7 Ağustos 2004
Çok çalışmam lazım çoook...<br>Türkiye benden iş bekliyor.<br>Kendimi başbakan gibi hissediyorum. Hem gururluyum hem de ‘Altından nasıl kalkacağım’ diye düşünüyorum. Geceleri gözüme uyku girmiyor.
Haftada 4+1 (İzmir eki) bana yetmez. 7 gün her sayfaya yazsam...
Allah gönderdi beni bu memleketin başına...
Herkesin sorununu tek tek çözeceğim inşallah. Var bende böyle bir potansiyel...
Demek ne kadar güven verdim ki insanlara...
Geldim sevgili okurlar! İşte buradayım! Artık sırtınız yere gelmez, ben varım!
Delirdim mi?
Hayır ama delirmek işten değil. Kendini peygamber, padişah, başbakan, falan sanmak... Her köşe sahibi kıyıcığından dönmüştür. Dönemeyenler de var tabii...
Bizlere gelen elektronik ve de elektronik olmayan postaları görseniz hak verirsiniz.
Elimizde sihirli değnek olduğunu zannedenler mi ararsınız... Hükümetin ağzımıza baktığına inananlar mı...
Biz yazacağız da akan sular durmayacak öyle mi... Bu memlekette birtakım sorunlara çözüm bulunamıyorsa biz yazmadığımızdandır. Bunu bile bile nasıl vurdumduymaz davranabiliyoruz... Hani utanmasalar vatan hainliğine kadar vardıracaklar sitemlerini.
İş isteyenler, doktor soranlar ‘Senden büyük yok’ diyenler, ‘Bi bakıver’ diye yazdığı hikáyeleri, şiirleri yollayanlar... İnsan haliyle kendini bir şey sanmaya başlıyor.
Ben yakın zamana kadar beni seçtiler zannediyordum. Sonra daha kalemi eline alalı iki gün olanların bile satır aralarından çıkarttığıma göre okur kısmı ayırmaksızın herkesi onurlandırıyor.
Okur kısmı derken hepsi değil tabii. Mevlanavari, gönlü herkese açık olanlardan bahsediyorum. Yazanın ne yazdığına, kim olduğuna bakmayanlardan... Yani kriteri şu olanlardan: ‘Yeter ki bir köşesi olsun.’
Uzun lafın kısası, bu işlere yeni başlayan arkadaşlara gördüğüm lüzum üzerine naçizane seslenmek isterim.
Arkadaşlar!
Bu çeşit okur sizi aldatmasın! Bugün için bir mahzuru yok gerçi... Burnunuz biraz havada olur, tecrübeliler arkanızdan kıs kıs gülerler, o kadar. Fakat bu köşeler baki değil. İleride o malum bahçedeki ‘Düşünen Adam’ heykelinin altında ‘Ama ben peygamberdim?!..’ der oturursunuz, ondan korkarım.
Derhal yiyiniz!
Bir okurumun siparişi var. Anoreksia nervosa ve blumia nervosa hastalıklarıyla ilgili bir yazı istiyor benden. Bakın bu, yukarıda anlatmaya çalıştığım duruma örnek teşkil edebilir. Zira okurum inanıyor ki ben konuya değinirsem bu hastalıklara hızla koşmakta olan sıskalık meraklısı kızların aklı başına gelecek.
İşin komiği bir önceki yazıda kesmiş olduğum ahkáma rağmen ben de inanıyorum. İşte bugün bu iki hastalığın sonu geldi! Ömürleri 07.08.2004’e kadarmış!
Kızlar!
Derhal yemek yiyiniz!
Bi dakika, pat diye konuya girdim, belki bilmeyen vardır bu hastalıkların ne olduğunu... Yok, tıbbi açıklama yapacak değilim. Sadece şunu söyleyeceğim: Zayıflayacağım diye yemeye yemeye en sonunda isteseniz de yiyemez hale geliyorsunuz ve netice olarak iskeletiniz gün yüzüne çıkıyor. Sonra, hazır iskelet haline gelmişken öteki tarafa gidiyorsunuz. Ama önce kör, sağır, felç falan da oluyorsunuz. Durum bu.
Bizi habire zayıflamaya teşvik edenler dipsomaniyi hesaba katmıyorlar. Hastalık hastalığı açıyor sevgili okurlar, dipsomani, bir şeyin dibini bulmadan yakanın yerine yatmaması oluyor.
İşte mesela içkiye başlayınca şişenin dibini bulmadan rahat edemeyenler gibi Azrail karşıdan görününceye kadar zayıflamaya doymayanlar da var.
