Ülkenin tam adı Seyşeller Cumhuriyeti. 41’i granit ve 75’ten fazlası mercan adası olmak üzere Hint Okyanusu’ndaki 100’ün üzerinde adadan oluşuyor. Bu adaların bazıları sadece birkaç kişinin sığabileceği büyüklükte… Denizin üzerinde mozaik gibi duran bazı küçük adalara konaklama mekânları tarafından el konulmuş. Aslına bakarsanız bu durum misafirler için bir avantaja dönüşmüş çünkü kaldığınız yerde kendinizi küçük de olsa bir adanın hâkimi gibi hissediyorsunuz.
Birçoğunda yerleşim olmayan adaların en büyüğü Mahe. Adadaki başkent Victoria ise aynı zamanda ülkenin limanı! En büyük geçim kaynağı, ekonominin yüzde 25’ini döndüren turizm. Fakat hükümet sanayi yatırımlarını, balıkçılığı ve tarımı destekleyen politikalar yürütüyor. Genç nüfus ağırlıkta…
Seyşeller’de yöneticiler, adalarını turizm açısından dünyaya daha iyi tanıtabilmek için ‘Seyşeller’in yedi harikası’ sloganıyla yeni bir kampanya başlatmışlar: Dünyanın en güzel kumsalları, ağızları sulandıran Kreyol mutfağı, dünyanın en ağır iki loblu Hindistan cevizi olan coco de mer, dev karakaplumbağaları, dünyanın en küçük kurbağaları, Seyşeller mavisi ve balina köpekbalığı. Suç oranının oldukça düşük olduğu ülkede Türk vatandaşlarına vize uygulanmıyor. Ülkedeki sağlık koşulları ve gitmeden yaptırılması gereken aşılarla ilgili olarak Sağlık Bakanlığı’ndan bilgi alınabiliyor.
Voodo’dan Big Ben’e
Mahe, 142 kilometrekarelik alanıyla ülkenin en büyük ve en kalabalık adası. Üstelik diğer adaların aksine gece hayatı da var. Mahe Botanik Bahçesi’nde devasa palmiye ağaçları, kocaman nilüferlerin yüzdüğü havuzlar ve dev kaplumbağalar göreceklerinizden sadece birkaçı... Doğa tutkunuysanız, başkent Victoria’daki Doğa Tarihi Müzesi’ni de görmelisiniz. Farklı türde hayvan ve bitkilerin sergilendiği müzeyi rehber eşliğinde gezebilirsiniz. Ulusal Tarih Müzesi ise ev sahipliği yaptığı eski gemi kalıntıları, vodoo büyüsü için kullanılan aletler ve ev eşyasıyla müze ziyaretçilerini korsanlık günlerine kadar götürüyor.
Mahe Adası’ndaki Seyşeller’in başkenti Victoria’yı yürüyerek keşfetmeniz mümkün. Sokaklarını adımlarken dünyanın en küçük başkentlerinden birinde gezdiğinizi hatırınızdan çıkarmayın. Hem Fransız hem de İngiliz sömürge dönemlerinden kalan binaları, sanat galerilerini, bir katedrali ve Londra’daki ünlü Big Ben’in küçük bir kopyası olan saat kulesini görebilirsiniz.
İlkbahar hep bayramların mevsimidir, kutlamalarla geçer. Neredeyse bütün dinlerin ve kültürlerin ilkbaharla ilgili bir ritüeli vardır. Adı cemre olur, kor gibi bir ateşin havaya, toprağa, suya düştüğüne inanılır. Bileğe bağlanan bir marteniçka olur, ilk bahar dalını veya
ilk leyleği görmenin heyecanı yaşanır. Adına ister Nevruz diyelim, ister Paskalya, baharda hep yeni başlangıçlar
ve bereket kutlanır.
Tabii ki mitoloji de bu hikâyeden kendi karakterleriyle bahseder. Baharın havasına uygun, kalplere dokunan bir hikâyedir bu. Toprak ve bereket tanrıçası Demeter’in kızı güzel Persephone’ye ölülerin tanrısı olan amcası Hades âşık olur. Onsuz yaşayamayacağını bildiği için de Persephone’yi kaçırarak yerin altındaki dünyada yaşamaya mahkûm bırakır.
