10 Temmuz 2004
Her zaman söylerim, ‘Bu araştırmalar olmasa insan kendine yabancı kalır’ diye... Bakın mesela İngiltere’de durmak bilmeyen araştırmalara bir yenisi daha eklenmiş. Birileri bu sefer de kadınların alışveriş merakını merak etmiş. Ve neticede kadınların bu konuda 5 gruba ayrıldığı çıkmış ortaya.
Alışverişi hakikaten seven biri olarak baktım tabii durum nedir diye. Fakat kendimi bir yerlere koyamadım. Tam araştıramamışlar demek... Ya da dünyada tekim ben. Tek başıma 6. grubu temsil ediyorum.
Nedir bu benden başka kimsenin rağbet etmediği grup?
‘Modafobik ucuzcu kalite düşkünü indirim avcısı alışveriş bağımlısı.’
Ya da ‘Hiçbiri.’
Yani bana kısaca ‘Bilinçsiz’ denilebilir.
‘Modafobikler’e bakalım mesela...
Aslında ben bunu tam anlayamadım. ‘Fobi’den modayla bir problemleri olduğunu çıkarıyorum da modaya uymaktan mı yoksa uymamaktan mı tırsıyorlar bilemedim.
Neyse netice olarak bu gruba girenler öyle bitap düşene kadar alışveriş etmeyi sevmezlermiş. Teoride ben de sevmem, nefret ederim hatta. Ama beni Akmerkez’den çıkarken gören bir dostum derhal Hızır Acil Servis’i arayabilir. Öyle bir sürünme hali... Parmak uçlarımda gözümün değdiği her şeyi ellemekten doğan bir his kaybı...
‘Alışveriş bağımlıları’ deniyor grubun birine...
Evet, kesinlikle bu gruba dahilim. Fakat büyük hobileri gardıroplarını yenilemekmiş. Yenilmek eskileri elden çıkarmak anlamına geliyor değil mi? Bana uymaz. Benimki daha çok gardırobu bir gün altında kalıp ezilmek üzere habire genişletip büyütmek oluyor.
‘Ucuzcular’la ‘İndirim avcıları’ arasındaki farkı anlayamadığımdan ikisinden hangisine girerim, şeyttiremedim. Ben kendi ucuzluğumu kendim yaratıyorum daha çok. Öyle bir pazarlık ediyorum ki... ‘Kahretsin, al git!’ durumunda kalıyorlar.
Aslında beni Kıbrıs müzakerelerine yollasalar... Vallahi Girit’i de verirler üzerine öyle giderler.
Uzatmayayım, hem içindeyim grupların hem de büsbütün dışında... Beynimde ‘Al’ diyen bir merkez var, onu biliyorum sadece. Herkeste vardır gerçi... Ama yanında ‘Bak da al’, ‘Düşün de al’, ‘Seç de al’ diyen merkezler de vardır. Benimkinde sırf ‘Al’...
Hepsi senin mi?
Kızlar genç kızlığa adım attıklarını nasıl anlayacaklar şimdi? Laf atmaya ceza gelmiş. Kim 2 yıl hapsi göze alır da ‘Baban şekerci mi?’ diye sorar artık...
‘Kaldı mı soran?’ diyeceksiniz... Keşke kalmış olsa kıyıda köşede... Hala bir yerlerde köşe başında mahallenin gençleri toplanıyor ve bu konuda yaratıcılıklarını kullanıyor olsalar keşke. O yaşlarda hem laf atan hem de o lafın muhatabı için hayatın tadı tuzudur o anlar.
İçinde taciz olmayan...
Öyle direkt de değil hem. Sanki arkadaşlar aralarında konuşuyorlarmış gibi... Hani ‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla’ misali...
Siz geçerken yanındaki arkadaşına ‘Charli’nin melekleri gelmiş gördün mü?’ diyen delikanlı için ‘Tacizde bulundu’ diyebilir misiniz?
Biz demezdik. O üç fıstıktan birine benzetilmek hoşumuza giderdi.
Hafızamı yokluyorum... Galiba en müstehceni ‘Böyle sevgilim olsun, bilmemne kadar borcum olsun’du. Neden müstehcen? ‘Benim ol’ demeye getirdiği için. Zira genellikle laf atanın kendisi olmazdı temada. Sırf kızın güzelliği, hoşluğuydu söz konusu olan.
Ha, tokat gerektirenler de vardı tabii. ‘Hepsi senin mi?’ mesela... Ama şimdi düşününce bu da masum kalıyor.
