21 Ağustos 2004
Bazen kadınlar çok şaşırtıyor. Şu Hande Ataizi olayında mesela... Birkaç kadından ‘Neden onu koruyorsunuz’ diyen mail geldi. Hande çok suçluymuşmuş... Bir keresinde gazetecilerden kaçarken pencereye sıkışmışmış... Anadan üryan fotoğraflar çektirmişmiş... Reklam amaçlı ayarlanmış sansasyon haberleri varmışmış... Yani ‘İstenmeyen gelin’ olmayı hak ediyormuş. Kısaca ‘Oh oldu!’ diyorlar.
Söylememe gerek yok, bugüne kadar yazdıklarımdan belli, ben daima erkekle kadın arasında bir yerde duruyorum. Şükür bunun farkında olan okurum daha çok. Ama arada ‘Erkekleri sırf erkek oldukları için yerden yere vuruyorsunuz’ diyen erkeklerle ‘Kadın düşmanı mısınız?’ diyen kadınlar da çıkıyor. En azından bir taraf yanılıyor tabii otomatikman. Fakat bu ilk defa oluyor. Yani bir kadının kadın olduğumdan dolayı olaya duygusal baktığımı ifade etmesi...
*
Hayır! Hande’yi kadın olduğu için değil, haksızlığa uğradığını düşündüğüm için korudum.
Zira gazetecilerden kaçarken pencereye sıkışmış olması benim için bir rezalet değil. Burun ameliyatı olmuştu, sargılı görünmek istemediği için kaçmaya kalkıştı. İçtiği sigarayı babasından saklamaya çalışan gencin telaşı gibi bir şey...
Ha, belki reklam için yaratılmış bir durumdu. Ne yapalım Türkiye’de ödüllü oyuncu olmak tek başına işe yaramıyorsa... Bu Hande’den ziyade basın, okur, seyirci olarak bizim suçumuz. Hande’nin icadı değil bu racon.
Anadan üryan fotoğraf çektirmesini de çok doğal buluyorum. İşi gereği yapmıştır. Yapmalıdır da. Sıradan bir genç kız olarak gidip mahalle fotoğrafçısına çıplak poz vermiş değil ki. Yani tuhaf olan bir durum yok ortada. Bir avukatın, suçlu olduğu iki kere ikinin dört ettiği kadar kesin olan birini savunması nasıl işinin bir gereğiyse Hande’nin de çıplak fotoğraf çektirmesi işinin bir parçasıdır. İkisini de ahlaksızlıkla suçlayamayız.
Bu piyasada ‘Kafa koparıcı’ diye tabir edilen kadınlar vardır elbet. Her zaman olmuştur. İlişkileri ‘Tamamen duygusal’ olanlar... Ama ben Hande’nin, Hülya Avşar’ın o harika deyimiyle, ‘Kart Finans’larla beraberliğini duymadım hiç. Ama o anlı şanlı üniversitelerde, ailelerinden uzakta okuyan genç kızlarımızın, edindikleri birer ‘Kart Finans’ sayesinde son model arabalarla okula gelip gittiklerini, bir giydiklerini bir daha giymediklerini, dekorasyon dergilerine konu olabilecek evlerde oturduklarını biliyorum. Okul bittikten sonra kendilerini bayıla bayıla, övüne övüne bağrına basacak ailelere gelin gideceklerdir mutlaka.
Ha, Hande de beraber olduğu sürece sevgilisinin imkanlarını paylaşmıştır herhalde. Bir okurum ‘Fethi’yle olduğu 1.5 sene zarfında ne denli ekonomik mutluluklar yaşadığını bilseniz...’ dediğine göre... Peki bu memlekette kocasının imkanlarıyla ekonomik mutluluk yaşamayan kaç kadın var? Mesela bana bunu yazan okurum evliyse kocasının imkanlarını reddetmiş midir? Neden Hande’yi herkesten ayırıp ayrı bir kefeye koyuyoruz?
*
‘Madem bu kadar çok seviyordu boşanınca mal mülk istemeyeceğine dair taahhütnameyi imzalasaydı’ diyenler var.
Bakın, ben birtakım pazarlıkların yapılmadığı bir evlilik modeli görmedim daha. Nişan bohçasına ne konulacağından tutun da mehir (daha çok İslami kesimde geçerli olan, boşanma halinde kadına ödenecek bir nevi tazminat) belirlemesine kadar... En büyük pazarlık en sıradan evliliklerde oluyor aslında. ‘Nikahı basmadan yatmam’ diyor kadın... En álá pazarlık bu değil midir? Bir tek Hande’nin imzalarım imzalamam tartışmasına girmesi mi abes?