Anne Demeter o kadar üzülür ki toprak kuraklaşır, artık ürün vermez olur. En sonunda amca ve anne bir anlaşma yaparlar. Persephone her bahar yeryüzüne annesinin yanına gelecektir, sonbahar geldiğindeyse geri dönmek zorundadır. Bu sebeple Demeter, her kış bitiminde sevincini, yeryüzünü yeşile boyayarak gösterir, sonbahardaysa hüznü tabiatın renklerine yansır, yeşil yerini sarıyla kahvenin tonlarına bırakır.
Gerçek mi, masal mı?
Gelin biz de Demeter’in coşkusuna katılıp bu toprakların destanlarıyla ünlü bir köşesine gidelim. Dünyanın en önemli boğazlarından biri olan Çanakkale’ye... Mitolojiyle başlayıp gerçeğe uzanan Troya Savaşı’nın hikâyesi dünyada meşhur. Batı’da her öğrenci güzel Helen’in sebep olduğu savaşın hikâyesini okur ama yıllar süren bu savaşın geçtiği yerin Türkiye’de olduğunu bilmez!
Doğu ve Batı medeniyetleri tarih boyunca hep bir şekilde temas halinde olmuş. Göçler, ticaret, savaşlar, gezginler... İki taraf birbirini hep merak etmiş ve ulaşmanın yollarını aramış. Her buluşma, rekabetin yanında iki tarafı da zenginleştirmiş.
İpek ve Baharat yollarının önemli durak ve limanlarına ev sahipliği yapan Anadolu toprakları da bu ticaretin tam ortasında hem Doğu hem de Batı’dan beslenmiş. Doğu’nun lezzetleri, kumaşları, icatları önce Anadolu topraklarından geçip Batı’ya ulaşmış; Batı’nın Doğu’yu keşif yolculukları da hep bu topraklardan başlamış. Bu sebeple ülkemizde farklı dönemlere ve medeniyetlere ait sayısız eser var.
Zanaatkâr ve tüccar buluşması
Yerel zanaatkârları ve mallarını satmaya gelen tüccarları buluşturan hanlar da bu eserler arasında özel bir yere sahip. Sosyal ve ticari hayatın en önemli merkezleri olan hanlar genellikle iki katlı ve avlulu yapılmış, bazılarının alt katı binek hayvanlar için ahır olarak kullanılmış. Zaman içinde bazıları kaderlerine terk edilip ihmal edilmiş olsa da neyse ki günümüzde birer ikişer ayağa kaldırılmaya, yeniden ziyaretçilere açılmaya başladı.
Bir zamanlar küçük bir balıkçı köyü olan semtin tarihi Hıristiyanlık öncesi döneme kadar uzanıyor. Bilinen ilk adı, ‘Skallai’ yani ‘İskeleler’ kelimesinden türemiş olan ‘Hallai’. Bugünkü ismi kimilerine göre “Bebek kadar güzel” benzetmesinden, kimilerine göreyse fetihten sonra bu bölgeyi kontrol eden Bölükbaşı Mustafa Çelebi’nin yakışıklılığından dolayı verilen ‘Bebek Çelebi’ lakabından geliyor.
Semt, 18’inci yüzyılda Sultan III. Ahmet’in burada Hümayunu Abad Sarayı’nı inşa ettirmesiyle önem kazanmaya başlamış. Genelde yazlık bir semt olarak kullanılan Bebek, 19’uncu yüzyıl ortalarında vapur ve tramvay seferlerinin başlamasıyla sürekli ikamet edilen bir yer olmuş.
Semtin en etkileyici yapısı olan Mısır Konsolosluğu’nun yerinde bir zamanlar Sultan I. Abdülhamit’in şeyhülislamlarından Dürrizade Esseyyid Mehmed Ataullah Efendi’nin yalısıymış. Ataullah Efendi’nin ölümünden sonra yalı Sadrazam Mehmed Emin Rauf Paşa’ya, ardından da Sadrazam Âli Paşa’ya geçmiş.