Laf atmaların son yıllarda gelmiş olduğu noktadan haberim yok tabii. Laf atılacak yaşı geçtiğimden mi, iyi kötü bir tanınmışlığım olduğundan mı artık...
Bakkal önü, duvar üstü, köşe başı toplaşmalarını da görmüyorum. Başka bir yerlerde başka türlü laflar atılıyor artık herhalde. Yasalar falan çıkartıldığına göre işin rengi değişmiş belli ki. E, her şey birbirine paralel değişiyor. İlişkiler ne ki laf atmalar ne olsun...
MIŞ-MUŞ
Baykal tasfiye düğmesine basmış.
Zaman içerisinde o düğme o parmağa kaynadı zaten.
İngiliz psikiyatr, ‘Stalin psikiyatriste gitse tarih değişirdi’ demiş.
Fakat ders alınmıyor işte; Bush’u tutup psikiyatriste götüren yok.
Ana kuzuları daha başarılı oluyormuş.
‘Benim oğlum büyüyünce paşa olacak’ diye diye demek...
Blair, Irak’ta kimyasal silah bulunamadığı için İngiliz halkından özür dileyecekmiş.
Irak halkındansa özür falan dileyen yok.
Erdoğan kızının düğün davetiyesini Ürdün’e elden götürüp vermiş.
Alın size Yunanistan’la yeni bir bozuşma nedeni!
Avusturya’da dil bilmeyen kadını 7 aylık doğurtmuşlar.
İyi yine doğurtmuşlar, kürtaja geldi de zannedebilirlerdi.
Yazının Devamını Oku 8 Temmuz 2004
<B> F.BİRLİK<br><br>‘20 Haziran 2004 tarihli yazınızda beni çok güldürdünüz (...) Ha ha haaa. O küçücük dediğiniz ada Yunanistan’ın 3 katı büyüklüğünde sarışın hanımefendi.’</B> Çok bilmiş geçinen ama espriyi algılamaktan aciz sevgili okurum!
Netice olarak amacıma erişmiş sizi güldürmüşüm ama siz amacınıza ulaşamadınız. Yani beni şapa oturtamadınız. O yazıda Türkler’le Japonlar mukayese ediliyordu ve Türkiye Japonya’nın 2 katı büyüklüğünde esmer olduğunu düşündüğüm beyefendi. Ve de Türkler’in hiçbir icatta bulunmamasına esprili bir mazeret aranıyordu. Bir gerçeğin tespiti yoktu yani yazıda. Öyle olsa ABD’nin değil icatta bulunmak fişi, pirize takamaması lazımdı.
Sana fıkraları da iki kere anlatıyorlardır. Gerçi yetmez, o başka.
* * *
ZÜHAL BAKKAL
‘Hani şu fi tarihinde yayınladığınız ve hálá fi tarihinde olduğumuz için geçerliliğini koruyan, ilelebet de geçerli olacak, kadınlara şöyle davranın, böyle davranın yazınızı kesip evdeki buzdolabının üstüne yapıştırdık ki gelen sevgililerimiz ya da sevgili adaylarımız feyz alsınlar. (...) Yalnız yazınızın panzehiri, tavlanan erkek nasıl elde tutulur konusunu da acayip merak etmekteyiz. Bu konuda önerilerinizi dört gözle bekliyoruz. Sizler istediğiniz kadar memleket meseleleri üzerine kafa yorun, biz okuyucular asla akıllanmayız. N’apalım dünya kadın erkek ilişkisi üzerine kurulmuş bir kere.’
Mektubunu ibreti alem için köşeme aldım Zuhal’cim. Ben bu memlekette en önemli hususun kadın - erkek mevzuu olduğunu çoktan biliyorum da bilmeyenler de öğrensin.
‘Erkeği elde tutma’ meselesine gelince... En iyisi ben hiçbir öneride bulunmayayım. ‘Elde erkek’ yok zira.
* * *
PİRAYE EROL
‘(...) O iğneleyici üslubunuzla yazdığınız yazıları hayranlıkla okuyorum. Ayrıca Pembe Patikler’deki rol yeteneğinizi de hálá unutmuyorum. Helal olsun size... ‘Niyazi’ der demez tir tir titreyen bir erkek görmek, başta annem ve ben olmak üzere tanıdığım tüm bayanlara şeytani bir zevk veriyordu.’
Oradaki kadın ‘ben’dim çünkü. Evlenseydim kocam Niyazi ben Hadiye olurdum mutlaka. Yani yetenekten söz edilebilir mi bilmiyorum.