Dediğim gibi kadınlar beni çok şaşırtıyor. Aynı yollardan geçmiş kadınla erkekten biri için ‘Geçmişi düzgün olmayan kadın’ diğeri için ‘Erkektir yapar’ değerlendirmesinde bulunmaları... Kocalarınız sizi aldattığında hiç sesinizi çıkarmayın o zaman, hakkınız yok zira!
MIŞ-MUŞ
Arzu Yanardağ ‘Artık olgunlaştım, evleneceğim’ demiş.
Demek ‘çürüme’ dönemini evli olarak geçirecek... Uyar.
Yoksul ülkelerde nüfus patlayacakmış.
Çözüm olarak o işe de ‘eğlence vergisi’ koysunlar.
Tamer Karadağlı ‘Eşimle aram düzeliyor’ demiş.
Kadınları yakından tanıyanlar aksini hiç düşünmemişlerdi zaten.
Tren bu sefer de su tankına çarpmış.
E, 40 kere ‘Kara tren gecikir, belki hiç gelmez’ deyince.
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2004
<B>ZATEN ‘İndirim’</B>lerden sinirim bozuktu... Bir de bu yağmur tuz biber ekti. Gerçi siz bu satırları okuduğunuzda yaz bir süreliğine bile olsa geri dönmüş olacak ama artık gitme provalarına başladı ya, hayır etmez. Uzatmaların oynandığı ilişkiler gibi... Yine sevişirsiniz, yine gülüşürsünüz ama... I-ıh. Nerede o ilk günlerin heyecanı, sevinci, coşkusu... Derinlerde bir yerde bir iç sıkıntısı vardır. Bugün yarın biteceğini bilmenin tedirginliği...
Ya da evden taşınıyorsunuzdur, eşyaları yavaş yavaş toplamaya başlamışsınızdır... Hálá o evde yiyor, o evde uyuyorsunuzdur ama ev o eski ev değildir artık. Yabancıdır size. Kendinizi misafir gibi hissedersiniz.
İşte ben bu ‘son demler’e de hiç gelemiyorum. Eğer bir şey bitecekse... Hissediyorsam ya da zaten gün gibi aşikarsa... O şey her ne ise ben ondan önce davranıp bitiriveriyorum. ‘Hüzünlü son günler’i kısa kesiyorum yani.
***
Veda partileri de abuk geliyor. ‘Veda’ dediğiniz hüzünlü bir şey... ‘Parti’ deyince ise gülmek, eğlenmek, hoplayıp zıplamak geliyor aklıma, ikisini bağdaştıramıyorum. Vedanın olsa olsa yası olur.
‘Pat’ diye gitmeler vardır benim hayatımda.
‘Bari son kez tadını çıkarayım’lar yoktur. Hayatın tadını çıkaranlardan olmamam da bu sebeptendir belki. Bir gün bitecek ya... Gerçi hayatın tadı nasıl çıkarılır, o da meçhul. Belki de en iyi ben çıkarıyorumdur, o ayrı. Ama bütün deli doluluğuma rağmen en neşeli anımda bile içimde daima bir hüzün olmasını ‘ölüm’e yoruyorum ben. Eğreti olduğumuzu bilmek beni daha da eğreti yapıyor buralarda. Onun için ne mal mülk edinme sevdam oldu, ne evlenip çocuk yapma merakım.
***
Sanki psikoloğa geldim de içimi döküyorum. Şimdi bütün bu anlattıklarımdan hayatın son bulması hususunda da ecelden önce davranacağım sonucunu çıkarmayın sakın. Asla öyle bir meylim yok.
Ayrıca yazdan vazgeçtiğim anlamını da çıkarmayın. Huyuma suyuma rağmen henüz ruhen hazır değilim yazın bitmesine. Sonbahar sezonunu açmış mağazaların önünden başımı çevirip geçiyorum.
‘Çöl iklimi’ miydi neydi o bundan böyle dünyamızı etkisi altına alacak olan? Hadi göstersin bakalım kendini. Şöyle ‘Kasıma kadar İsmet Abi’ modeli bir yaz yaşayalım.
***
Ben esas özetle ‘Ne yağmurdu ama’ diyecek bir yazı tasarlamıştım bugün için. Fakat kısmetten ötesi olmuyor işte. Bitirmeden yağmura dair birkaç cümle olsun edeyim bari. 17 Ağustos 2004 Salı günkü Milliyet’in başsayfasında Garbis Özatay’ın çekmiş olduğu fotoğrafı gördünüz mü? Evinin kapısına yığmış olduğu kırık tuğla, kiremit parçaları, taşlar ve kum torbalarının arkasından kucağında çocuğuyla bakan bir erkek... Sabah’ın başlığı da güzeldi: ‘Türksel’. Seli Türk usulü karşıladığımızı vurguluyordu. Fotoğrafta da kepçeye binmiş giden vatandaşlar...