Aslında en iyisi zayıflığa emsal teşkil etmekte olan manken kısmını ortadan kaldırmak tabii. İyi bir şeye sebebiyet verdikleri görülmedi zaten bugüne kadar. Bir zamanlar kızlar bunlara bakıp evden kaçarlardı şimdi bir de bu anoreksia bilmemnesi çıktı.
Ortadan kaldırmak deyince... Yanlış anlamayın, sadece daha ziyade üçüncü sayfa haberlerindeki fotoğraflarda kullanılan yüzü deforme etme tekniğinden bahsediyorum. Misal Çağla Şikel Laila’dan çıkmış cipine doğru gidiyor ya da Tuğçe Kazaz bronzlaşmaya yatmış... Tepeden tırnağa deforme edeceksin görüntüyü. Bütün kadınların selameti açısından...
MIŞ-MUŞ
Ankara-Konya arası hızlı trenle 1 saate inecekmiş.
Ankara-Cennet arası ise birkaç dakika...
Uzun yaşayacağını düşünen kadınların erkek çocuğu oluyormuş.
E lüzumlu da bir yandan... Erkek dediğin geç büyüdüğünden, hatta hiç büyümediğinden...
Özcan Deniz, ‘Başarısız olabilirim ama bu beni yıldırmaz’ demiş.
Biz buna eskiden ‘Yenilen pehlivan güreşe doymaz’ derdik.
AKP’ye göre hızlandırılmış tren kazasının suçlusu ‘kem göz’müş.
E, tedbirini de alırlar artık... ‘Tanrı kem gözlerden korusun! Amin.’ İşte bu kadar.
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2004
<B>TAMER Karadağlı’</B>dan Allah razı olsun, bereket getirdi medyaya. Yazmakla bitiremedik. Onlar karı-koca hiç susmayınca bize de haliyle cevap hakkı (!) doğuyor. Fakat benim için bu mevzu bitmiştir. Aldatmalar artık kimse için sürpriz değil. Ve artık söylenecek yeni bir söz de yok. Konuyu yıllardır her açıdan irdeledik durduk; nitekim Tamer Karadağlı olayı vesilesiyle söylediklerimizi tekrar ediyoruz, başka bir şey yaptığımız yok.
Bana ilginç gelen, ilk günlerde şantajın aldatmayı geri plana itmesiydi ki ‘Bir Mağduriyet Bin Kaçamak Örter’ başlığıyla düşüncelerimi ifade ettim, bitti.
*
Şimdi Hüseyin Uzun’un ölümüne sebep olan olayla ilgiliyim daha çok.
Kimdir Hüseyin Uzun?
Eskişehir’in Sivrihisar İlçesi’ne bağlı Aydınlı Köyü’nde yaşayan bir çoban. Tabii ki başına inek düşünceye kadar. Hüseyin Uzun, yolun kıyısında koyunlarını otlatırken yoldan geçen kamyonun kasasındaki inek başına düşüyor ve Hüseyin Uzun sizlere ömür...
Hüseyin Uzun çoban, başına düşen şey de inek olunca insana normalmiş gibi geliyor. Ama durum, otlattığı hayvanın tepmesi, ısırması falan değil ki... İnek yoldan geçen kamyondan düşüyor. O kamyonda karpuz, su motoru, gazoz, şekerpancarı falan da yüklü olabilirdi. Ama hayır, sanki Hüseyin Uzun çoban diye inek düşüyor. Çiftçi olsaydı, kamyondan da karpuz düşecekti belki. Artık ‘tesadüfün böylesi’ mi demek lazım yoksa ‘kaderin cilvesi’ mi...
*
Hadi bu denk gelişi bir yana bırakalım. Böyle tuhaf kazalar başka ülkelerde de olur mu acaba? Bana sanki sırf bize mahsusmuş gibi geliyor. Aksi halde onların da ‘Kahpe Kader’ diyen şarkıları olurdu. Lakin hiç duymadım.
Şimdi AB kınayı yasakladığı gibi ‘Başına inek düşmek suretiyle ölüm’ü de yasaklar mı acaba?
Sahi AB ‘kaderden doğan durumlar’ için ne düşünüyordur?
‘Uyum yasası çıkarttık’ desek ineğe, anlar mı?
Ha, tabii ‘kamyon kasasının kenarlarının sıkıca kapatılması’ hususunda bir yasa çıkartılabilir. Fakat yetmez. ‘İneğin kasaya bağlandığı zincirin öyle pattadanak kapanması’ hususunda da bir yasa lazım.
Fakat ben biliyorum kaç tane yasa çıkartırsanız çıkartın o inek o kamyondan düşecektir. Hem de işte birinin başına...