Hayat Bilgisi’ne Amil Bey’in kaynanası da ‘ben’im. Zaten hiç munis kadın rolü teklif eden yok. Bu kumaştan ancak bu tarz elbise dikileceğinin herkes farkında demek.
* * *
ÖZGE DEMİR
‘Ayşe G. Ceren’e kesinlikle katılıyorum. Ufak tefek bir kadınım ve Tanrı’ya şükrediyorum beni daha iri yaratmadı diye. Şimdiye kadar aşık olduğum tüm erkekler iri yarı ve güçlü tiplerdi. Maalesef ufak tefek kasları gelişmemiş erkekler beni hiç etkilemiyor.’
Ne diyeyim, böyle de bir şey çıktı ortaya. Kasları güçlü erkek severmişiz meğer. Bir arkadaşımız bunu söylemeye cesaret etti, arkası çorap söküğü gibi geliyor.
* * *
HANDAN ALTOĞLU
‘(...) Keşke ama keşke bir sürü Pakize’miz olsa... Hatta başbakan olsa, cumhurbaşkanı olsa, hatta mümkünse bir ‘Pakize’ olma okulu olsa... Sana sevgimiz sonsuz, ışığımızsın.’
Allah Allah!
Sahi mi yav?!
Gaza getirmeyin beni arkadaşlar! Sonra Çankaya’ya çıkamamanın üzüntüsünü yaşamayayım bir de...
MIŞ-MUŞ
Bülent Ersoy ‘Ben aslında sosyalistim’ demiş.
Doğrudur. ‘Aslında sosyalist’ olan ne partiler bile gördü bu gözler.
Gecekondu yapana 5 yıl hapis cezası geliyormuş.
E, biri olmazsa öteki; cezaevi de bir ölçüde barınma ihtiyacını karşılıyor.
Baykal ‘Başbakan’ın kafası karışık’ demiş.
Kafası olduğunu kabul etmesi bile olumlu bir gelişme.
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2004
<B>‘Gel ıslak ıslak<br><br>Kulağımdan öp beni<br><br>Gıdıklaniim<br><br>Hoşnut kaliim’</B> Sevgilim bana böyle bir şey söylese son sözünü söylemiş olur herhalde. Kendisine ben de şu şarkıyla cevap veririm zira.
‘Yürü, anca gidersin.’
Şarkıların son durumu bu sevgili okurlar. Yani dolayısıyla ilişkilerin de. Gökten zembille inmiyor ya bu şarkı sözleri.
Hayır, insan sevgilisine her şeyi söyleyebilir... En ahlaksızca nitelendirilen sözleri bile... Romantizm kadar hard parnonun da yeri vardır elbet. Öyle ha bire mum ışığında şarap içerek göz göze bakışmak kabak tadı verebilir. Fakat bu ‘gıdıklanayım, hoşnut kalayım’ başka bir şey. Nasıl anlatayım tuhaf, itici, sevişmenin büyüsünü bozan bir şey işte.
Yani bir an gelir ‘Gıdıklanıyorum’ diyebilirsiniz de, ‘Şunu şunu yap da gıdıklanayım’, bir de arkasından ‘Hoşnut kalayım’ demek... Vallahi o dakika kalkar giderim.
‘Bir sözcükle aşk meşk biter mi?’ diyeceksiniz.
Biter. Kadın kısmı bitirir.
Bir arkadaşımın başına gelmişti... İsmi lazım değil, bakanlık da yapmış ünlü bir politikacı, arkadaşıma kur yapıyor bir tarihte... Romantik bir ortamda, işte bir erkek neler sıralarsa bir kadına hepsini sıralıyor. Derken diğerlerinden farkını ortaya koyuyor ve ‘Ben senin gaz çıkarmana bile tanık olmak istiyorum’ deyiveriyor.
Benim ‘gaz çıkarmak’ dediğime bakmayın, o adlı adınca söylüyor da ben başkasının adına bile olsa telaffuz edemiyorum o sözcüğü.
Arkadaşım donup kalıyor. Ve başlaması an meselesi olan beraberlik başlayamıyor. Doğallık iyi hoş da her zaman her yerde uygun kaçmıyor işte.
Bir de adam bilmiyor ki bir kadının gaz çıkarmasına tanık olmak neredeyse imkansızdır. Ortada önemli bir hastalık, ameliyatlı olma hali falan yoksa... Eşine, artık yanında yok farz edecek kadar çok alışmak erkeğe özgü bir durum.