O çocuğuyla bakan adamın da, kepçedekilerin de fotoğraf çeken cep telefonları vardır mutlaka... Hatta belki de Foto Talk özelliği sayesinde mesajlarına seslerini de ekleyebiliyorlardır. Bu memlekette yaşamanın şartı, tezatı seveceksiniz!
MIŞ-MUŞ
Gelecek nesil ota mahkum olacakmış.
Bu nesilse diyet geyiği yüzünden ‘gönüllü mahkum’.
*
Irak Türkiye’ye vize koymuş.
Hay Allah razı olsun! Tersine vize daha mı iyiydi, gidip de dönen şoför yok!
*
Adalette ‘Keseye göre ceza’ sistemi yoldaymış.
Demek arabasıyla, teknesiyle övünenler cezalarıyla da övünecekler.
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2004
<B>‘NASIL köşe yazarı olunur?’<br><br></B>Bilmiyorum bu soruyla karşılaşmayan köşe yazarı var mıdır?.. Bana habire soruyorlar. Eskiden nasıl şarkıcı olunduğunu merak ederlerdi. Bir türlü cevap veremezdim. Yok, yolunu yöntemini bilmediğimden değil... Tam derin bir nefes alıp anlatmaya başlayacakken bir bakardım karşımdaki kasedini yapmış gelmiş.
Neyse, gelelim köşe yazarı olmanın yollarına... Gerçi bunun da kasetten farkı yok. Ben giriş yapana kadar sekiz-on yeni yazarınız daha olacaktır.
Şimdi, köşe yazarı olmanın yolları deyince zannediyorsunuz ki, ‘Türkçe’ye hákimiyet’, ‘akıcı bir anlatım’ falan diye sıralayacağım. Hayır, katiyen bu gibi nitelikler gerekmiyor. Hani neredeyse bunlar olmasa daha iyi olur diyebiliriz.
Ama şu mutlaka gerekiyor:
Taklit yeteneği.
Adeta bir Ata Demirer olacaksınız. O nasıl Bülent Ersoy, Fatih Terim oluyorsa siz de Ayşe Arman, Tuğçe Baran, Pakize Suda falan olacaksınız. Hatta hepsini bir kaba koyup karıştırabilirsiniz.
Gerçi ortaya bir hilkat garibesi çıkabilir ama olsun. Özgün olmayın da... Tuğçe’den iki ölçek serserilik, Pakize’den bir ölçek Mış-Muş...
***
‘Tamam yazdık bitirdik de bunu yayımlatacak köşeyi nasıl bulacağız?’ diyeceksiniz...
İşte bu bir ön çalışma gerektiriyor. Yok, hemen gözünüz korkmasın, öyle uzun süreye ihtiyacınız yok. Yapacağınız şu: Bi koşu gidip popüler olup geleceksiniz ki Türkiye’de yaşadığınız için şanslısınız. Hiç de zor değil bildiğiniz gibi.
Saha kısıtlaması yok. Popülariteniz herhangi bir sahada olabilir. Mesela ‘Kocasını uykusunda kaynar suyla haşlayan kadın’ bile olabilirsiniz. Ertesi gün kafadan ‘yazar’sınız.
Şimdi ‘Dinime küfreden Müslüman olsa’ diyenler vardır. Ama ben ‘Okuluna gidin’ falan demiyorum ki... Sadece, kulakları çınlasın, Hoca’nın bir zamanlar dediği gibi ‘Sizi gidi taklitçiler sizi’ diyorum. Fakat Allah sonumuzu benzetmesin, ortada ne Hoca kaldı, ne taklitçiler...
***
Son olarak, kimse benden bu yol gösterme hususunda medet ummasın. Gördünüz işte verdiğim aklı fikri... Ki vallahi ciddi ciddi izahatta bulunmak üzere başlamıştım. Ha, bakın bundan şöyle bir netice çıkarabilirsiniz. Bir yazı asla kurgulanamaz! Kaleminizin götürdüğü yere gideceksiniz! Uçurumun dibine gitmeniz ihtimali de var tabii... E, ‘köşe yazarı nüfus planlaması’ da başka türlü nasıl olacak...
MIŞ-MUŞ
Olimpiyat şampiyonu Nurcan, haltere evdeki oklavayla çalışarak başlamış.
Her başarıdan bir garibanlık, fukaralık hikáyesi çıkarmazsak olmaz!