Paşanın 1871’de yalısında ölümünden sonra Sultan II. Abdülhamit burayı satın alıp son Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın annesi ve eski Hıdiv Tevfik Paşa’nın eşi Hıdiva Emine’ye hediye etmiş. Art nouveau üslubundaki bina 1902’de yapılmış. Adı Hıdiva Sarayı olarak da geçiyor. Hıdiv, 1914’te İngilizler tarafından görevden alınana kadar burayı yazlık olarak kullanmış. Emine Hanım binayı büyükelçilik olarak kullanılması koşuluyla Mısır Devleti’ne vermiş. Yapı, 2010’da baştan aşağı, çok başarılı bir şekilde restore edildi.
Gaziantep’i keşfetmeye kentin aynı zamanda tarihi merkezi de olan Kültür Yolu’nu adımlayarak başlayın. Yolun başlangıcı Dereboyu Sokak. Burada özgün Antep evlerini göreceksiniz. Sonra da binlerce yıllık kalıntıların üzerine inşa edilen merkezdeki kaleye geçin. Kimler tarafından, ne zaman yapıldığı bilinmeyen yapı bugünkü görkemine MS 6’ncı yüzyılda kavuşmuş. 36 kulesinden sadece 12’si günümüze ulaşabilmiş. Geçmişte ‘Kala-i Füsus’ (Yüzük Kalesi) olarak da adlandırılan kalenin bu isminin bir zamanlar inşaatı devam edebilsin diye dönemin bey kızının sattığı yüzükten geldiği rivayet edilir.
Kültür Yolu’nu yürüyün
Kültür Yolu boyunca birçok han, çarşı, cami, Mevlevihane, hamam ve kahvehane var. İki katlı Yüzükçü Han zamanında yüzük esnafının dükkânlarına ev sahipliği yapmış. Yanında mağara şeklindeki ahır, halk arasında develik olarak biliniyor. Günümüzde Halıcılar Çarşısı olarak hizmet veren Anadolu Hanı diğer hanlardan farklı olarak iki avluya sahip. Tütün Hanı ise şehirdeki en küçük hanlardan biri. Kayaya oyulmuş bodrum kısmını mutlaka görün. Kürkçü Han, kitabesine göre 1890’da inşa edilmiş. 19’uncu yüzyılda yapılan Buğday Pazarı (Arasası) da Osmanlı han mimarisinin tipik örneklerinden. Bir ana avlu ve onun etrafını saran dükkânlardan oluşan yapı, eskiden buğday ticaretinin merkeziymiş. L planlı, yaklaşık 80 dükkânlı bedestenin beş kapısı var. Bir dönem et ve sebze hali olarak da kullanılmış. Asıl adı Hüseyin Paşa Bedesteni olan, halk arasında Zincirli ya da Kara Basamak Bedesteni olarak bilinen yapı, 1718’de Hüseyin Paşa tarafından yaptırılmış.
Tam ihtiyacım olan zamanda gelen ‘sağlık için yurtdışına çıkmak mümkün’ haberi üzerine benim için bir arınma merkezi olan Avusturya’daki Vivamayr Maria Wörth’e rezervasyonumu yaptırdım. Onlardan gelen belgeyle Avusturya’ya online başvurdum ve bir izin belgesi aldım. Elimde bir izin belgesi olmasına karşın 10 ay sonra ilk kez yurtdışına çıkacak olmanın verdiği tuhaf hisle sanki birçok zorluk yaşayacakmışım gibi geldi. Hatta sınırdan çevrileceğimi bile düşündüm. 2 saatlik bir uçuşla Slovenya’ya vardım, 1 saat içinde de Maria Wörth’e ulaştım. Sebep sağlık olunca yol da sorunsuz oldu. Hem bedenimin hem de ruhumun doğayla detoks yaptığı bu merkezi ve sağlıklı yaşam için bazı ipuçlarını sizlerle de paylaşmak istedim. Şifa olması dileğimle...
