Kaygının birçok sebebi var ama bunların iki tanesi sınav için çok önemli.
Birincisi, ‘hazır olmama’ durumu.
Kaygı, korkunun korkusudur. Aslında ortada o an direkt bir tehlike yoktur ama beyin o korku varmış gibi düşünür ve şimdiden korku duygusunu hissetmeye başlar.
Peki, neden şimdiden korkuyu hissetmeye başlar?
Çünkü o korkuyu yaratan olayla karşılaştığında, o olayla baş edebilmek için hazır olmak ister.
Örneğin; araba kullanmayı çok iyi bilmiyorsanız ve trafiğe çıkmaya hazır değilseniz trafiğe çıktığınızda doğal olarak kaygılanırsınız.
Bir öğrenci sınava hazır değilse, kaygılı olacaktır.
Şu anda bu kaygıyı yenmek biraz zor. Çünkü hazırlanmak için sınava çok az süre kaldı. Ama ilerisi için hazırlanmak çok önemli.
Sağlıklı bir anne-çocuk ilişkisinde çocuk, güvenli olarak anneye bağlanıyor ve bu bağlanma gerçekleştikten sonra ayrılma süreci başlıyor. Yani anne, bu güvenli ilişki içerisinde çocuğun kendisi (birey) olmasına izin veriyor.
Ama bu süreç sekteye uğrarsa kişide ‘değersizlik’ inancı başlıyor. Kişi de bu değersizlik inancını, imajıyla (başarı, statü, para, mevki vs) gidermeye çalışıyor.
Peki ‘merak’ da bu mekanizmalardan bir tanesi olabilir mi?
TEMEL İHTİYAÇLAR
Süleyman Demirel Üniversitesi›nden Dr. Ömer Antalyalı ile beraber, Harvardlı ünlü araştırmacı Prof. David McClelland’ın ‘öğrenilmiş ihtiyaçlar ölçeğini’ ve Prof. John Cacioppo’nun ‘anlama ihtiyacı ölçeğini’ Türkçeye uyarladık.
Nedir bu öğrenilmiş ihtiyaçlar?
‘Güç’ ihtiyacı yüksek olanlar, diğer insanları etkilemek istiyor.
‘Başarı’ ihtiyacı yüksek olanlar, bir işi iyi yapmak istiyor.
Nasıl mı?
SEVGİ VE BİREY OLMA SÜRECİ
Basitçe ifade etmek gerekirse, sağlıklı bir anne-çocuk ilişkisinde çocuk güvenli olarak anneye bağlanıyor ve bu bağlanma gerçekleştikten sonra, ayrılma süreci başlıyor. Yani anne, bu güvenli ilişki içerisinde, çocuğun kendisi (birey) olmasına izin veriyor.
Bu süreci sorunsuz yaşayan çocuklar, mutlu bireyler olarak büyüyor. Ama süreç birçok safhada sekteye uğrayabiliyor.
Bu durumda da kişide “Ben, ben olduğum için değerli değilim” düşüncesi oluşuyor.
Yani farklı formlarda ‘değersizlik’ inancı başlıyor. Peki kişi bu değersizlik inancıyla nasıl baş ediyor?
DEĞERSİZLİKTEN KURTULMA
Ün, başarı, para veya mevki peşinden koşarak (tabii ki farklı birçok mekanizma var).
İçe dönük ya da dışa dönük olmak gibi kişisel özellikler başarıda belirleyici olmuyor.
Duygusal zekâ başarı için önemli ama birçok mahkûmun duygusal zekâlarının yüksek olduğunu biliyoruz. O zaman duygusal zekâ da tek başına yeterli değil.
O zaman başarıyı etkileyen en önemli etken ne?
ÖZDİSİPLİN
Başarıyı etkileyen en önemli etken, özdisiplin (otokontrol). Çocuklar, özellikle küçük yaşlarda, genelde akıllarına ilk geleni yapar. Davranışlarının sonuçlarını çok da düşünmez. Reaksiyon gösterir. İsteklerini bekletmekte zorlanır.
Duygularını düzenleme becerileri daha gelişmemiştir. Duygularını düzenlemek için, ailelerinden destek alırlar.
Ailenin en büyük görevi zaten, duyguları düzenleme yetisini zamanla çocuğa devretmektir. Aile bunu başarırsa, çocuk ‘birey’ olarak büyür. Başaramazsa, farklı adaptasyon sorunları ve hatta kişisel bozukluklar ortaya çıkar.
Aile, otokontrolü çocuğa öğrettikçe, çocuk reaksiyon göstermeyi bırakıp daha fazla düşünerek davranmaya başlar.
Dürüstlük bu kadar önemliyken, neden bazı insanlar dürüst davranmaz? Bunun altında yatan sebep ne?
ARAŞTIRMA
East Anglia Üniversitesi’nden David Hugh-Jones, 15 ülkenin katılımıyla internet ortamında iki araştırma yapıyor.
David Hugh-Jones, deneklerin hiçbirini görmüyor.
