ve küçük bir parkta bir araya toplanmış olan eski

Yazının Devamını Oku

Geçmişin gölgesinde bir mola

16 Nisan 2021
Günümüzde saraylar, kasırlar, köşkler ve bazı müzeler uluslararası müzecilik standartlarına uygun olarak Milli Saraylar Başkanlığı idaresi altında. Milli Saraylar tanımı ilk olarak Büyük Önder Atatürk’ün kaldığı saraylar için kullanılmış. Halen Atatürk’ün anısına Dolmabahçe ve Beylerbeyi saraylarında nöbet tutan askerler var. Cumhuriyet’in ilk yıllarında çalışmaya başlayan kurum, geçmişten gelen mirasımızın gelecek nesillere aktarımında çok önemli bir görev üstleniyor. Bu hafta, İstanbulseverlerle yeniden kavuşacak olan ‘İstanbul Hakkında Her Şey’ kitabımda detaylıca bahsettiğim saray, kasır ve müzelerin bazılarını yazdım...

OSMANLI’NIN YENİ DÖNEMİNİ SİMGELİYOR
Dolmabahçe Sarayı
Son altı Osmanlı padişahına ev sahipliği yapan saray, çok sayıda binadan oluşan Topkapı Sarayı’nın aksine tek büyük bir yapı ve etrafında birkaç köşk ve geniş bir bahçe olarak inşa edilmiş. Yenilikçi bir sultan olan Abdülmecit’in yeni sarayını, Tarihi Yarımada’nın dışında Boğaz’a yaptırması Osmanlı’nın geçmişle geleneksel bağını kırdığının da işareti kabul ediliyor.

Saray, Balyan ailesinden Garabet ve oğlu Nigoğos Balyan tarafından tasarlanmış. 13 yıl süren inşası 1856’da tamamlandığında ana binanın 285 odası, 43 salonu ve 6 banyosu varmış. Özellikle yaz aylarında ayrı bir güzelliğe kavuşan saray bahçeleri, ustaların sanatlarını sergilemek için yarıştığı alanlar haline gelmiş. Sarayın iç dekorasyonu Paris Operası’nı da tasarlayan Sechan isimli bir Fransıza ait. İçerideki Bakara ve Bohemya kristalleri, Sevres ve Yıldız porselenleri, Hereke halıları göz kamaştıran güzellikte. Kullanılan döşemelik ve perdelik kumaşlar yerli malı. Birçok yabancı konuğun hediyeleriyle zamanla daha da görkemli bir dekorasyona kavuşmuş.

İmparatorluğun ihtişamını vurgulamak için gösterişli detaylarla süslenmiş Selamlık bölümünden protokolün hüküm sürdüğü Süfera Salonu’na çıkan muhteşem kristal merdivenlerde, Atatürk’ün hayata gözlerini yumduğu odada, önemli kutlamalar için kullanılan Muayede Salonu’nda, sarayın günlük yaşantısına şahit olabilecek şekilde düzenlenmiş Harem bölümünde geçmişin ihtişamını hissedebilirsiniz. Sarayın yaklaşık 500 tablodan oluşan bir resim koleksiyonuna sahip olduğunu da hatırlatayım. Sarayın saltanat kapısına doğru giderken Sultan II. Abdülhamit için inşa edilen 27 metre yüksekliğindeki, dört katlı saat kulesine biraz zaman ayırın. 1890’da Sarkis Balyan tarafından yapılan kulenin köşelerine birer fıskiye, zemin kata iki termometre ve iki barometre yerleştirilmiş. Süslü ikinci katta Sultan II. Abdülhamit’in tuğrasını, dördüncü katın her yüzünde Fransız yapımı saatleri görebilirsiniz.

Kabataş’tan Beşiktaş’a kadar uzanan bu saray kompleksinin Veliaht Dairesi günümüzde Resim Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor. 1937’de İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne (bugünkü Mimar Sinan Üniversitesi) bağlı olarak Atatürk’ün emriyle kurulan müze, 19’uncu yüzyıl Türk sanatçılarının tablolarından oluşan geniş bir koleksiyona sahip.

Matbah-ı Amire (Dolmabahçe Saray Mutfakları) binalarıysa Dolmabahçe Sarayı depolarında saklanan eserlerin sergilenebilmesi için 2006’da bir depo müze olarak açıldı.

Yazının Devamını Oku

Bir doğa harikası Slovenya

4 Nisan 2021
Geçen yıl mart başında son yurtdışı seyahatimi Slovenya’ya yapmıştım. Seyahatten döndük ve evlere kapandık. O son seyahat güzel bir anı olarak kaldı derken, bir yıl sonra, adeta bir döngüyü tamamlar gibi ilk yurtdışı uçuş kartımda yazan ülke yine Slovenya’ydı. Yugoslavya’nın bölünmesiyle ortaya çıkan altı ülkenin en zengini olan Slovenya’yı biraz daha yakından tanıyalım. Eminim, okudukça görmek için sabırsızlanacaksınız...