Burnunu karıştıran kadın da göremezsiniz mesela...
‘Hak huk’ yapıp boğazını temizleyen kadın da...
Kadınlar önem verir bu gibi şeylere. Erkek kısmı bazen hiç anlamaz kadının neden soğuduğunu... Bir bakar ki pırr uçuvermiş kadın...
Bu ‘Gıdıklanayım, hoşnut kalayım’ bunlara benzemiyor gibi görünse de benim için aynı ağırlıkta bir vaka. Direkt sinirlerimi hedef alıyor. Sizi bilmem ama bana kimse demesin!
MIŞ-MUŞ
Türkiye’deki kadın sayısı erkeklerden 241 bin fazlaymış.
Hiç olmazsa tükürüğümüzle boğacak duruma gelmişiz.
Kızılay, çatal kaşık yollamayı unutunca, Doğubeyazıt’ta depremzedelere ekmek arası kuru fasulye dağıtılmış.
Buna da şükür, ekmek arası çorba da olabilirdi.
Erdoğan’a ‘Sizin için ölürüm’ diye şiirli mektup gönderen öğretmen, müşavirliğe terfi ettirilmiş.
Terfilere kolaylık getirilmiş, daha ne istiyorsunuz!
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2004
<B>ŞU </B>AB karşıtlarına dil dökmektense, misal benim geçenlerde aldığım mumları paket edip göndermek lazım kendilerine. İki kollu şamdan... Elbette birbirinin aynısı iki mum... Lakin mumlardan biri ‘cuk’ diye otururken şamdandaki yuvasına, öteki direniyor. Hadi bakalım buyurun!
Kabahat şamdanda mı, mumda mı? Mumların yerini değiştirerek bulabilirim tabii.
Evet, mumdaymış. Zaten anlamalıydım... Şamdan ithal, mum yerli.
Mumun kıçını törpülüyorum, ittire kaktıra oturtuyorum.
Fakat o da ne... O az önce cuk diye oturan mumda bir Erdal İnönü duruşu... Yani orta direk bel veriyor hali... Orhan Abi’m o şarkısında ‘Hatasız mum olmaz’ mı diyordu yoksa!
Zorla oturttuğumdan öteki de yamuk duruyor zaten...
Şimdi şöyle bir toparlarsak... İki mum var. Birinin kendinden beli bükülü... Ötekinin beli doğru ancak kıçı büyük olduğundan eğri duruyor. Durum bu.
Böyle bırakacak değilim elbet... Modern heykel gibi... Modern dedimse hani o demokrasi parklarındaki borulardan müteşekkil heykelleri kastetmiyorum. Benim dediğim, bildiğimiz Atatürk heykelleri... Bugüne kadar kafasıyla vücudu orantılı ya da yüzü gerçekten Atatürk’e benzeyen bir heykel görmediğimden ‘modern’ diyorum ben onlara.
Uzatmayayım, elle müdahalede bulunuyorum mumlara.
‘Mumlara itinayla standart getirilir.’
Getirilir de... Getirilirken kırılır. İtina yeterli gelmedi demek.
Tekrar son durumu bildiriyorum:
Boyları birbirinden farklı dört adet mum sahibi oldum. Mumların aslı aşağıdan yukarıya doğru incelen bir biçim arz ettiğinden hepsinin kıçının çapı farklı şimdi... Evet, her biri ayrı telden çalan dört mum müsveddesi var elimde.
Gerçekten elimde, zira onları koyacak şamdan henüz ustasından doğmadı.
Mecburen bir çekmecede elektriklerin kesilmesini bekleyecekler. Bir eski kül tablasının içine dikilip merdiven başında gelene geçene yol gösterecekler.
Demek mum kısmı da ‘Ne oldum’ demeyecek, ‘Ne olacağım’ diyecek.
Kısacası, ben AB’ye girersek ne olur, girmezsek ne olur anlamam. Ama birbirinin aynısı gibi görünen iki mumun sahiden birbirinin aynısı olmasını isterim.
Fakat şu da var... Yarın AB çıkıp da ‘Pakize Hanım, iki yazınızdan birinin kalitesi ötekini tutmuyor’ derse... Evdeki mum mezarlığına razıyım.
MIŞ-MUŞ
Kenan Doğulu, ‘Dekolte tişörtü ilk ben giydim’ demiş.
‘İlk’ olmak istediği husus bu idiyse ne mutlu ona!
Gül, gazetecilere ‘Hepiniz fotoğraf çektirmek için eleştirdiğiniz Bush’u, savaşa karşı çıkan Chirac’a tercih ettiniz’ demiş.