Zaten kim bilir böyle akla gelmedik daha ne kazalar vardır. Yasa yetiştiremezsiniz. Dediğim gibi, bizim gibi ülkelerin her şeyi denk duruma gelse kaderi uygun değil AB’ye. Cilveli bir şey bizimkisi.
MIŞ-MUŞ
Kadınlar erkekte eğitim+yapılı vücut+para arıyorlarmış.
Fakat çok kanaatkár olduklarından sırf üçüncüsüne razı oluyorlar.
*
Sekiz farklı zeká türü varmış.
Buna rağmen açıkta kalanlar var.
*
Obezite Taş Devri kökenliymiş.
O zaman ‘Taş yesem yarıyor’ diyorlardı herhalde.
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2004
<B>ASLINDA </B>hiç sevmiyorum ölenin arkasından bir şeyler yazmayı... Başsağlığı falan da dilemeyi beceremiyorum. Dilim tutuluyor sanki, konuşamıyorum. Cenazelere de gidemiyorum. Çok takdir ediyorum görevini eksiksiz yerine getirenleri... Bir ölüm haberi aldı mı düğmeye basılmış gibi yapılması gerekenleri tek tek yapanı... Ama ben yapamıyorum işte. Çok ayıp ettiğimin farkındayım ama yapamıyorum. Uzaktan üzülüyor ağlıyor, kahroluyorum. Öyle birkaç günde de toparlanamıyorum.
Oğuz Aral için de yazmayacaktım işte. Pako için de. Ama hani ‘yoğun baskı’ derler ya... Varmış meğer öyle bir şey. Sokakta yolumu çeviriyorlar: ‘Pako için iki satır yazmayacak mısınız?’ Kardeşimi araya sokanlar bile oldu.
Duygularımı öğrenmek istiyorlar. Nasıl olabilir duygularım... Bir kere bazılarının ‘hastalık’ diyebileceği ölçüde seviyorum hayvanları... Pako üstelik tanıdığım, kucağıma alıp okşadığım bir köpekti. Gazetelerde sevgili babasıyla gördüğünüz fotoğrafları, Bekir Coşkun’la yaptığım röportaj sırasında çekilmişti.
Pako yazmaya başladıktan sonra ben de bütün okurları gibi onun duygularını, anılarını, sırlarını paylaşan dostu olmuştum ayrıca. O satırları hakikaten o yazıyor gibi geliyordu. Yani Bekir Coşkun’un başarısı sayesinde daha sıkı fıkı olmuştuk Pako’yla. Bir de adaşımdı.
Sıradan bir sokak köpeği olsaydı da bir şey değişmezdi gerçi... Rex öyleydi mesela. Kaybolduğundaki üzüntümü hatırlarsınız... Hálá yaram kapanmış değil.
Hastalığını biliyordum Pako’nun. Hazırlıklıydım yani. Ama üzüntüyü azaltmıyor bu.
Şimdi ‘Bize cennetten de yaz’ diyenler var Pako’ya... Ben aynı fikirde değilim. Oradan sadece ağlatabilir artık bizi... Oysa burada zehirlenen, sokağa atılan, topluca öldürülen, dövüştürülen köpekler, hain insanlar var. Pako yumuşacık üslubuyla yumuşatmaya çalışırdı o insanları... Şimdi Gorbi aynı görevi üstlenebilir. Bayrak yarışı gibi...
***
Sevgili Oğuz Aral’a gelince...
Ne diyeyim... Bu memlekette ‘Cumhuriyet kuşağı’, ‘68 kuşağı’ gibi bir ‘Gırgır kuşağı’ yaratmış adam...
Şimdi kim telefon edip uzun uzun akıllar verecek bana? Bir yemekte benim de duyabileceğim şekilde, ‘Ablan iyi hoş da biraz da dinlemesini bilse’ demişti kardeşime. Çünkü o da konuşmayı daha çok sevenlerdendi, meydan ona kalsın istiyordu.
Oğuz Aral giderken tek başına da gitmedi üstelik. Bir sevdiğimizi daha götürdü beraberinde. Avni’yi.
Öf! Şu ölüm ne fena şey!
Böyle yazılardan sık sık yazmak icap etmesin ne olur...
MIŞ-MUŞ
Profesör Vefik Alp, ‘Marmaray ölüm makinesi olacak’ demiş.
Hele bir olsun, bakarız!
*
Ölüdeniz’de turist, turiste tecavüz etmiş.
Türkiye’ye fazla adapte olmuş bir turist!
*
AB kınayı da yasaklayacakmış.
