3 Mayıs 2008
LAİKLİĞİN bilimsel tanımını nasıl yaparsak yapalım, bu tanıma şu son cümleyi eklemezsek tanım eksik kalır: "Laiklik, devleti, bireyi ve toplumu dinlerin (her dinin) saldırısına karşı eşit oranda korumak zorundadır." Bu cümlenin başına en klasik tanımı koyalım: "Laiklik din ve devlet işlerinin ayrılmasıdır."
Güzel! Ama birinci cümleyi bu cümlenin arkasına eklemezsek, laiklik iğdiş edilir.
Bu tanımı, türban dünyasına aktarırsak, karşımıza şöyle bir cümle çıkar: Türban, sahte dinin, sapkın İslam’ın birey ve toplum üzerine yaptığı saldırının simgesidir. Laiklik bu saldırıya engel olmak, bireyi ve toplumu özgürleştirmek zorundadır.
DEVRİMİN KAYNAĞI
Demek bir de "demokratik laiklik" var imiş?... Laiklik kuşkusuz ne bir din ne de ideolojidir.
Ama tarafsız tanım yapmak zorunda olan sözlüklerde laiklik, "Kurumlara dinsel olmayan bir nitelik vermeyi amaçlayan öğreti" olarak tanımlanmaktadır. Yani okulların, adaletin ve öteki toplum ve devlet kurumlarının dinsel referanslardan arındırılmasını amaçlayan öğreti. Cumhuriyet devrimlerinin dayanağı olan öğreti.
Bu öğreti ya uygulanır ya da uygulanmaz! Uygulamanın da demokratiği, antidemokratiği olmaz. Safsata ve mugalatadır! Pasif (edilgen) laiklik yoktur; laiklik aktiftir (etkendir).
Laiklikte "kızoğlan kız ama altı aylık gebe" durumları olamaz. Saf-kurnaz tilkiler bu durumu "laik sofuluğu" olarak sunmak istiyorlar ki laikliğe sofuca bağlı olmadan laik devlet ve toplum varlığını sürdüremez.
LAİK LAİKLİK
"Demokratik laiklik" gibi zırvalarla yıllardır boğuşmaktayım. Adam Sanat dergisinin Ekim 2004 (Sayı: 225) sayısında yayımlanan ve Sami Selçuk’un bir yazısını eleştirdiğim "Laik laiklik" başlıklı yazımı şöyle bitiriyorum:
"Laiklik konusunda zihinleri bulandırmak için bireyin ve toplumun özgürlüğünden, inancını yaşama özgürlüğünden söz ederler. Laikliğin amacı o özgürlüğün önünü açmak değil tam tersine öteki bireylerin inanç özgürlüğünü, toplumun esenliğini ve toplumsal barışın varoluşunu sağlamak için söz konusu özgürlüğün sınırlarını belirlemektir. Paris Siyasal Araştırmalar Enstitüsü’nden Prof. Dominique Colas da benim gibi düşünüyor: ’Laik devlet yurttaşını din baskısından korumalı’ (Cumhuriyet, 22.10.04) diyor."
BUYURUN TARTIŞALIM
Zaman Gazetesi’ni mekán seçen taşra üniversiteleri yardımcı doçentlerinin yazmayı sevdiği gibi, "Dünyada uygulanan tek tip laiklik yok!" Doğrudur, yok! Ama devleti, birey ve toplumu dinlerin baskısına karşı korumayan laiklik de yok!
Anladığım kadarıyla bireyi, devleti ve toplumu dinlerin faşistçe baskısına karşı korumayan laikliğe demokratik laiklik diyorlar. Neden olmasın, referansı din olan bir laikliği demokratik laiklik (!) olarak düşünüyorlardır.
Özdemir İnce, "Laik olmayan laiklik demokratik (!) laikliktir" diyor.
Tartışalım mı? Buyurun tartışalım!