E, hayvanat bahçesinde de kuşlardan ziyade aslan, kaplan, timsah çekmez mi ilgimizi?
Diyet içecekler şişmanlatıyormuş.
Korkarım yarın ‘Su içsem yarıyor’ diyenlerin iddiası da doğru çıkar.
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2004
Bilmiyorum onlarda da ‘Bilmece bildirmece dil üstünde kaydırmaca’ durumları var mıdır... Varsa eğer birbirlerine soruyorlardır şimdi:
‘Denizi var gemisi yok
Sokağı var insanı yok
Seması var kuşu yok.’
Neresi burası?
Tabii ki İstanbul. Zirvenin İstanbul’u.
Hani çizgi filmlerde kovboy kasabaları vardır... Haydut gelince herkes evine kaçışıp penceresini kapısını kapatır, hatta çiviler... Bir tek kasabanın barı açık kalır, orada da barmen korkudan tezgáhın altına gizlenmiştir... Üç gün boyunca durum buydu İstanbul’da.
Bir zamanlar ‘Okullar olmasa maarifi ne güzel idare ederdim’ diyen bir bakan varmış... Anlatırlardı... Yıllar sonra adamcağızın hayallerine benzer bir durum gerçek oldu. Ortada insan olmayınca asayiş bir güzel sağlandı. Neyse... Gittiler de saklandığımız deliklerden çıktık. Çeri çöpü de çıkarabilirsiniz arkadaşlar!
Bir daha İstanbul’un kalabalığından şikáyet edersem ne olayım... Tek tek öpesim var herkesi.
Büyüler bizden...
Bir heyet Türkiye’ye gelsin de büyülenmesin... Mümkün mü? Tarih yazmadı daha. Nitekim bu gelenler de büyülenip gittiler. Hatta büyülenme anlarından birini gözlerimizle gördük hepimiz. Bütün gazetelerde vardı... Mehterana bakarlarken hakikaten hepsinin büyülendiği gözlerinden okunuyordu. Zaten o bıyıklara kimse kayıtsız kalamaz.
Sonra yemeklerimizle büyüledik tabii... Deniz börülcesi ve mini imambayıldıyla. Hatta Bush demiş ki, ‘Bir sonraki yiyeceğimiz yemeği dört gözle bekliyorum.’ Her şey karşılıklı. O da bizi az büyülemedi Irak’ta. Bir sonraki saçmalıklarını biz de bekliyoruz. Yalnız iki göz eksiğiyle... Bir de bizim gözlerimizde endişe var fark olarak.
Misafirperverliğimizden de büyülendiler elbet. Özellikle kadınları oradan oraya gezdirirken büyünün dozunu kaçırıp -sersemlettik. ‘Ölümü öp, padişahın iç donunu da göstermeden şuradan şuraya bırakmam!’ diye diye...
Boğaz gezisinde hele... Bir tane bile gemi geçmeyen deniz büyülemez de ne yapar...
Gerçi gazeteler yazmıyor ama ben biliyorum ki en çok nüfus planlamasından büyülendiler. Metrekareye sıfır insan düştüğünü görünce... Sormuşlardır Tayyip Erdoğan’a, o da ‘Bunu da başardık icabında’ demiştir. Tanrı tercümanların yardımcısı olsun ‘icabında’yı İngilizce’ye nasıl çevirdiler acaba?
Necmiyanım’dan Bush’a...
Benim bu zirvede en çok ilgimi çeken husus Emine Erdoğan’la George Bush’un yaptığı sohbet oldu. Bütün gazetelerde gördük. ‘Sıcak sohbet’in fotoğraflarını... Emine Erdoğan anlatıyor, Bush dinliyor...
Merakım, Emine Hanım’ın o esnada ne dediği...
Misal, ‘Sıcaklar birden bastırdı’ mı demiştir...
Ya da ‘Tayyip kurufasulyeyi çok sever’ mi...
‘Ben pilava bir fiske de şeker atarım’ dedi belki de.
‘Hayırlısıyla küçük kızı da bir başgöz etsek...’ demiş de olabilir.
Sahi cumhurbaşkanı, başbakan eşlerine böyle resmi ziyaret sohbetlerinde ne konuşmaları gerektiği öğretilir mi? Öyle ya o güne kadar konu komşuyla, akraba kadınlarla düşülüp kalkılmış... Birden yanına ABD başkanını oturtuyorlar. Necmiyanım’dan Bush’a geçmek kolay değildir herhalde.