Tarihçi ve profesyonel rehber olarak geçen 35 yıl içinde sürekli hareket halindeydim. Binlerce insan tanıdım bu yolculuklar sayesinde. Tabii bir sürü de anı biriktirdim. Bu anılarımın arasına ekleyeceğim bir olayı da pandemi döneminde yaşadım. Avusturya’daki Vivamayr Maria Wörth sağlık merkezine gitmek için Lübliyana Havalimanı’na indiğimde yeniden farklı bir coğrafyada olmanın keyfini hatırladım. Üstelik çok sevdiğim Slovenya’daydım. Size Slovenya’yı tek cümlede şöyle özetleyebilirim: Aynı gün içinde Alp Dağları’nda doğayla baş başa keyif yapıp Akdeniz’in ılık sularına kendinizi bırakabilirsiniz.

Avrupa’da ilk demokrasi

İsviçre’nin yarısı kadar bir yüzölçümüne sahip Slovenya. Arabayla dolaşmayı sevenlerdenseniz karlı dağlar, yeşil ormanlar, derin vadiler, mağaralar ve üzüm bağlarıyla bu ülke sizi kendine hayran bırakacak. Ülkenin yüzde 57’si ormanlarla kaplı. Slovenya’nın dağlarına Sezar’ın şerefine Julian Alpleri demişler. Slovenler Avrupa’nın ilk demokrasisine sahip olduklarını iddia ediyor. 7’nci yüzyılda Karintiya Düklüğü’nü kuran ataları asillerin değil, sıradan insanların oylarıyla seçilirmiş. Hatta Thomas Jefferson Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni hazırlarken bunu göz önünde bulundurmuş.

Konumu gereği bağımsızlığını kazanana kadar hareketli bir tarihi olmuş ülkenin. Oldukça uzun bir süre, 1350’lerden 1918’e kadar Avusturya kontrolünde kalmış. 1. Dünya Savaşı’nın ardından ülkenin batı kısmı savaş tazminatı olarak İtalya’ya verilmiş, Kuzey Karintiya ise Avusturya’da kalmış. Slovenya’nın kalan kısmı da Yugoslavya’nın bir parçası haline gelmiş. 2. Dünya Savaşı’nda Nazi işgaline karşı direnmişler, İtalya’ya verdiklerini geri almışlar ama bu sefer de Trieste ve Gorizia elden gitmiş. Tito döneminde Slovenyalılar küçük nüfuslarının 2 buçuk kat fazlasıyla ekonomiye destek oldular. Sonunda Yugoslavya’dan ayrılarak tam bağımsızlıklarını

25 Haziran 1991 tarihinde elde ettiler. Ülke 2004 yılından beri hem NATO hem de Avrupa Birliği üyesi. Ülkenin başkenti olan Lübliyana’da gerçekten kendinizi bir masal diyarında hissedeceksiniz. Şehir, mimarisi, kalesi, yeşil alanları ve gece hayatıyla Avrupa’nın yükselen yıldızı. Yaklaşık iki saat içinde dolaşabileceğiniz bu şirin kentte gezmeye Lübliyana Kalesi’nden (Ljubljanski Grad) başlayın. En kolay yoldan, manzarayı izleyerek fünikülerle çıkabileceğiniz kaleden bütün şehri seyredin. 15’inci yüzyıldan sonra askeri amaçlı kullanılan kalenin avlusuna giriş ücretsiz ama güzel bir manzara için kulesini tercih edin. Şehrin merkezi Ljubljanica Nehri kıyısındaki Üçüz Köprü’den geçip diğer tarafındaki eski şehre ulaşabilirsiniz.

Bu şehrin mimarisine büyük katkı sağlayan Joze Plecnik (1872-1957) isminden bahsetmezsek bir şeyler eksik kalır. Bu mimar nehrin üzerindeki 1842’den kalma Üçüz Köprü’ye iki köprü daha ilave edip hoş bir görüntü yaratmış. Köprülerin üzerinde ve nehir boyunca pazar günleri antikaların da satıldığı bir pazar kuruluyor. Nehir üzerinde Plecnik’in yaptığı Merkez Çarşı’da mola vermeyi ihmal etmeyin. Üçüz Köprü’nün diğer yanında ise 18’inci yüzyıldan kalma St. Nicholas Katedrali ve ejderhaları şehrin sembolü haline gelen Ejderha Köprüsü (Zmajski Most) var. Efsaneye göre Jason ve Argonotların lideri Altın Post’u çalıp Ljubljanica Nehri’ne gelmiş ve buradaki ejderhayı öldürmüş.