AB değil mübarek, ‘tek tip ülke’ makinesi.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2004
<B>TAMER Karadağlı’</B>nın başına gelen, bütün erkeklere ders olmalı. Yok, zannettiğiniz gibi değil, ‘Dikkat edin kamera olabilir’ demeyeceğim. Yeri gelmişken... Bu ‘dikkat et’ kadar mana yoksunu bir laf daha duymamışımdır. ‘Kendine iyi bak’tan beter. Türkiye’de her yeriniz dikkat kesilse ne olacak... Belki tam da Türkiye’de yaşadığımız için habire söylenmesi icap eden bir laf olabilir, ama misal gecenin yarısı yatak odasına tanker, kamyon, minibüs giren memlekette dikkat etmekten ziyade her an kelime-i şahadet getirmek daha doğru bence.
Hele bu sevişme meselelerinde... Dikkat etmenin bir de ayıp tarafı var.
Tam havaya girmişken ‘Bi dakika kamera var mı bakıcam’ dese adam ya da kadın... Bu itimatsızlık üzerine olayın bir şey olmamış gibi normal seyretmesi mümkün mü? Yani kamera çıksa da çıkmasa da sevişme başlamadan bitmiş demektir.
* * *
Uzatmayayım, ders olsun derken başka bir şey kastediyorum. Hatta ters yönde bir dikkat denilebilir benimkine.
Şimdi şöyle:
Kaçamak yapmaya karar verdiniz diyelim. Gerçi buna karar verilir mi bilmiyorum. Belki öyle pat diye kaçamağı geliyordur insanın. Hani ‘Bağlasalar duramam’ misali. Her neyse, kaçamak yapacağınız kişinin başınıza çorap örecek biri olmasına özen göstereceksiniz.
‘Üstünde mi yazıyor’ diyeceksiniz. Açıkça yazmaz ama ihtimalin yüksek olduğu durumlar vardır, onları bileceksiniz. Mesela kafelerde elinde telefonla bekleşenlerden birini seçerseniz yanılma ihtimaliniz bir hayli düşük olacaktır.
Diyeceğim şu: Selametiniz için partneriniz size mutlaka tuzak kurmalı! Ki kaçamaktan sonra mağdur duruma düşesiniz. Unutmayın, ‘Bir mağduriyet bin kaçamak örter’. Yok, atalarımızın değil benim sözüm.
Mağdur olun ki herkes size sahip çıksın. Hatta ağlayanınız olsun. Bakarsınız şahsınızı koruma cemiyeti bile kurulmuş.
Birol Güven nasıl sahip çıktı mesela Tamer Karadağlı’ya... Pınar Altuğ’a da sahip çıkacaktı aslında ama Tomy basiretsiz davrandı, becerip de bir gizli kamera olayı gerçekleştiremedi.
Bu durumda Birol Güven ne yapsın tabii...
* * *
Şimdi Tamer Karadağlı’nın yaptığı, aile bilmemnesini şeytmiyor netice olarak. Kameraya aldılar çünkü. Karısı bile daha çok bağlandı kocasına.
Biri, ‘Kocanız sizi aldatıyor hanımefendi’ dediğinde, soracaksınız, ‘Kameralı mı, kamerasız mı?’
Kameralıysa sayılmaz. Mağduriyet var çünkü.
MIŞ-MUŞ
Hakkári’de bir genç, sevgilisine 25 metrelik aşk mektubu yazmış.
Doğu değişiyor; eskiden 25 metrelik kebap yaparlardı.
Erdoğan, ‘Dünyanın en etkili liderleri’ listesindeymiş.
‘Yan etki’ olmasın?
Sigara içen 20 yıl yaşlanıyormuş.
‘Hızlandırılmış ömür.’
Ecevit kürsüye hızlı vurunca eli sakatlanmış.
Hemen bir yazı dizisi hazırlamak lazım... ‘50 Yılda Kürsü Sakatlayan Ellerden Kürsüde Sakatlanan Ellere...’
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2004
Ne yaratıcı başlık ama... ‘Ankara’dan abim geldi’ye nazire yaptım aklım sıra. Nazireye devam edecek olursak evde bayramdan ziyade bir imtihan havası... Görüşmediğimiz süre içerisinde her birimiz kaç gram aldık, kaç gram verdik, doğru beslendik mi, ince giyindik mi, gönül kırdık mı, çizgiden saptık mı, yamuk yaptık mı...
Hele ince giyinmek çok önemli. Ona göre bu durum her kötülüğün anası gibi bir şey. Yolda giderken başımıza saksı düşse ince giyindiğimize yoracak. Bir psikiyatr masaya yatırsa annemi, derinlerden bir yerden ince giyinmeyle ilgili bir problem çıkar muhakkak.