Yukarıdaki tahminlerim isabetliyse yine de iyi Emine Hanım’ın durumu. Ben olsam hem dedikoduyu sevdiğimden hem de patavatsızlığımdan ‘Bizim buralarda sizi pek sevmezler, hatta arkanızdan bile bile dilini sürçtürüp ‘puşt’ diyen bile var’ deyiverirdim. Yaka paça götürürlerdi tabii beni. Demek Allah biliyor da bazı şeyleri nasip etmiyor insana.
MIŞ-MUŞ
Erdoğan ‘Yeri geldiğinde smokin giyerim’ demiş.
Dolmabahçe Sarayı’na cumhurbaşkanının davetine giderken olmaz tabii... Plaja giderken giyecek.
Çeşme Bodrum’u sollamış.Bir başka deyişle, Allah geride kalan sahil beldelerimizi korusun!
Büyümede rekor kırılmış.Doğrudur. Başka kimse böyle milletin ruhu duymadan büyümeyi gerçekleştiremez.
Gül ‘Zirvede demokrasi sınavı da verdik’ demiş.
Sadece habire sınav verilen fakat bir üst sınıfa geçmenin olmadığı sistem bir tek bizde var.
Zirve için gelenler 2.5 ton Maraş dondurması yemişler.
Miktara bakarsanız tarihe Maraş Zirvesi olarak geçmesi daha uygun olacak.
Yazının Devamını Oku 1 Temmuz 2004
NURDAN Tünay
‘Göğüs ölçüleri hakkında biraz daha bilgilenmelisiniz. 80 C ölçü dar vücut, büyük göğüs demektir.’
Haklısın... Daha da beterini söyleyeyim sana, kendi göğüs ölçümden bile haberim yok. Her sutyen almaya kalktığımda, bir zamanlar iç giyim mağazası sahibi olan bir arkadaşım var, onu arayıp soruyorum, ‘Zeliş ben kaç numara sutyen giyiyordum?’ Söylüyor, alıyorum. Bir dahaki sefere yine tın tın. Beynim göğüs ölçüsü bilgilerini fuzuli bulduğundan kaydetmiyor zahir.
*
Cumhur Ustaömer
‘24 Nisan 2004 günkü köşenizde Y.H. adlı okura yanıtınız üzerine yazıyorum. Ben 26 yıldır evliyim. Yaşım 49. Üç çocuğumuz var. Eşimi bugüne kadar hiç aldatmadım. Hatta aklımdan geçirmedim.’
Durum budur. Cumhur Bey sadıktır. Takdire şayandır. Tez günde boynu vurulmalı, ay pardon madalya takılmalıdır. Ve de derhal büyüteç altına alınmalıdır.
*
Derya Hambarlı
‘Ben Pakize Suda’nın yazılarını okumak istiyorum, birilerinin soru ya da sorunlarına verdiğiniz cevapları değil.’
İyi hoş da umumi arzu var ben ne yapayım... Milletçe vitrine çıkma merakımızdan mıdır, okumaktan çok yazmayı, dinlemekten çok anlatmayı sevdiğimizden midir artık mail yağıyor. Sırf bu yüzden okunan köşeler, tiraj alan gazeteler var, sen ne diyorsun...
Aslında ben de seviyorum bu cevap günlerini. Bir anda birkaç konuya değinmek suretiyle dev adımlarla bilgi ve görgümüzü artırmış oluyoruz. Mesela bugün 80 C’nin ne olduğunu bilmeyenler öğrendiler, bilenler bilgilerini tazelemiş oldular. Adından cinsiyetini çıkaramadım ama, kadın olduğunu varsayarsak Cumhur Bey’in mektubu yüreğine su serpmedi mi? Ayrıca az sonra aşağıda okuyacağın Ayşe G. Ceren adlı okurumun yazdıklarını benden duyman mümkün değildi. Oysa çok ilginç, oku da bak!
*
Ayşe G.Ceren
‘Fiziksel gücün kadınları en çok etkileyen özelliklerden biri olduğuna inanıyorum. Gizli gizli de olsa... Bunu açıkça söyleyemesek de kendimize...
........
Sizi birden kaldırıp yatağa taşıyan, size hep korktuğunuzun aksine kuş kadar hafifmişsiniz hissini veren erkeğe sonsuz bir hayranlık ve aşk duymaz mısınız?
........
Açılmayan kapıya son çare olarak vurulan sert omuz bizi mest etmiyor mu? Kımıldatamadığımız masanın tek kolla çekilivermesi?