*
Birol Güven, ‘Efsaneler ölmez, bu dizi burada bitmez’ demiş.
Efsaneler ölmez de... Suyu çıkabilir.
*
CHP’de üç milletvekili ihraç edilmiş.
CHP artık bir ‘iç savaş madalyası’nı hak ediyor.
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2004
<B>EĞER </B>doğruysa, bundan komik hikáye duymadım. Hande Ataizi’nin evlendiği avukatın yine avukat olan babası, yeterince bilgili olmadığını kanıtlamak için bir dava dosyası vermiş Hande’nin eline... Kızcağız bir şey anlamayınca oğluna, ‘Gördün mü bak bir şey bilmiyor’ demiş.
Gelin değil, hukuk bürosuna stajyer avukat alıyor sanki. Hangimiz anlarız? Kendisi bir patoloji raporunu anlayabilir mi mesela? Anlayamazsa ‘hiçbir şey bilmiyor’ mu olur?
Yanlış duyumdur inşallah bu. İstemem doğrusu anlı şanlı adamların böyle tuhaflıklar yapmış olmasını. Hayır, aynı ülkenin evladı olarak morali bozuluyor insanın...
Anlatılanlar doğrudur, değildir, neticede oğullarını Hande’den ayırmayı başardılar. Bir de eski Türk filmleriyle dalga geçeriz. Hayattan alınma olduğunu gördük işte. Seneler sonra olsa bile... ‘Oğlunun fakir sevgilisiyle evlenmesini istemeyen zengin baba.’ Tek fark filmin sonunda... Hulusi Kentmen aşk karşısında insafa gelirdi.
* * *
Aslında aile içi meseleler... Neyin ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Fakat bize yansıyan biçimi insanı baştan çıkarıyor. Ortada ‘İki kişinin paylaştığı bir sevginin bir kişi tarafından nasıl yıkıldığının hikáyesini yaşıyorum’ diyen bir kadın var. Ve işte o sevgiyi yıkmaya çalışan bir adam... Bir de arada kalmış bir oğul/koca. İnsan haliyle Hande’yi korumak istiyor.
‘Nedir bu kadının suçu?’ diye sormak istiyor mesela...
Sanatçı olmak mı?
Daha önce başkalarıyla flört etmiş olmak mı?
Sosyeteden bilmemkimlerin kızı olmamak mı?
İlk ikisi değildir herhalde. Bir insan hem Türkiye’nin en ünlü avukatı olup hem de bu kadar çağdışı olamaz zira.
Üçüncüsü... Bakın bu üçüncüsü çok önemli. Bu memlekette, bütün meziyetleri üstünüzde toplamış olsanız da eğer sıkı bir soyadınız yoksa nafile. Kadınlardan bahsediyorum daha çok. Özgür olmak ve giyimden kuşamdan tutun da 15 yıla 45 sevgili sığdırmaya kadar her şeyin kabul görmesi bu sıkı soyadına bağlı.
Her gün gazetelerde üçünü beşini görüyoruz... ‘Sosyetik güzel’ deniyor kendilerine. Herhalde kartvizitlerinde de bu yazıyordur. Ne işleri güçleri, ne bir başarıya imza atmışlıkları var. Fakat işte soyadları var.
Eminim avukat bey, oğlunu bu kızlardan biriyle seve seve evlendirirdi. Ve üzerinde ‘Boşandıktan sonra hiçbir şey talep etmeyeceğim’ yazılı káğıdı imzalatmak da aklının ucundan bile geçmezdi.
Hande tamamen suçsuz da değil tabii. Tamam aşkın gözü kördür falan ama insan evlenmeye kalkıştığı adamı tartar şöyle bir... İleride çocuk yapmayı düşündüğü adamı... Neyse zararın başından döndü kızcağız.
MIŞ-MUŞ
Genler üzerinde oynayarak kişiyi işkolik hale getirmek mümkünmüş.
Kim oynatır allasen...
Kan, organ ve spermden sonra süt bankası da kurulmuş.
Sütanneler birleşti demek...
Arzu-Tamer Karadağlı çifti, krizi atlatmak için Amerika’ya gitmiş.
Oysa biz burada basın olarak bir kriz masası oluşturmuştuk.