Yazının Devamını Oku

Unutulmaz bir tatil vaat eden butik oteller... 12 adreste 15 öneri

28 Mart 2021
Pandemi döneminde doğru bir başvuru kaynağı oluşturmak için yollara düşerek hazırladığımız ‘Butik Oteller Türkiye’ kitabım, önemli bir deneyim oldu. Bu deneyimlerden süzülenleri burada paylaşıyorum ki kitaba ulaşamayanlara da rehberlik etsin. Bir bahar seyahati isteyenler ya da şimdiden yazı planlamaya başlayanlar için tasarımı ve hizmet kalitesiyle öne çıkan 15 oteli seçtim bu hafta.

Yüksek tavanlı odalar: World House

Galata Kulesi civarının o hoş havasını soluyabileceğiniz çok güzel bir noktada, 130 yıllık bir binada hizmet veriyor. Tamamen yenilenmiş sadece 10 odalı butik bir otel. Standart, birbiriyle bağlantılı ya da balkonlu oda seçeneklerinin yanı sıra teraslı süiti de var. Eski bir binada olmasının avantajıyla tüm odalar yüksek tavanlı.

Bazı duvarlarda tuğla dokunun korunması ve yerlerde ahşap zemin tercih edilmesi sıcak bir hava yaratmış. Otelin girişindeki Latife Kafe’nin kahveleri ve ev yapımı tatlılarıysa favorileriniz arasına girecek.
Beyoğlu, İstanbul Tel: (0212) 293 55 20

Geçmişin mirası: Mr. Cas

Meşhur Çiçek Pasajı’nın karşı komşusu. 1900’lerden yadigâr Güney Palas’ta açılan otel, modacılar, yazarlar, sinemacılar başta olmak üzere birçok ünlüyü misafir etmiş. Geçmişin bu renkli mirası, otele girdiğiniz anda etrafınızı sarıyor. Tavandaki kalem işleri, eski fotoğraflarla süslenmiş merdivenler, ahşap ve mermer detaylar göz alıcı. Otelin içinde ünlü modacı Yıldırım Mayruk’a ayrılmış özel bir bölüm de var. Hepsi yüksek tavanlı 35 odasında cumba, balkon, jakuzi, şömine gibi farklı detaylar bulabilirsiniz.
Beyoğlu, İstanbul - Tel: (0212) 293 00 07

Birinci derece tarihi eser: Splendid Palas

Yazının Devamını Oku

Bir zamanlar Patagonya’da

21 Mart 2021
Patagonya ismini duyduğumuzda düzensizlik gelir aklımıza. Sanki bahsedilen hayali bir yerdir, hiç var olmamıştır. Gerçekten de bir hayal gibidir Patagonya. Sosyal medyanın en sevdiğim özelliklerinden biri, geçmişte bugün nerede, ne yaptığımızı hatırlatması. Bir zamanlar ben de o uzak ve büyülü topraklardaymışım. Bu hafta size dünyanın sonundaki ‘Ateş Toprakları’nı anlatmak istiyorum.

Macellan 1520’de gittiğinde, gördüğü Kızılderili ateşlerinden dolayı ‘Ateş Toprakları’ demiş bölgeye. Sonra da bakmış yerlilerin ayakları giydikleri çarıklardan dolayı daha da büyük gözüküyor, İspanyolca ayak anlamına gelen ‘pata’dan yola çıkarak onlara ‘Patagon’, memleketlerine de ‘Patagonya’ adını vermiş. 19’uncu yüzyıla kadar insanlar daha ziyade keşif gezileri için bu bölgeye gitmiş. Buharlı gemilerle okyanus aşırı seyahatlerin daha kolay hale gelmesi, Eski Dünya’dakileri daha bilinmeyen yerlere doğru yönlendirmiş.

1810’da özgürlüğüne kavuşan Şili, bakmış ülkenin güney bölümleri elden gidiyor, Patagonya’nın kendi kısmına kuzeyden yerleşimciler yollamaya başlamış. Falkland Adaları’ndan getirilen koyunlarla hayvancılık, ardından balıkçılık, ormancılık, kömür derken bölgede ciddi bir hareket başlamış. Bugün en önemli gelir kaynaklarından biri de turizm.

Arjantin’le Şili arasında kalan ve Antarktika’nın yukarısında, dünyanın en güney noktası olan Patagonya sadece adının cazibesinden dolayı bile gidilebilecek bir yer. Doğal güzellikleriyle ilgi merkezi olan bölgede penguenlerden balinalara, denizaslanlarından bir tür sukuşu olan kormoranlara yüzlerce farklı canlı yaşıyor.

