Paylaş
Tarihçi ve profesyonel rehber olarak geçen 35 yıl içinde sürekli hareket halindeydim. Binlerce insan tanıdım bu yolculuklar sayesinde. Tabii bir sürü de anı biriktirdim. Bu anılarımın arasına ekleyeceğim bir olayı da pandemi döneminde yaşadım. Avusturya’daki Vivamayr Maria Wörth sağlık merkezine gitmek için Lübliyana Havalimanı’na indiğimde yeniden farklı bir coğrafyada olmanın keyfini hatırladım. Üstelik çok sevdiğim Slovenya’daydım. Size Slovenya’yı tek cümlede şöyle özetleyebilirim: Aynı gün içinde Alp Dağları’nda doğayla baş başa keyif yapıp Akdeniz’in ılık sularına kendinizi bırakabilirsiniz.
Avrupa’da ilk demokrasi
İsviçre’nin yarısı kadar bir yüzölçümüne sahip Slovenya. Arabayla dolaşmayı sevenlerdenseniz karlı dağlar, yeşil ormanlar, derin vadiler, mağaralar ve üzüm bağlarıyla bu ülke sizi kendine hayran bırakacak. Ülkenin yüzde 57’si ormanlarla kaplı. Slovenya’nın dağlarına Sezar’ın şerefine Julian Alpleri demişler. Slovenler Avrupa’nın ilk demokrasisine sahip olduklarını iddia ediyor. 7’nci yüzyılda Karintiya Düklüğü’nü kuran ataları asillerin değil, sıradan insanların oylarıyla seçilirmiş. Hatta Thomas Jefferson Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni hazırlarken bunu göz önünde bulundurmuş.
Konumu gereği bağımsızlığını kazanana kadar hareketli bir tarihi olmuş ülkenin. Oldukça uzun bir süre, 1350’lerden 1918’e kadar Avusturya kontrolünde kalmış. 1. Dünya Savaşı’nın ardından ülkenin batı kısmı savaş tazminatı olarak İtalya’ya verilmiş, Kuzey Karintiya ise Avusturya’da kalmış. Slovenya’nın kalan kısmı da Yugoslavya’nın bir parçası haline gelmiş. 2. Dünya Savaşı’nda Nazi işgaline karşı direnmişler, İtalya’ya verdiklerini geri almışlar ama bu sefer de Trieste ve Gorizia elden gitmiş. Tito döneminde Slovenyalılar küçük nüfuslarının 2 buçuk kat fazlasıyla ekonomiye destek oldular. Sonunda Yugoslavya’dan ayrılarak tam bağımsızlıklarını
25 Haziran 1991 tarihinde elde ettiler. Ülke 2004 yılından beri hem NATO hem de Avrupa Birliği üyesi. Ülkenin başkenti olan Lübliyana’da gerçekten kendinizi bir masal diyarında hissedeceksiniz. Şehir, mimarisi, kalesi, yeşil alanları ve gece hayatıyla Avrupa’nın yükselen yıldızı. Yaklaşık iki saat içinde dolaşabileceğiniz bu şirin kentte gezmeye Lübliyana Kalesi’nden (Ljubljanski Grad) başlayın. En kolay yoldan, manzarayı izleyerek fünikülerle çıkabileceğiniz kaleden bütün şehri seyredin. 15’inci yüzyıldan sonra askeri amaçlı kullanılan kalenin avlusuna giriş ücretsiz ama güzel bir manzara için kulesini tercih edin. Şehrin merkezi Ljubljanica Nehri kıyısındaki Üçüz Köprü’den geçip diğer tarafındaki eski şehre ulaşabilirsiniz.