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2004
Ne zaman bir erkek karısını aldatsa aynı şey oluyor. Erkekler ağız birliği etmişçesine ‘Seks iki kişilik eylemdir’ diyorlar. Yani ‘Ortada bir suç varsa bunu paylaşan iki suçlu vardır; oysa daima erkeğe yükleniliyor’ Dertleri bu. Ayol ‘aldatma’dan söz ediyoruz, iki özgür insanın sevişmesinden değil. Adamın evli olması bizi ayağa kaldıran... Ha partneri de evliyse onun için de ayrıca ayağa kalkarız. Öyle her seferinde Amerika’yı yeniden keşfetmiş gibi çıkmayın ortaya... Düşünceniz hem bayat hem yanlış. Ha, evli adamla ilişkiye giren kadın da ayıp etmiştir diyorsanız o başka ki o kadın yıllardır bedel ödeye ödeye bir hal olmuştur. ‘Biraz da ona kızın’ denecek bir durum yoktur yani.
Bu memlekette ‘öteki kadın’ın gördüğü aşağılanmayı kim görmüştür... Kendi ailesi bile gıcık olur garibime. Hayatında bir kere kazara ‘öteki kadın’ olduysa ömür boyu çeşitli vesilelerle karşısına çıkar durur bu. Sabıkalı olmak gibi bir şey.
Hak ediyor hak etmiyor tartışmasına girelim diye demiyorum bunları, sadece ‘Hep bize yükleniliyor’ diyen erkeklere cevap veriyorum. Ha, aklıma gelmişken, erkeklerine ‘Erkeğin elinin kiri’ sözünü armağan etmiş başka hangi toplum var?
Geçenlerde bu konularla ilgili bir e-posta aldım. ‘Erkeği yerden yere vururken şunu asla unutmayın, para karşılığı vücudunu satmayı meslek haline getirmiş olan bizler değil sizsiniz!’ diyor bir okurum.
Tamam da rüşveti alan kadar veren de suçlu biliyorsunuz. Vermeyeceksiniz. Ha, ancak parayla yenilir yutulur biriyseniz bilmem. Aşık olmak, aşık etmek, konuşmak, anlaşmak, kendini beğendirmek zor geliyorsa bastıracaksınız tabii parayı. Kısa yoldan... Kadın kısmı vicdanlıdır, kendine güvenmeyen erkekleri ortada bırakacak değil. Onlara yardımcı olmak için fahişeliğe soyunuyor haliyle.
Yani fahişeliğin ortaya çıkışının gayet insani bir sebebi var gördüğünüz gibi. Bir kısım erkeğin mağduriyeti önlenmiş oluyor.
İnsan bir şeyi savunmayı kafasına koymasın, biraz daha gayret edersem herkes kızını fahişe yapmak isteyebilir. Onun için kesiyorum.
Karpuz üstüne...
Türklerin en çok sarf ettiği cümlelerle ilgili bir sıralama yapılsa eminim karpuz hakkında söylenenler ikinci sıraya yerleşir.
‘Neden birinci değil?’ diye bir soru gelebilir aklınıza. ‘Hava’ birinciliği kimseye kaptırmaz da ondan. Bir ‘Ne bu sıcak ya!’ sözünü hiçbir şey tahtından indiremez.
Gelelim karpuza...
Bir kere karpuzun nasıl çıktığı kadar önemli bir mesele daha yoktur evlerde. Kim kesiyorsa mutfakta, içeri seslenir... ‘Karpuz iyi çıktı!’
Oh, çok şükür!
Zannedersiniz damat iyi çıktı. E, karpuz da insanoğlu gibi kapalı kutu tabii.
Birisi karpuz yesin de karpuzla ilgili bir fikir beyan etmesin... Görülmüş şey değildir. Bir gün rastlarsam bir terslik mi var diye bakarım herhalde.
İnsanların karpuz başında söylediklerine bakılarak karakter tahlili de yapılabilir.
‘Bunun içi geçmiş.’
‘Bu ne çok çekirdek abi yav.’
‘Eşeğin önüne koysan yemez.’
Bunlar eleştirici ruha sahip olanlar.
Şüpheciler var mesela...
‘Boya olmasın bu... Bu kadar kırmızı...’
‘Kestirmemiş miydin sen bunu alırken?’
Sonra anı severler...
‘Eskiden siyah kocaman çekirdekli olurdu...’
‘Biz bunu memlekette dereye bırakırdık, soğuktan çatlardı.’
Kapsama alanını geniş tutanlar...
‘Bu sene karpuzlar iyi çıkıyor.’
Çok bilmişler...
‘Karpuzun büyüğünü alacaksın abi.’
Memnuniyetsizler...
‘Soğumamış bu...’
Bir tek ‘yorumsuzlar’ yok. Artık taş gibi kabuğun içinden hışır hışır bir şey çıkmasına hayret etmek mi, kırmızının cazibesi mi dilimizden düşürmememize sebep... Başka hiçbir meyveye nasip olmamıştır. Ne üzüm, ne kayısı, ne portakal... Ki kurusu, suyu, çayı, şarabı, reçeli derken fayda üstüne fayda sunmaktadırlar insanoğluna. Fakat hiçbiri iki ay görünüp kaybolan, ne reçele ne turşuya gelen karpuz kadar meşgul etmemiştir bizi. Allah insana karpuz talihi versin diyesim geliyor.