........
Sizi sımsıkı sararken bir yerlerinizi acıtacak kadar kontrolsüzleşen gücünden canınız çok acısa da müthiş keyif almıyor musunuz?
........
Bize el kaldırmalarından nefret ediyoruz, ama hadi sessizce düşünün, onlara demeseniz de eğer bilsek ki istese bile bizi bir saniyede yere yapıştıramayacak, o kadınca sokulma, yanına sığınma, korunma hissimiz yara almaz mı? Biz kadınlar acıyınca sevebilir miyiz bir erkeği?’
Kolay gelsin sevgili mavi nüfus káğıtlı okurlarım! Artık ağırlık mı kaldırırsınız, kum torbası mı döversiniz...
MIŞ-MUŞ
Türkler dondurmayı kışın unutuyormuş.
E, illa dürtmek lazım; bu hadisede de sıcak dürtecek ki...
*
Türkiye’de en çok boşanma tatilden dönünce oluyormuş.
O animasyonlar, değil boşanma, katil bile eder adamı.
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2004
<B>BEN </B>bu Japonların habire bir şey icat etmelerini memleketlerinin küçüklüğüne yoruyorum. Küçücük ada... Ancak ayakta durarak sığabiliyorlar. Yatmaları herhalde vardiya usulüyle gerçekleşiyordur. Bizde mesela yan gelip yatacak yer çok olduğundan... ‘On dönüm bostan, yan gel Hasan’ diye söz bile vardır hatta.
Fakat hakkımızı yemeyelim yine de. ‘Daima yatıyoruz’ diyemem. Kalktığımız zamanlar da var. Hatta o saatler için yurdun dört bir yanına kahvehaneler, çayhaneler yapmışızdır.
Neyse, bizi karıştırmayayım şimdi. Diyeceğim Japonların yatacak yeri olmadığı gibi, oyalanacak kahvehaneleri de yok. Ev, okul, hastane, ofis derken bir bakmışlar memleket bitmiş. Yani metrekare olarak... Başka şey yapacak yer kalmamış. Bakın yine dayanamayıp lafı bize getireceğim. Biz olsak denizi dört bir yandan doldurmak suretiyle adayı Avustralya kadar yapmıştık şimdiye kadar. Hatta 6. kıta olarak dünyada yerini almıştı.
Sadede geliyorum. Japon milleti, yıllarca öyle ayakta boş boş durulmayacağından, mecburen elinde bir şeylerle oynamak durumunda kalmış. İşte durmadan icatta bulunmasının nedeni ve şekli bu.
***
Gelip geçici bir süre olsa bu ayakta durma, hayati araç gereci icat edip bırakacaklar. Fakat durum ilanihaye sürünce misal ‘Beli sıkan don lastiklerinin gevşetilmesine yarayan makine’ gibi şeyleri de icat etmek durumunda kalıyorlar.
En son rüya makinesi icat ettiler nitekim. Aletin bir kulağı var, sevgilinizin ismini üç kere bu kulağa bağırıyorsunuz ki bir bakmışsınız sevgiliniz rüyanızda. Bu kadar basit.
Yok, eğer sevgiliniz yerine anneniz geliyorsa alet bozuk çıktı demektir ki altını çevirip bakın ‘Made in Turkey’ yazıyordur bir yerlerde. ‘Yerlisi çıktı’ lafını kendimi bildim bileli duyarım. Yatarız matarız ama kopyalama işinde üstümüze yoktur. Bu koyunları kopyalamak falan da bize bakarak akıllarına geldi tahminimce.
Sonra icatları değişik şekillerde değerlendirmede de üstümüze yoktur. Mesela iki tahta kaşığı iki parmağın arasına sıkıştırıp birbirine vurmak suretiyle şakkada şakkada ses çıkartmayı biz akıl etmişizdir. Yarın bana ‘Hayır, bunu ilk defa bilmemkimler bulmuştu’ diye mail atmaya kalkmayın lütfen. Hayal kırıklığına uğratmayın beni.
Mesela ayakkabı boyasıyla makine yağını biz icat etmemişizdir ama bunu zeytinin karartılmasında kullanmak sadece bizim aklımıza gelmiştir. Hiçbir gávur evladının harcı değildir bu gibi şeyleri akıl etmek.
Böylece kendimizi onurlandırdıktan sonra neticeye gelecek olursak... İleride ‘Atasözleri Sözlüğü’ne girecek olan bir sözümle yazımı noktalıyorum:
‘Yeri dar olanın icadı bol olur.’