Her yıl milyonlarca turist Patagonya’da göllerden şelalelere, buzullardan karlı zirvelere, görsel bir şölenin tadını çıkarıyor. Bölge büyük bir coğrafyaya dağıldığından sıcaklık bulunduğunuz yere göre değişebiliyor. Ocak ayında Puerto Madryn’de 28 derecelerde olan hava Ushuaia’da gece 5 dereceye kadar düşebiliyor. Aralık ayında güney yarımküreye yaz daha yeni gelmiş olsa da dışarıda lapa lapa kar yağabiliyor! 22 Haziran’da da ‘en uzun gece’ partisi var. Gecenin uzunluğu 18 saati geçiyor.

Dünyanın sonu: Ushuaia

Adı ‘Batıya sokulan körfez’ anlamına gelen Ushuaia’ya (Uşuaya okunuyor) 1871’de Anglosaksonlar gelmiş. Önce İngilizcenin hâkimiyeti söz konusuyken sonrasında bayrağı İspanyolca devralmış. Dünyanın sonuna nasıl olsa kimse gelmez deyip Ushuaia’yı 1947’ye kadar büyük bir hapishanenin bulunduğu bir yerleşim olarak kullanmışlar. 1980’lerde 8 bin kişi yaşarken turizmin gelişmesi ve Antarktika’ya giden gemilerin bu limandan kalkmasıyla nüfus da 60 binlere çıkmış.

Yazının Devamını Oku

İstanbul aşkımın başladığı yer: Kandilli

14 Mart 2021
Bu hafta size çocukluğumun geçtiği ve İstanbul aşkımın başladığı yerden, bana göre hâlâ İstanbul’un en güzel semtlerinden biri olan Kandilli’den bahsetmek istiyorum. Günümüzde modern şehrin içinde kaybolmuş gibi dursa da geçmişinde Osmanlı’nın en şaşaalı dönemlerine, romantik kayık gezilerine ve âşıkların söylediği şarkılara şahitlik etmiş bu semt.

Kandilli’nin en büyük şansı, sarayları...

Ev sahipliği yaptığı rasathaneden dolayı depremle adı sıkça anılan Kandilli’nin bence en büyük şansı Adile Sultan Sarayı ve Cemile Sultan Korusu arasındaki vadiye yayılması, o yüzden Boğaz’da yeşil alanını korumayı başarmış semtlerden. Sultan II. Mahmut’un kızı Adile Sultan (1825-98) hayatında büyük kayıplar yaşamış, kendini hayır işlerine adamış acılı bir kadın. Aynı zamanda bir şair de olan sultan, Balyan ailesini Kandilli’de kendisi için bir saray inşa etmekle görevlendirmiş.

1916’da Türkiye’nin ikinci kız okulu olan bina, daha sonraları kız lisesi olarak hizmet vermeye devam etmiş. 1986’da çıkan yangında büyük hasar gören okul, Prof. Dr. Türkan Saylan ve arkadaşlarının çabaları ve Sakıp Sabancı’nın katkılarıyla restore edilip 2006’da bir eğitim-kültür merkezi ve restoran olarak yeniden açıldı.

Cemile Sultan (1843-1914) ise Sultan Abdülmecit’in kıymetli kız evlatlarından biri. II. Abdülhamit 1876’da tahta çıktığında, Kandilli’deki sarayı kardeşi Cemile Sultan adına 25 bin altın ödeyerek satın alınmış. Maalesef sahil sarayı yıkılmış ve koru içindeki Orta ve Cici Bey köşkleriyse 1952’de yanmış. Günümüzde İstanbul Ticaret Odası tarafından işletilen tesislerle hizmet veriyor.

Boğaz’ın incileri benzersiz yalılar

Güzellikte birbiriyle yarışan Kandilli yalıları içinde en etkileyicilerden biri kesinlikle Kont Ostrorog Yalısı. 19’uncu yüzyılda Osmanlı sarayında danışman olan Polonyalı Kont Leon Ostrorog için yapılan yalı, Pierre Loti tarafından da ziyaret edilmiş. Şimdiki sahibi Rahmi Koç. Biraz ilerisindeki, Garabet Amira Balyan tarafından 19’uncu yüzyıl ortalarında yapılan Abud Efendi Yalısı ise sadece denizden görülebiliyor. Sadrazam Mehmet İzzet Paşa için yaptırılan 21 odalı Kıbrıslı Yalısı, Boğaz’daki en uzun yalı. Daha sonra Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa tarafından satın alınmış. Pierre Loti, İmparatoriçe Eugenie ve son Irak kralı II. Faysal yalının misafirlerinden bazıları.

Yazının Devamını Oku