MIŞ-MUŞ
Yunanistan Başbakanı Karamanlis, Erdoğan için ‘Son derece ölçülü bir dindar’ demiş.
E, İslam’ımız da ılımlı zaten... Denk düştü.
Bir tren kazası daha olmuş, Ulaştırma Bakanı ‘İstifa edecek bir şey yok’ demiş.
Yok tabii... ‘Ölüm’ dediğiniz ‘bir şey’ mi?
100 ünlü Türk çapkını belli olmuş. Görürsünüz, matah bir şeymiş gibi ‘Ben niye yokum’ diye itiraz edenler olur.
İstanbul’da iki günde 1275 yeri su basmış. ‘Baskın Bakanı’ da yok ki gerekli incelemeleri yapıp ‘İstifa edecek bir şey yok’ desin...
Başbakan Hollywood yıldızlarıyla aynı gözlüğü takıyormuş. ‘Cicim ayları’nda olsaydık ‘Hollywood yıldızları başbakanımızla aynı gözlüğü takmak için seferber oldu’ şeklinde verirdik haberi.
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2004
Maliyet
‘Bir takmışsınız Pako’ya. Pako’nun en şanslı hayvanlardan biri olduğunu bilmelisiniz. Daha Türkiye’de beyninde ur olup olmadığını bilmeden ölen bir yığın insan var, bu kadarı da ayıp.’
Bilmeyen de her gün Pako’yu yazıyorum zannedecek. Ayrıca yazabilirim de. Bu benim tercihim olur. Siz de beni okumayıverirsiniz, bu da sizin tercihiniz olur. Doktorlarla, hastanelerle ilgili de çok yazı yazdım; o zamanlar nerelerdeydiniz?
***
Hakime Özgüven
‘Türkiye gündemini değiştirebilecek nitelikte haber değeri olan, aldatma olayından mağdur olan hemcinsim Arzu Hanım’a iletilmesini dilerim. (...) Arzu Hanım lütfen bir AIDS, HIV, Herpes virüsü gibi sağlık kontrollerini mutlaka yaptırsın.’
Konu hakkında habire yazıyoruz ama bu aklımıza gelmedi. Haklısınız, virüs ünlüleri pas geçecek diye bir şey yok tabii. Kocası ‘gözü kara’ olan kadın laboratuvardan çıkmayacak haliyle.
***
Tacettin Aydın
‘Hani demişsiniz ya dünyanın başka yerlerinde var mıdır böyle kazalar diye... Çobanın başına inek düşmesiyle ilgili... Geçtiğimiz yaz Yunanistan’daki orman yangınını söndürdükten sonra yapılan araştırmalarda yanmış bir dalgıç kıyafetli erkek cesedi bulmuşlar. Mevzu, yangını söndürmeye gelen helikopter denizden su alırken dalgıcı da alıyor, yangının orta yerine atıveriyor.’
Ayhan,
‘Duymamış olabilirsiniz ama benzer bir olay Filipinler’de yıllar önce yaşandı. (...) Bölgede bulunan Amerikan askerleri sırf gırgır olsun diye bir ineği kargo uçağına alıp havalanıyorlar. İnek uçakta huzursuzluk çıkarınca kapakları açıp ineği denize atıyorlar. O sırada denizde seyretmekte olan orta büyüklükte bir balıkçı teknesi gökten düşen inek sebebiyle batıyor.’
Yunanistan ve Filipinler ha... Yüreğime su serpilmedi doğrusu. İsveç, Kanada falan deseydiniz başkaydı.
***
Nihat Odacılar
Nihat Bey Mış-Muş’uma Mış-Muş yapmış.
Benimki şöyleydi:
Sekiz farklı zeká türü varmış.
Buna rağmen açıkta kalanlar var.
Nihat Bey’inki ise şöyle:
‘Doğru söze ne denir. En iyi irfan kendini bilmektir!’
Şimdi buna karşılık ben de diyorum ki:
En kötüsüyse hem açıkta kalmak hem de kendini bilmemektir.
***
Sır-lucker 3131.5
‘Pazar günkü yazınızda mimarların elinden çıkan evleri sevmediğinizi belirtmişsiniz, peki evleri kimlerin tasarlamasını istiyorsunuz. Sizin söyleminize göre belediyelerin gecekonduları rehabilite etmesine gerek yok.’
Yine mi anlatamamışım(!)