Bir tek alevlerin eksik olduğu, bir nevi cehennemde yanmanın provalarını yaptığımız şu günlerde bile hırkayla geziyor.
Fakat bir yandan da kendisini anlamıyor değilim. İzmir’den gelmek ne demek... Başını camdan uzatırsın alev yüzünü yalar, içeri kaçarsın... Geceler için uyku arasında 10 dakikada bir seni otomatik olarak ıslatacak Zihni Sinir projeleri üretirsin... Ayakkabıların asfalta yapışır... Rafadan yumurta için yumurtaları balkona bırakman yeter...
Haliyle İstanbul’u bayağı serin buluyor annem. ‘Uluorta söyleme bari’ diyorum, tuhaf tuhaf bakıyorlar etraftan zira. Herkes ne bilecek nereden geldiğini...
Neyse imtihandan başarıyla çıktık sayılır. Kardeşim bir tek ev durumundan çaktı.
Aslında bir dekorasyon dergisine minimal döşenmiş bir evi, işte mesela kardeşiminkini anlattıracaksın anneme...
‘Ev sahibinin kendisini hastanedeymiş gibi hissedebilmesine olanak sağlamak için mekánın tamamında beyazın çeşitli tonları kullanılmış. Buğday unu beyazı, diş beyazı, gözakı beyazı, Van kedisi beyazı... Tek sorun, evde ancak kar gözlüğüyle gezilebilmesi...
Dekorasyonla ilgili tüm seçimlerde ‘dinginlikten çatlamaya’ önem verilmiş.
Salondaki L şeklinde beyaz kanepeye eşlik eden büyük cam sehpa... Ayol bari bu ahşap mahşap koyu renk bir şey olsaydı!
Ev sahibi çarşaf, yastık kılıfı, pike nevresim ve havlularda da tercihini beyazdan yana kullanmış. Çiçek böcek hak getire. Karşıdan pikeye sarınmış yatana bakınca insanın Fatiha okuyası geliyor.
Duvarlar hayal gücüne imkán tanımak için boş bırakılmış. Bakana serbestlik sunuyor. Gözünüzü kapayıp hayal edeceksiniz... Artık dağların arkasından güneş batarken bir yandan da şelalelerin coştuğu, camcılarda satılan resimlerden mi olur yoksa Bedri Baykam’dan manası kendinde saklı bir şey mi...
Eğer bu çölde serap gibi bir şey değilse bir köşede kan kırmızı bir şamdan duruyor sevgili dekorasyon severler. Ev sahibinin bir arkadaşı ‘Ben seyahatteyken şamdanıma bakar mısın?’ diye emaneten bırakmış olmalı.’
Öğle tatilinde derman
Kan beynime sıçradı.
23 yaşında bir kız ‘Bugün biraz moralim bozuk yaa... Yarın doğum günüm ve ben 24 yaşıma merhaba diyorum. Düşündükçe ağlayasım geliyor’ derse sizin de sıçramaz mı?
Aslında kız haklı da olabilir. Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir; bugün 23’ten 24’e koşan, demek yarın 44, 45, 46 diye gidecektir. Hani bugün için olmasa da yarın için ağlanabilir. Peşin vergi gibi bir şey.
Kızın önünde kıymetini bilemediği eski yaşları için ağlama faslı var daha. İleride çift taraflı ağlayacak yani. 45’inde bir yandan 46’sı için yanarken bir yandan da zamanında boşu boşuna ağlayasının geldiği 24 yaşı için dövünecek.
Ömür dediğiniz şey böyle gelip geçiyor zaten. Gelecek için endişelenip, geçmiş için hayıflanarak...
Kadın-erkek ilişkilerinde bile kavgaların altında bu yatar çoğu zaman.
‘Ya yarın aldatırsan beni...’
Hayır, tamam endişelenelim de... Bunun bugüne bir faydası dokunsun bir yandan da...
Mesela,
Yarın gideceği kesin olan adamın/kadının bugün keyfini sürelim...
Ya da nasıl olsa ölüm var diye bugün yaşamaya bakalım...
Katiyen. Öyle oturup ağlıyoruz.
Şimdi bu 23 yaşındaki kızcağız genç kalmanın sırrını merak ediyor.
Ne sırrı ayol? Sır mı kaldı ortada? Gazetelerde yazı dizileri çıkıyor, kitaplar yazılıyor... Fakat ne yapılırsa yapılsın nüfus káğıdında bir tashih söz konusu değil tabii. Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete; ister ceviz içi gibi olun ister tef gibi kıyamet aynı uzaklıkta.