MIŞ-MUŞ
Gülben Ergen tığ gibi olmuş.
Fakat tığlar da numara numara biliyorsunuz.
*
15 yıl sonra uzaya asansörle çıkılacakmış.
‘Abi bulutlarda kaldık!’ diye bir ses duyarsanız bizimkiler de çıkmaya kalktı demektir.
*
Terk eden sevgiliye de dava açılabiliyormuş.
Milletçe ‘celp manyağı’ oluruz vallahi.
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2004
<B>BİLMİYORUM </B>cuma gecesi beni seyrettiniz mi televizyonda. Bugüne kadar görülmemiş, duyulmamış yepyeni şahane bir programa başladım. Konuklar geliyor, karşılıklı oturup sohbet ediyoruz. Aralarında mutlaka bir-iki ses sanatçısı da oluyor, onlar sohbet aralarında çıkıp iki-üç şarkı attırıyorlar.
Nasıl?
Dedim ben size... Daha önce benzerini görmemişsinizdir.
Hani sağlığın, her şeye rağmen hayatta olmanın kıymetini bilmek için ara sıra hastane, mezarlık ziyaretinde bulunmak gerektiğini söylerler ya... Bu televizyon işi de öyle bir şey. Yani o beğenmediğiniz, burun kıvırdığınız, dalga geçtiğiniz programların kıymetini bilmeniz için bir televizyon programı da sizin yapmanız gerekiyor.
Ben yaptım nitekim. Hem bu ilk değil. Üç-dört sene önce de denemiştim. Hem bu mezarlık ziyaretlerini periyodik olarak tekrarlamak gerekiyor. İnsanoğlunun hafızası zayıf zira. Son program teklifi geldiğinde ben çoktan eleştiri canavarına dönmüş, ağzıyla kuş tutanlara ‘Ama kuşun gagasının rengi biraz soluk’ deme kıvamına gelmiştim yeniden.
Düşünmeden kabul ettim teklifi. Ben öyle fazla düşünmem. ‘Bir beyin ameliyatı yapabilir misiniz Pakize Hanım?’ deseler, cevabım ‘Getirin neşteri’ olur. Yüzmeyi de bir gün kendimi altı katlı apartman yüksekliğinde, yani derinliğinde, denize atıvermek suretiyle öğrenmiştim.
* * *
Kardeşim program yapacağımı duyunca ‘Aklına şahane bir fikir mi geldi?’ dedi.
Yooo.
Hem kardeşim bilmiyor ki fikirsiz yola çıkmakla, en şahane fikirle bu işe kalkışmak arasında hiç fark yok. ‘O tutmaz’, ‘Bu olmaz’, ‘O teknik olarak mümkün değil’ derken karşınızdaki koltukta üç konuğun oturmakta olduğuna şükreder hale geliyorsunuz. Engelli koşuya çıktık sanki. Engellilerin de her biri 32 metre yüksekliğinde.
Yok, mazeret aramıyorum. Zaten ne menem bir program olduğunu da bilmiyorum; canlı yayın olduğundan seyretme imkánım olmadı haliyle. Öyle sonradan banttan seyretme ádeti de yok bende. Aslında bakıp eksiği yanlışı görmek lazım. Fakat kendime tahammülüm yok. Dizilerde de seyredemiyorum kendimi. Tam benim sahnede çok mühim(!) bir işim çıkıyor. Mesela, sabahtan yatağın üzerine atılmış ve bütün gün orada durmalarında bir sakınca görülmemiş, pantolon, tişört vs. ıvır zıvırın o dakika katlanıp yerlerine yerleştirilmeleri gereği doğuyor. Ya da ilaç dolabının elden geçirilerek, son kullanma tarihi geçmiş ilaçların atılması gereği...
Ama bütün bu anlattıklarım sizi hiç ilgilendirmiyor tabii. Siz televizyonun karşısına oturup ahkám kesmek istiyorsunuz. Kesin canım... Bir şey dediğim yok!
MIŞ-MUŞ
Nicole Kidman, İstanbul’a geliyormuş.
Aman onun NATO’yla bir ilgisi yok di mi?
Hükümet ve işverenin tespitine göre büyümüşüz ama işsizmişiz.
Size bir iyi bir kötü haberimiz var!
Monica, kitabında kendisini açık büfeye benzeten Clinton için ‘Yalancı’ demiş.
İlişkilerde kaide budur: Çiftler önce birbirlerine düşkün olacaklar, sonra birbirlerine düşecekler.
Yazının Devamını Oku