Evin içinden bahsediyorum, binalardan değil. Evleri, içinde yaşayanların tasarlamasını istiyorum. Ev, kişinin aynasıdır. Başkasının elinden çıkması bir nevi kendini etrafa olduğundan başka türlü sunmak oluyor. Bir profesyonelden yardım alınır elbet; benim karşı olduğum, eve bavulunu alıp gelme durumu. Gerçi nasıl teslim alınmış olursa olsun bir süre sonra sahibine benziyor bütün evler. Yani benim dediğime geliniyor.
MIŞ-MUŞ
İslamcı kesimde de erkekler eşlerini aldatıyormuş.
E, iki kere iki her yerde dörttür.
*
Kadında stres doğalmış.
Elma ağacının armut verecek hali yok tabii.
*
Hande Ataizi’nin evliliği 1 gün sürmüş.
Bakire çıkmamış olabilir.
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2004
<B>BURCU Güneş’</B>i televizyonda <B>‘Çüşünüz’</B> derken görmeseydim bu yazıyı yazmayacaktım. Belki de hata yapıyorum. Esas <B>‘Çüşünüz’</B> dediğini duyunca olay kapanmalıydı benim açımdan. Çünkü artık ne denir bu laftan sonra... <B>‘Hadi sana iyi şöhretler’</B> deyip dönüp gitmek lazım. Oysa çok güzel sesi var. Çok da iyi yorumcu. Yüzüne de söyledim... Beyazlarda pek rastlanmayan ama bir şarkıcı için çok makbul olan zenci gırtlağına sahip Burcu Güneş. Türkiye’de illa ki gerekli olan düzgün fiziği de var... Ama bunlara rağmen hak ettiği yerde değil.
Kıyamet de bundan koptu zaten. Dedim ki televizyon programımda, ‘Acaba bunda sesinin Sertab Erener’e benzemesinin etkisi olabilir mi?’ Hakikaten benzerlik çoğu zaman dezavantaj olabiliyor. Örnekleri çok.
Vay efendim vay! Bu ne art niyetli soruymuş da... O bir kere çok iyi yerdeymiş de... Demek benim ona biçtiğim değer kadar değer biçmemiş kendisine... Bulunduğu yeri yeterli gördüğüne göre...
Hayır ‘Sertab’ı taklit ediyorsun’ desem haklı. Ama ima bile etmedim böyle bir şey!.. Üstelik bu benzerlik benim keşfim değil, defalarca birçok kişi tarafından yazılmış, söylenmiş.
Aslında bu sadece Burcu’nun sorunu değil. Bizde kimse kimseye benzetilmekten hoşlanmıyor nedense. Türkán Şoray’a tıpatıp benzeyen bir arkadaşım vardı, söyleyince kızardı. Bir de klasik bir tepki vardır, ‘Ben ona değil, o bana benziyor.’
Ay şahsiyetinizi yesinler!
Burcu o gün demeliydi ki, ‘Evet sesimi Sertab’a benzetiyorlar ve ben bundan gurur duyuyorum; inşallah ben de onun gibi Türkiye’nin yüz akı olurum ileride’.
Ama hayır... Hem bir kere nasıl olurmuş, Sertab ondan 13 küsur(?) yaş büyükmüş. Sanki ben ‘Sertab’la etinizin sıkılığı aynı’ dedim.
Anlamadığım, kimse Jennifer Lopez’e Madonna’ya benzetilmekten şikáyetçi değil. Hatta hiç öyle bir benzerlik söz konusu olmadığı halde kendini yerli Madonna falan ilan edenler var. Fakat bizden birine benzetmeyeceksiniz. Yabancı marka merakı burada da kendini gösteriyor.
***
Bilmedikleri bir şey var... ‘Ben başkayım’ diye diye ‘Başka’ olunmuyor. ‘Başka’ olmanın başka yolları var. Mesela, ‘İlk kasedimde bir şarkıyı ancak onbirinci okumamda kaydedebiliyorlardı; çünkü ilk onunda kendim gibi değil, Ajda gibi okuyordum’ diyebilen Sezen Aksu gibi komplekssiz olmak lazım.
Candan Erçetin mesela... Hiç çıkıp ‘Ben başkayım’ dediğini duydunuz mu?
Sertab Erener de başka. Sesi kiminle benzeşirse benzeşsin kimseye hiçbir ortamda hiçbir soru karşısında ‘Çüşünüz’ demez en azından.
***
Keşke beni de bir ustaya benzetseler... Mesela dese ki biri, ‘Üslubunuz Çetin Altan’a çok benziyor’. Vallahi evden gazeteye takla ata ata giderim. Ne yani... ‘Bir kere o 75 küsur yaşında!’ mı diyeceğim. İşte o zaman hak ederim ‘Çüşünüz’ü...