‘Ölücem’ diye değil de sırf ‘Buruşucam’ diye ağlayanlar içinse, ‘Mevlám binbir dert vermiş beraber derman vermiş’ diyebiliriz. İstanbul’da ‘derman’dan geçilmiyor maşallah. Öğle tatilinde bile derman dağıtanlar var.
23 yaşında lakin ileriyi gören kızcağızın kendisiyle ilgili bir de tespiti var. ‘Bende biraz yaşlılık fobisi var galiba’ diyor. Ben de huzurlarınızda soruyorum, ‘Biraz mı?’
Şimdilik belki ayakta tedavisi mümkündür ama 45’ine geldiğinde beyaz bir odada uzunca süre boylu boyunca yatması gerekebilir. Benden söylemesi... Ona ve bütün benzerlerine.
MIŞ-MUŞ
Erkeklerin göremediği kırmızı tonları kadınlar görüyormuş.
Sulh olmalarının imkánsızlığını anlayın artık...
Tamer Karadağlı’ya seks tuzağı kurmuşlar.
Ya sormayın... Öyle doğru yolda giderken...
TCDD Genel Müdürü ‘Kazanın raporları çıksın, ceza neyse çekeriz’ demiş.
Ceza ‘Hızlandırılmış trenle müebbet yolculuk’ olmalı.
Milli Eğitim Bakanı Çelik Liselere Giriş Sınavı’na giren 634 bin 787 öğrenciden 64 bininin sıfır puan almasıyla ilgili ‘Sıfırları abartmayın’ demiş.
Tamam ama bazıları da bu hükümeti abartmasın!
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2004
Sennur Say
‘Sizin yazılarınızı zevkle okuyanlardanım, çünkü gerçekçi ve dobrasınız. Kadınsınız ama yeri geldiğinde erkeklerin haklı taraflarını bulabiliyorsunuz, zira feminist budalası değilsiniz. Amaaa... Sizin şu taraflı siyasi görüşünüz beni çok rahatsız ediyor (...) Her şeye rağmen çalışkan bir Erdoğan görüyorum ben ve her yerde aynı anda bulunmaya gayret eden merhametli bir insanı çağrıştırıyor bana. (...) Sizin şu CHP’yi güya çaktırmadan methetmenizi de anlayabilmiş değilim.’
Sahi benden mi bahsediyorsunuz siz? Peki eğer CHP’yi methediyorsam neden CHP’lilerden habire teessüf mektupları alıyorum acaba?
Bir soru daha size... ‘Her yerde aynı anda bulunmaya gayret eden merhametli bir insan’ olmak... Başarı bu mudur?
***
Gül
‘Benim kayınvalidem 85 yaşında, dünya tatlısı bir insandır. Bu gece kocasıyla nikáhlanacak. Bundan 60 yıl kadar önce ‘2.kadın’ olmayı kabul etmiş ve sonra bir kadının üzerine kuma gitmek suretiyle evlenmiştir. (...) Siz hep yazarsınız ya kadınlar ne ister diye; sanıyorum o bu gece yaşayacağı olayı istemiştir.’
‘2.kadın’lara duyurulur!
Allah’tan umut kesilmez.
Sabırla koruk helva olur.
Azmeden taşı deler.
***
S.Demir
‘Sizin köşenizde yazılan yazıları büyük bir heyecanla okumama rağmen sizi küçük bir konuda uyarma gereği duyuyorum. Ben mesela Doğu’da yaşayan biriyim ve sizin Doğu’da yaşayan insanların acılarını gösteren biri olmadığınızı görüyor ve çok üzülüyorum. Sizden bizi küçümseyen insanlara karşı ibret olacak bir yazı istiyorum.’
Haklısınız. Doğu’da konserler dışında bulunmadığım için yaşananları ancak okuduklarımdan, duyduklarımdan biliyorum. Bu da kaleme sarılacak kadar etkili olmuyor demek. Bugüne kadar sadece töre cinayetlerini yazabildim.
Sizi küçümseyenlere gelince... Oradan buraya gelip de kral olmayan yok. Hangi işe el atarsanız atın... İşadamı, sanatçı, doktor, bürokrat, siyasetçi... Ben daha bunların başarılı olmuş İstanbullusuna rastlamadım. Küçümseyen, kıskandığından küçümsüyordur.
***
PA&PA (Ne demekse...)