İlk deney yazı-tura deneyi. Denekler ekranda yazı-tura atıyor ve sonucu ekrana giriyor. Tura gelirse 3 dolar kazanıyorlar. Denekler evlerinde olduğu için isterlerse yalan söyleyip, ekrana tura yazıp 3 dolar kazanabilir.
Yazı-tura oranı belirli bir denemeden sonra yüzde 50-yüzde 50 olacağı için bu orandan fazlasını yazan yalan söylemiştir.
İkinci deneyde de (soru deneyi) deneklere 6 soru soruluyor. Üç sorunun yanıtını bilmeleri neredeyse imkânsız. Örneğin,
Illinois Üniversitesi’nden araştırmacı Ming Kuo ve arkadaşları bu soruyu yanıtlamak için bir deney tasarlıyor.
AÇIK HAVANIN ETKİSİ
Her açıdan birbirine
benzeyen iki üçüncü sınıf grubu ve iki de öğretmen bulunuyor. 10 hafta boyunca, öğretmenlerden biri dersleri doğada, diğeri ise sınıfta işliyor. 10 hafta sonra sınıfları karşılaştırıyorlar. Sonuçlar beklenildiği gibi. Hem öğretmenlerin hem de öğrencilerin ifadelerine göre açık havada deneyimleyerek ders yapan öğrencilerin derse katılımı ve ilgisi neredeyse yüzde 20 artıyor.
Dahası ders sırasında öğretmenlerin öğrencilere yaptığı uyarılar sayılıyor. Açık havada ders yapan sınıflarda uyarılar yüzde 54 azalıyor.
İnanılmaz bir fark.
Bu ve bunun gibi birçok araştırma gösteriyor ki açık havada çocuk hem daha çok öğreniyor hem de daha huzurlu. Ama biz hâlâ çocukları dört duvara hapsediyoruz.
ÇOCUKLARI SINIFA
Yap-boz ile bir süre uğraşırsınız. Başka bir gün, size mavi bir tişört giydirsem ve sonra aynı şekilde başka bir yapboz versem. Bu sefer de şöyle desem: Siz mavi grubun bir elemanısınız. Hadi bakalım! Bu yapbozu tamamlayın.
Hangi durumda, yap-boza daha çok emek verirsiniz?
ARAŞTIRMA
Stanford Üniversitesi’nden iki araştırmacı Butler ve Watson, tam olarak bu deneyi yapıyor.
Çocukları iki gruba ayırıyor ve onları daha sonra tek tek odaya alıyor. İlk gruba bir yap-boz veriyor ve “Bunu tamamlayın” diyor. İkinci gruba ise mavi bir tişört giydiriyor ve “Sen mavi gruptasın. Mavi grubun parçası olarak bu yapbozu tamamla” diyor. (Aslında bir grup daha var ama o şu an önemli değil.)
Daha sonra hangi grup yapboz ile daha fazla uğraşacak?
Tüm çocuklar tek başına çalışmış ve başka hiç kimseyi görmemiş olmasına rağmen, mavi grubun parçası olan çocuklar, yapboz için tam yüzde 40 daha fazla emek veriyor.
Bu sonuç neyi gösteriyor?
Bu yöntem, maalesef öğrenmeyi sağlamakta çok etkili değildir. Çünkü çocuklar pasif bir şekilde öğretmenin anlatımını dinler. Bilgiye maruz kalır ama bilgiyi anlamlandırma sürecine dâhil edilmez. ‘Pratik’ soru çözme, ‘üretim’ de ödev yapma formatında mekanik şekilde yapılır. Bu yöntem ‘yapısalcılık’ kuramının tam tersidir.
Kısacası, anlatım, öğrenmeyi çok sağlamaz.
TEKNOLOJİ İLE ÖĞRETME
Öğrenmenin kalitesini arttırmak ümidiyle, öğretmenlere yeni teknolojiler verilir. Ama maalesef çoğu öğretmen sınav odaklı sistemden dolayı öğrenmenin doğasını değiştirmeden, aynı klasik PPP yöntemini bu sefer teknolojiyle kullanır. Teknolojiyle sadece daha hızlı yapar. Form değişir, öz değişmez. Yani, öğretmen kendisine verilen motosikleti, bisiklet gibi kullanır.
Teknolojiyi etkili kullanmak için, öğretmen ilk önce öğrenme ile ilgili düşüncesini değiştirmeli. Daha sonra da aktarımı değil, keşfetmeyi sağlayan teknoloji onlara sunulmalı.
APPLE VE ÖĞRENME
Apple tam olarak bunu gerçekleştirmiş. Geçen hafta Chicago’da Apple’ın düzenlediği organizasyonda Tim Cook konuştu. Kendisinden bir ‘teknoloji’ sunumu beklerken, bir ‘öğrenme’ sunumu dinledim. Dahası üç öğretmen Cook ile beraber sahneye çıkıp sınıflarında öğrenmeyi nasıl tasarladıklarını anlattı. Bu sunumlarda çok net gördüm ki eğitimin doğası ciddi anlamda değişiyor. Nedir bu öğrenme odaklı eğitim uygulamaları?
HERKES KODLAYABİLİR