MIŞ-MUŞ
Dışişleri Bakanı Gül, ‘Irak’tan çekilmeyiz’ demiş.
Kanımızın son şoförüne kadar mücadele edeceğiz!
*
Britanya’da musluktan Prozac akıyormuş.
Prozac etkisini göstermiş... Musluk suyuna lağım suyu karışmasını bile böyle ifade ettiklerine göre...
*
Her iş için ‘Ankara’ya gitme’ devri kapanıyormuş.
Fakat ‘Adamını bul’ devri ilelebet yaşayacaktır.
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2004
<B>BİR ‘Fransız Sokağı’</B>dır gidiyor... İnsan merak ediyor haliyle. Evden çıkıp on dakika sonra Fransa’ya gitmiş gibi olmak fena fikir değil. Gerçi ben öyle suni şeyleri sevmem. Misal, sokak dediğin kendiliğinden oluşur. ‘Bir sokak yapalım’ diye yola çıkılırsa Akmerkez’in koridorlarından ne farkı olur... Öyle çizilmiş, hesaplanmış...
‘Daha önce böyle bir sokak gördün de mi sevmedin’ diyeceksiniz. Görmeme gerek yok. Tasarlanmış olduğunu bilmem yetiyor. Mesela mimar elinden çıkmış evleri de sevmem ben. Ev dediğin yavaş yavaş, içinde yaşadıkça, kendiliğinden oluşur. İnsanın karakterini, yaşam tarzını yansıtır. Ne o öyle vazosuna kadar hazır...
Uzatmayayım, kalktım gittim Fransız Sokağı’na... Protesto edecek değildim elbet. İnsanlar uğraşmışlar, didinmişler, para dökmüşler neticede...
***
Hemen ilk intibamı bildireyim... Sokağa girerken pasaport sorup vize isteseler yeridir. Öyle bir tezat, görünüş olarak Beyoğlu’nun öteki sokaklarıyla... Zaten sınır kapısı gibi sokağın iki başı. Ortada adeta kurtarılmış bir bölge var. Kirden, pastan, çöpten... Sokağın başında durup önünüze bakıyorsunuz şahane, arkanıza dönüyorsunuz virane.
İşte bu durum sokağı ‘tiyatro dekoru’ yapıyor. Bilmiyorum, ben kendimi önü var arkası yok dekorların arasında geziyormuş gibi hissettim. Ya da Hollywood’a gitmişim de film stüdyolarını geziyorum... Biliyorum ki burası suni bir dünya, az sonra gerçek dünyaya çıkacağım...
Zaten neredeyse herkesin elinde fotoğraf makinesi var. Hayvanat bahçesine ya da müzeye gelir gibi gelmişler. Az sonra sokak başındaki siyah takım elbiseli, kulaklıklı adam ‘Ziyaret saati sona ermiştir’ diye bağıracak...
***
Sokaktaki bütün mekánlar gibi Fransızca ismi olan bir kafeye oturdum, kahvemi ısmarladım. Nereden aklıma geldiyse ‘Dergi var mı?’ diye sordum. Hani bir dekorasyon, moda, magazin dergisi olur... Ya da ne bileyim bir Fransız gazetesi... Yokmuş. Düşünüyorlarmış ama bir türlü gerçekleştirememişler. Haklılar tabii, atla deve olduğundan zor...
Neyse uzatmayayım, ‘kahve içen kadın’ rolümü başarıyla tamamladıktan sonra dekorların arasından yürüyerek sahneyi terk ettim.
‘Yaşasın kir, pas, çamur!’ demiyorum elbet. Ama keşke sokak bu kadar keskin bir çizgiyle ayrılmasaydı etrafındaki dokudan. İnsan içeride eğreti, dışarıda mutsuz hissetmezdi kendini o zaman.
Amaan, benimki de geyik işte!
MIŞ-MUŞ
Türkiye, gazete satışında Avrupa’da pek çok ülkeyi geride bırakmış.
Arada fare tuttuğumuz da oluyor böyle...
*
Kadında gülme ve ağlama, erkekte küfretme tiki varmış.
Tikimiz bile örtüşmüyor.
*
Çiftçi Halit Altıntepe, üzerinde ‘I love you’ yazan elma yetiştirmiş.
Aferin! Büyük bir açığı kapatmış!
*
İki yıldır uygulanan bir yöntemle ‘Asla çocuğun olmaz’ denilen babaların çocuğu oluyormuş.
Bildiğimiz klasik ‘Sütçü’ yöntemi olmasın bu...
Yazının Devamını Oku