Mesela şu günlerde anlıyorum ki İstanbul’da çarşı açığı var.
Yani çok katlı alışveriş merkezi...
Yoksa niye bilmem kaç milyon dolarlar harcayıp habire yenisini yapsınlar?
İstanbul alışverişe doymuyor zahir.
Allah bilir imzalar bile toplanıyordur.
Gerekli yerlere dilekçeler veriliyordur.
"Bize acele bir çarşı daha! Mevcutlara sığmıyoruz, dışarıda kaldık!"
Gerçi gidip gezmediğim yerler değil ve de izdihama rastladığım olmadı bugüne kadar hiçbirinde.
Hatta dertlenmişliğim bile vardır, "Ne olacak bu çarşıların hali" diye.
Fakat demek başka bir şey var.
Benim görmediğim.
Buna hiç şaşmam elbet.
Ben de görebilen biri olsaydım, bu köşede olmazdım, lakin İstanbul’un bir çarşısı daha olurdu.
Aslında alışverişten ziyade "İstanbul gezmeye doymuyor" demek daha doğru.
Zira artık "Bizim oğlan boy attı, yeni bir pantolon lazım" diye çarşıya koşan yok. Hoş Türkiye’nin hiçbir yerinde böyle zaruretten alışveriş kalmadı ama özellikle İstanbul’daki alışveriş merkezlerine, su kenarına gezmeye gider gibi gidiliyor.
Hava almaya gider gibi.
Tek sorun, çarşılarda hava yok. Hepsinin üstü kapalı.
Fakat en son bir tane tepesi açık olan yapıldı ki millet hakikaten hava alsın.
Ve hakikaten "gezelim, görelim" hadisesi cereyan etsin. Bunun için bir taraflarından sular fışkırıyor çarşının.
Mesire yeri gibi bir nevi.
Zaten adı da Kanyon.
***
Fakat herkes müteşebbis değil tabii memlekette.
Yani açılan çarşı sayısı kadar kurulan firma yok. Giyim kuşam, takı, şu bu firması.
Hal böyle olunca oyuncakçı dükkánında bunalıma giren şu devir çocuğu gibi oluyor insan bu çarşılarda.
"Oyuncakçı dükkánında bunalıma giren çocuk"un ne olduğunu izah edeyim.
Şimdiki çocuklar yeni bir oyuncak temini hevesiyle girdikleri oyuncakçı dükkánında, daha önce alıp eve götürmedikleri bir adet bile oyuncağa rastlayamayınca haliyle bunalıma giriyor.
İşte biz büyüklerin de çarşılarda düştüğü durum bu. Fakat bizimki bütün kıyafetleri daha önceden gardırobumuzda stoklamış olduğumuzdan değil. Hangi çarşıya gitsek karşımıza aynı firmaların çıkmasından. Bir önceki çarşıda bütün mamulleri ezberlemişiz zaten... İnsan "E, ben niye geldim bu çarşıya?" diye soruyor kendi kendine haliyle.
Ve İstanbul’da yaşamayan okurlar için belirteyim, çarşıların neredeyse tamamı aynı semtte. Yani böyle birbirine yakınlığından her biri değişik seçenekler sunuyor zannederseniz yanılırsınız. Şöyle söyleyeyim, bir tek tezgáhtarlar değişik. Bilmem bu sizi tatmin eder mi?
Bunu göz önüne aldıklarından belki de çarşılar arasındaki rekabette, çiçeğe, suya, koridorların korkuluklarına, helalara falan ağırlık veriliyor daha ziyade.
Fakat başta da söyledim, ben anlamam.
Her zaman derim, bana kalsa hálá Taş Devri’ndeydik. Hem de natürel taş devrinde. Daha cila işine falan girmediydik yani.
Ama yine de merak etmiyor değilim, bu çarşılar ne olacak diye.
Bir de rakıyı merak ediyorum böyle.
Sahi bu kadar rakı ne olacak?
Türkiye habire rakı imal edip, çarşı yapıyor. Du bakalım...
MIŞ-MUŞ
"Kepçe"likten kurtarmak istediği kulaklarını Japon yapıştırıcıyla başına yapıştırdığı için doktorluk olan manken Doğa Bekleriz, "Korkarım ayın salağı seçileceğim" demiş.
Ben de korkarım ki kimse ayın salağı seçmekle iktifa etmez.
*
Erdoğan, "Hedefim kişi başı gelirde 10 bin dolardır" demiş.