‘Salı günkü yazına ve sana inanarak bir bayan arkadaşıma telefon edip ‘Pakize Suda’nın yazısını okudun mu? Tam sana söylemek istediklerimi yazmış’ dedim. (Yine kibarlığım tuttu resmen söyleyemedim.) ‘Sen bana telekız muamelesi yapıyorsun’ dedi. Şimdi aramız limoni.’
Kadın kısmı yalandan hoşlanır. Bakma sen dürüst erkek arayışlarına falan... Bizim en akıllımıza bile ‘Sana áşığım, söz ömür boyu sürecek’ gibi laflar edeceksiniz daima. İnanmasak bile duymak isteriz.
***
Tuğba Erzurumluoğlu
Sevgili okurlar,
Tuğba, 22.07.2004 günü saat 24.00’te bir kız arkadaşıyla Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nun önünden 34 THS 07 plakalı taksiye binmiş. Gidecekleri yeri söylemişler. Fakat şoför aksi yöne doğru hareket etmiş. Kızlar ne olduğunu sorunca da ‘Ben bu yoldan gidiyorum’ demiş. İtirazla karşılaşınca aldığı yere geri götürmeye kalkışmış. Uzatmayayım, neticede kızları gecenin o saatinde ıssız bir ara sokakta bırakmış. Oraya kadar taksimetrenin yazdığı ücreti de alarak üstelik.
İşte İstanbul bu gibi adamlar yüzünden git gide yaşanmaz hale geliyor. Elbirliğiyle buna mani olmaya çalışacağız. Mesela bu olayda Tuğba ve ben üstümüze düşeni yaptık. Şimdi sıra, Taksiciler Odası mı artık nereye bağlıysa bu arkadaş, orada.
MIŞ-MUŞ
DSP’nin yeni Genel Başkanı Sezer, Atatürk’e Ecevit’i övmüş.
Demek yeni başkan yaratıcı biri.
*
Erkeklerin kadın peşinde koşmaları ömrü azaltan bir etkenmiş.
Bizim için ödedikleri bedel karşısında vallahi gözüm doldu.
*
TCDD Genel Müdürü, ‘Normal tren deseydik kimse binmezdi’ demiş.
Ben size diyorum, ‘Bizim komiklik yapmamıza gerek yok’ diye...
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2004
<B>EN </B>zor yazı bu...<br><br><B>Sezen Aksu’</B>dan bahsetmek... Çünkü artık söylenecek söz yok.
Ne desem benden iyi biliyorsunuz.
Mesela,
‘Arkadaşlar!
Sezen Aksu bir söz yazıyor... İnsanı kalbinin orta yerinden vuruyor’ desem bunu bilmeyen mi var?
‘Sezen Aksu, ayrılanların, kavuşanların, hasret çekenlerin, áşık olanların olamayanların, cilveleşenlerin, yananların, yakanların, ayılıp bayılanların, aşmışların, uçmuşların, kısacası her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının hislerine tercüman olmak üzere gönderilmiştir’ desem...
‘Sesi insanın içine işliyor’ desem...
‘Türkiye’de ekmek, hava, su girmeyen ev vardır. Sezen Aksu’nun girmediği ev yoktur’ desem...
‘Her konuda çatışma yaşayan ana-baba ve çocukların mutabık olduğu tek şey Sezen Aksu’nun sevilesi biri olduğu hususudur’ desem...
‘Bu memlekette kimsenin ‘en’ sevdiği Sezen Aksu şarkısını seçmesi mümkün değildir, 500 tane ‘en’ olmaz zira. Dil ustaları insanın canına okur’ desem...
‘Elinden her iş gelir’ desem...
‘Kaşı gözü, dudakları, çenesi, dekoltesi, ayakları, cildi pek güzeldir’ desem...
‘Çok akıllı, çok zeki, çok komiktir’ desem...
‘Okul hayatı boyunca iki savaşla üç ovanın ismini aklında tutamayanlar bile Sezen Aksu’nun 700 şarkısını sular seller gibi ezberlemişlerdir’ desem...
‘Sezen Aksu, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisindeki tüm vokalistler için ‘Alaaddin’in lambasından çıkan cin’ ya da ‘Türk filmlerindeki káşif gazinocular kralı’ gibidir’ desem...
‘Kendisi arkadaşım olur’ desem...
Hepsini biliyorsunuz bunların.
‘E, zorsa yazma o zaman’ diyeceksiniz...
Geçtiğimiz cumartesi gecesi Hisar’daki konserine gidip duygularımı kurcalamasaydım mümkündü belki. Ama görünce dayanamıyor insan, illa yazmak istiyor. Hakikaten ortada bir hadise var zira.