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2008
’EMEK’in adil hakkına değil de sadaka ve zekát müesseselerine inanan Başbakan Erdoğan’ın 1 Mayıs’ın doğru anlamını kavrayacağını sanmak saflık olur. Onun anlayışına göre: Laik devlete vergi ödeyen Müslüman değil, sadaka ve zekát veren Müslüman makbuldür. RIZKTAN DA KUTSAL
RIZK’a inanan, emeğe ve onun bayramı 1 Mayıs’a inanır mı?
RIZK: Tanrı tarafından kulları için yaratılan yiyecek ve içecekler. Bundan ötürü de Tanrı’ya Rezzak (Rızk veren) denir. İslam şeriatında rızkın takdiri (insanların yaşayabilmesi için gerekenlerin saptanması) Allah’a, ama rızkını arayıp bulmak da insanlara düşer.
RIZK, SADAKA ve ZEKÁT anlayışının sermaye/emek ilişkisinde çare ve ilaç olacağını sanmak için dünyadan habersiz olmak gerekir.
Oysa ücretli emek ya da emeğin ücreti, işçi sınıfı ve sosyal adalet için rızktan da zekáttan da kutsaldır. Öyle olması gerekir.
Sermaye/emek, işveren/işçi ilişkilerinde dinsel ölçü ve ölçütlerin, dinsel kutsallıkların yeri yoktur, olmamalıdır.
TAYYİB VE HABİS
Tayyib ve habis, İslam’da insan hayatını kavrayan iki kavramdır. Tayyib sözcüğü "duyuların ve nefsin kendinden hoşlandığı şey, güzel, tatlı, hoş" anlamına gelir. Habis ise "duyularla veya aklen kendisinden hoşlanılmayan şey"dir. Tayyib olan rızklar helal, habis olan rızklar haramdır. Ama günümüz İslam dünyasında ve Türkiyesinde işler tersine dönmüş, rızkın helali ile haramı birbirine karışmış ve bu sentez toptan "Tayyib" olmuştur.
Ayet, "Kadınlardan sizin için tayyib olanını nikáhlayın" (Nisa: 3) diyor ama hangi kadın "Tayyib"dir günümüzde?
Arap milleti "Nasılsın?" sorusunu olumlu anlamda yanıtlamak istediği zaman "Tayyib" der.
Ancak emek/sermaye, işçi/işveren ilişkilerinde tayyib ve habis kavramları hakem olamaz, olmamalı.
AYAK-BAŞ EŞİTLİĞİ
Başbakan ve AKP, sendikadan ve sadaka ile zekátı elinin tersiyle itip kendi yasal haklarını isteyen işçi sınıfından ve işçi sınıfı bilincinden nefret ediyor. İşçi sınıfı ve işçi sınıfı bilinci, kapitalizmin sonu değildir. Tam tersine kapitalizmin doğru ve verimli çalışmasını sağlayan en etkin ortamdır. Ama işçi sınıfı ve işçi sınıfı bilinci, her türlü dinci iktidarın, İslamcı partilerin sonudur.
Başbakan bu gerçeği içgüdü ile biliyor. Bu nedenle işçilerin iş kolu sendikalarına değil tarikatlara girmelerini istiyor. Orta Anadolu kobilerinde bazı işyerlerinin tarikat tekkesinden farksız olduğu görülüyor. Bu nedenle Başbakan için 1 Mayıs "tayyib" değil "habis"tir. 1 Mayıs ayak ile başın eşit olduğu bir dünyanın simgesidir.
* * *
1 Mayıs 2008 günü, düşünceyi açıklama ve demokratik örgütlenme özgürlüğü bir zorba iktidar tarafından engellendi. "Tarih", AKP iktidarının "emeksiz demokrasi" anlayışına suçüstü yaptı. "Demokrasi", Avrupa Birliği ile liberal demokratların (!) tepkisini merak içinde bekliyor.