Ruhunuz da arınıyor
Burada güne erkenden tuzlu su içerek başlıyorsunuz. Ardından, ‘base powder’ denen bir toz içiyorsunuz. İçinde çeşitli minerallerin olduğu bu özel karışım hem bağırsaklarınızın temizlenmesini hem de gün boyu tokluk hissi yaşamanızı sağlıyor. Uygulanan tüm tedavilerin ortak noktasında bağırsakların rahatlatılması var. Çünkü tüm yükü bağırsakların çektiği ve bu organın düzgün çalışmasının diğer organları da rahatlatacağı söyleniyor.
Hayata geri döndüren ada: BALİ
Dünyanın en büyük Müslüman ülkesi olan Endonezya’nın neredeyse 18 bin adası var. Bunlardan en bilineni olan Bali’ye İstanbul’dan yaklaşık 15 saatlik bir uçuştan sonra ulaşıyorsunuz. Uçaktan biraz yorgun inebilirsiniz ancak Bali, enerjisiyle sizi hayata hemen geri dön-
dürüyor. ‘Kraliyet şehri’ olarak da anılan Ubud, adanın tam ortasında bir kültür vahası. 19’uncu yüzyılda inşa edilmiş ve geleneksel mimarinin tüm özelliklerini taşıyan Puri Saren Ubud (Ubud Sarayı) bunun bir kanıtı gibi. Endonezya’da Müslümanlar nüfusun yüzde 86’sını oluştururken Bali’de halkın yüzde 90’ı Hindu. En çok ilgi çeken yerlerin başında maymunların krallıklarını ilan ettikleri Monkey Forest var. Üç tapınağın olduğu ormanda yüzlerce maymunla karşılaşacaksınız. Petulu ise doğanın kendi çabalarıyla yarattığı bir cennet. Mümkün olduğunca fazla şey görmek için rehberli turları tercih edin. Ubud aynı zamanda bir tapınaklar şehri. Tanah Lot Tapınağı, Bali mitolojisinde önemli bir yere sahip yedi deniz tapınağından biri. Bratan Gölü de adadaki en büyük ikinci göl. Manzara muhteşem, renkler olağanüstü ama sizi bekleyen sürpriz, gölün tam ortasında olanca zarafetiyle yükselen, 17’nci yüzyılda Bali’nin denizler, ırmaklar ve göller tanrıçası Dewi Danu için yaptırılmış Pura Ulun Danu Bratan Tapınağı. Bali’nin ‘Ana Tapınağı’ olarak adlandırılan Besakih Tapınağı da adada hâkim olan Hindu tapınaklarının en büyüğü ve en kutsalı. Nasıl ki Ubud, Bali’nin kültür başkentiyse eskinin balıkçı köyü Kuta Bölgesi de günümüzde adanın adeta eğlence merkezi. Farklı zevklerden herkesin üzerinde anlaştığı ve önerdiği tek konuysa Kuta’da mis kokulu yağlar ve mumlar eşliğinde yapılan Bali masajı...
İki köprüyü de görüyor: BOSPHORUS PALACE
Hasbahçe olarak kullanılan Beylerbeyi, Osmanlı ileri gelenlerinin gözdesi olmuş yıllarca. Debreli İsmail Hakkı Paşa da yalısı için bu semti tercih etmiş. 1983’te atlattığı yangın sonrası aslına uygun restore edilen yalı, bugün Bosphorus Palace olarak ağırlıyor misafirlerini. Önce güzel bir avlu ve ortasında huzur veren sesiyle havuz karşılıyor sizi. Avlunun arkasında bütün güzelliğiyle yükselen yalının bahçe tarafı eskiden harem kısmıymış. İçeri girince çatıdan zemine kadar inen bir aydınlık ve zarif merdivenler göze çarpıyor. Lobide her iki köprüyü de içine alan enfes bir Boğaz manzarasıyla göz göze geliyorsunuz. Otelde her biri farklı cephelere bakan 12 oda var. Bahçe tarafına bakan odalarda avlunun dinginliğini, deniz tarafına bakan odalarda Boğaz’ın huzurunu hissediyorsunuz. Benim en sevdiğim bölümlerden biri, restoran olarak düzenlenen kayıkhane. Tavan alçak olmasına rağmen kullanılan aynalar sayesinde denizin yansımalarıyla dolu ferah bir mekân yaratmışlar. (Telefon: 0216 422 00 03)