Bu şehrin mimarisine büyük katkı sağlayan Joze Plecnik (1872-1957) isminden bahsetmezsek bir şeyler eksik kalır. Bu mimar nehrin üzerindeki 1842’den kalma Üçüz Köprü’ye iki köprü daha ilave edip hoş bir görüntü yaratmış. Köprülerin üzerinde ve nehir boyunca pazar günleri antikaların da satıldığı bir pazar kuruluyor. Nehir üzerinde Plecnik’in yaptığı Merkez Çarşı’da mola vermeyi ihmal etmeyin. Üçüz Köprü’nün diğer yanında ise 18’inci yüzyıldan kalma St. Nicholas Katedrali ve ejderhaları şehrin sembolü haline gelen Ejderha Köprüsü (Zmajski Most) var. Efsaneye göre Jason ve Argonotların lideri Altın Post’u çalıp Ljubljanica Nehri’ne gelmiş ve buradaki ejderhayı öldürmüş.
Lübliyana’nın 1718’den kalma gotik belediye binasının önündeyse Roba Çeşmesi var. Presernov Meydanı’ndan Miklosiceva Cesta’ya giderken çok şık art nouveau binalar göreceksiniz. Özellikle Grand Union Hotel’e bir bakın. Lübliyana Üniversitesi binası Habsburg döneminde bölge parlamentosuymuş. Filarmoni Orkestrası binasıysa 1898’den kalma.
Cankarjev dom şehrin kültürel merkezi olarak geçiyor. Girişi ve duvarları çıplak insan heykelleriyle kaplı parlamento binası, ülkenin sanata ve insana bakışını tüm çıplaklığıyla sembolize ediyor. Presernov Meydanı’nda göreceğiniz 1660’da yapılmış somon renkli bina Fransisken mezhebine ait Müjde Kilisesi (Franciskanska cerkev). Slovenlerin çok sevdiği romantik şair France Preseren (1800-1849) ulusal bilincin yerleşmesine büyük katkıda bulunmuş. Adını taşıyan meydanda şiirlerini aşkı Julia Primic için yazan Preseren’e adanmış bir anıt var.
Sanatın merkezi diyebileceğimiz Metelkova’ya da muhakkak uğrayın. Binaların sadece içinde değil eserler, her bina duvarlarındaki kolajlar ve resimlerle bir sanat eserine çevrilmiş mekânda. Kompleksin içinde hostel, topluluk merkezleri ve müzik dinleyerek dinlenebileceğiniz alanlar da var. Sanata ve tarihe meraklıysanız Metelkova’nın hemen yanında Modern Sanatlar Müzesi, Ulusal Galeri ve Slovenya Etnografya Müzesi’ni ziyaret listenize alın. Lübliyana’nın dışından akan Sava Nehri şehrin girişinde ikiye ayrılıyor ve sağ kolu şehrin ortasından geçiyor. Nehrin her iki kenarı tüm gün capcanlı. Soluklanmak için nehir kenarında mola verin. Keyifli bir yürüyüş için Tivoli Parkı’nı da tercih edebilirsiniz.
Görmeden dönmeyin
Başkent Lübliyana’dan bir saat uzaktaki Bled, göl, ada ve kalenin ideal bir kombinasyonu olan muhteşem bir yer. Kaleden manzaranın tadını çıkardıktan sonra adanın ortasındaki kiliseyi ziyaret etmeyi ihmal etmeyin. Burayı görünce Van Gölü’nde Akdamar Adası’ndaki Ermeni Kilisesi geliyor insanın aklına ve değerinin hatırlanmasını diliyorsun içinden.
Bled’in benzeri Bohinj de çok güzel. Sahildeki Piran küçük bir Venedik gibi. Postojna ve Skocjan mağaraları ise dün-
yanın en ilginç mağaralarından. Avrupa’nın en büyüğü olan Postojna Mağarası’nın 20 kilometresi açık ve trenle gezebiliyorsunuz. Slovenya gezinizde birden fazla şehre gidecekseniz listenize Celje, Kranj ve Maribor’u ekleyin.
Olmazsa olmaz tatlar
Sloven mutfağında peynir ve etle doldurulmuş zlikrofi dedikleri mantı çok meşhur. Zrezek pirzola, golaz, gulaş ve riba gibi yemeklerin yanı sıra Balkan mutfağından burek (börek), cevapcici (köfte) ve raznjici (şiş kebap) gibi lezzetler var. Ülkede
tatlı krepe palacinke diyorlar.
Paylaş