MIŞ-MUŞ
Ali Babacan, ‘Yurtdışında bakan olduğuma inanmıyorlar’ demiş.
Bizim de bakan olduğuna inanamadığımız bakanlar çok.
Ekim ayında satışa sunulacak olan 200 milyarlık Mercedes’e 30 Türk talipmiş.
Korkarım Başbakan çıkıp ‘Görüyorsunuz vatandaşın alım gücü nasıl arttı’ der şimdi.
Türkler son anda tatil planı yapıyorlarmış.
Bilmez miyiz... Çocuğu da kadın aşermeye başladıktan sonra planlarlar.
Erdoğan, ‘Siyaset bilinçli tercihim değil’ demiş.
Bizimse hiçbir mazeretimiz yok, bile bile seçtik kendisini.
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2004
<B>‘KAZA geliyorum demez’</B> lafı herhalde bizden çıkmamıştır. Başka dilden tercümedir. Çünkü ben bugüne kadar <B>‘geliyorum’</B> demeyen kaza görmedim Türkiye’de. Elektrik var mı yok mu diye kablonun ucunu elle yoklamalar...
Tüpgazı kibrit çakarak kontrol etmeler...
Şehir içinde araba yarıştırmalar...
Kamyonları, otobüsleri uykusuz şoförlere teslim etmeler...
Köy halkının tamamı olarak traktörün römorkuna binmeler...
Beş kişilik sandala otuz beş kişi doluşmalar...
İçi dolu tabancayı çocuğun erişebileceği yere koymalar...
‘Bize bir şey olmaz’ diye diye radyasyonlu çayları içmeler, ‘AIDS’liyim’ diyen kadınla yatmalar... Fay hattı üzerine derme çatma binalar kurmalar... İşte en son hızlandırılmış tren kazası... Uzmanlar her an bir felaket olabileceğini söylemişlerdi. Rayların hızlı trene uygun olmadığını... Türkiye’de kaza bela ‘geliyorum’ diyor. Sorun kazanın suskunluğunda değil yani. Bizim sağırlığımızda, körlüğümüzde, aymazlığımızda.
***
‘Dört gündür yeteri kadar üzüldük’ diyeceksiniz. Haklısınız. Benim de hiç niyetim yoktu aslında bu konuyu açmaya ama tutamadım işte kendimi.
Size bugün bir nevi bir metamorfozdan söz edecektim. Hamilelerin uğradığı değişimden. Yok, 9 ayı karın şişmeden geçirebilmek falan değil, tıp oraya kadar gelmedi henüz, şimdilik hamile kalma anıyla ilgili. Ana babamızın usulüyle hamile kalma tarihe karıştı gibi bir şey. Artık doktor nezaretinde, laboratuvar masası üzerinde, bir elinde tüp bir elinde iğneyle bekleyen hemşire eşliğinde yatıyor çiftler.
Benim dediğim, hamile kadınlardaki ruhsal değişim. Artık ne olduysa bilmiyorum, eskiden saklayacak yer bulamadıkları karınlarını fora ettiler. Hamile elbisesi diye bir şey vardı eskiden. Şimdi de var gerçi... Memenin altında biten tişört, rahim hizasında başlayan pantolon. Haliyle karın orta yerde. İnsanın koşup sıvazlayası geliyor.
Fakat alınıyorum bir yandan da... Sanki bir nispet durumu var gibi.
‘Allah’ıma bin şükür kapı gibi kocam var’ demek istiyorlar sanki bana.
Ya da ‘Ben yavruluyorum, ya sen?’
Gerçi aynı biçimde giyinsem doğurmak üzere olanlarla değil ama günüme göre üç ya da beş aylıklarla bal gibi yarışabilirim. Ama ‘Hadi uymayayım şunlara’ diyorum.
Hakikaten nedir bu günümüz hamilelerindeki çıplak karın durumu?
Doktor tavsiyesi olabilir mi?
Yoksa bunun da mı modası var?
Seneye bir de pencere açtırırlar mı çocuk hava alsın diye?
Şeffaflığa buradan mı başladık yoksa?
Nedir?
MIŞ-MUŞ
Ulaştırma Bakanı, ‘Çok iş yapan hata da yapar’ demiş.
‘Çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz’ı bilirdik de...
*
Erdoğan, ‘Bakan ve sorumlular hakkında tasarrufunuz olacak mı?’ diye soran gazeteciyi azarlamış.
Bir Erdoğan klasiği...
*
Eşini her gün öpen 5 yıl fazla yaşarmış.
Evlilik insanı 10 yıl erken öldürüyor ya... Bu 5 yıl zarardan kár.
Yazının Devamını Oku