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2008
İLKOKUL birinci sınıfta okumayı söker sökmez "Dede" dediğim, Kevser Halam’ın kocası, Koca Çizmeli Ormancı Ahmet (Uygun) Efendi, elime Karagöz Gazetesi’ni verip "Oku!" dedi. Yüksek sesle heceleye heceleye, başını gözünü yararak okumaya başladım. Karikatürlerin altını okuyup bitirince "Ver bir bakayım!" derdi.
Karagöz Gazetesi’nden aklımda "Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az!" özdeyişi kalmış. Bir süre sonra, Dudu Halam’ın oğlu Maliyeci Muammer’in aldığı Yeni Sabah ve Vatan gazetelerini okumaya başladım, üç-dört yıl.
TİTREYEREK BEKLERDİM
1948 Londra Olimpiyatları’nın başlamasıyla birlikte kendime bir gazete satın almam zorunluluk haline geldi. 1948 yılında Mersin’de pek az evde radyo vardı. Gazeteler iki gün gecikmeyle trenle gelirdi. Dağıtım bayii Tekgüç Ailesi idi. Gazeteler akşama doğru gelirdi, tren tehirli değilse. Sıcakta terleyerek, ayazda titreyerek beklerdim.
Hürriyet Gazetesi’ni ilk kez Londra Olimpiyatları ile birlikte satın almış olmalıyım, ama ben görsel olarak 7 Ağustos 1948 Cumartesi gününün Hürriyet’ini anımsıyorum. (1948 Ağustos sayılarını benim için bulan Hürriyet Gazetesi Arşiv Müdürlüğü’ne teşekkür ederim.)
YA MARKOS KAZANSAYDI!
Elimde 7 Ağustos sayısı olduğuna göre günlerden 10 Ağustos olmalı. Yedi sütuna manşet: Grekoromende Olimpiyat İkincisi olduk." Aşağıda iki güreşçinin rötuşlu ve kırmızı, beyaz ve siyah renkli fotoğrafları: "Mehmet Oktav ve Mersinli Ahmet birincilik aldılar. Kenan Olcay ve Muhlis Tayfur ikinci, Halil Kaya üçüncü oldu." Biraz sağda, ortaya doğru bir futbol fotoğrafı: Milli takımın GS’li sağbeki Sarı Naci bir Yugoslavya muhacimi (forveti) ile mücadele ediyor.
Birinci, ikinci ve üçüncü sütunlarda: "Markos ordusu son günlerini yaşıyor! Yunan milli ordusu asi cephesini çökertti. Her tarafla muvasalası kesilen Markos sınırı geçip Arnavut arazisine sığındı. Harp sona erince Yunanistan’da seçim yapılacak."
Bir de fotoğraf: Yaralı bir askeri omuzlarında hastaneye taşıyan Makedonyalı kadınlar.
Demek ki 1948 yılının ağustos ayında Yunanistan’da iç savaş devam etmekte imiş. Savaşı Markos kazansaydı Avrupa tarihi değişirdi.
BİR SAATLİK ÜCRETİM
Tarihin hemen yanında, gazete adresinin altında şöyle yazıyor: "Fiyatı her yerde 10 kuruştur." O yaz, saati 12.5 kuruştan günde 12 saat Çukurova Sanayi İşletmeleri iplik fabrikasında masuracı olarak çalışıyorum. Demek ki bir saatlik ücretimi Hürriyet Gazetesi’ne veriyorum. O gün gene 10 kuruşu bastırıp gazeteyi almışım. Gazeteyi okuya okuya tozlu hastane caddesinde yalınayak yürüyorum. Birden bir ses: "Nereye lan, beri gel hele!" Bizim hısımlardan Sadi Yürekli, Büyük Çıkmaz Sokak’ın başında sandalyeye oturmuş. Gazeteyi elimden aldı, okumaya başladı. Geri vermez! Sinirlendim, gazeteyi kaptığım gibi ağlayarak yırtmaya başladım. Uray Caddesi’ne doğru koştum. Yeni bir gazete alıp bu kez Zeytinlibahçe Caddesi’nden gazete okuya okuya eve doğru yürüdüm.
* * *
Yarın, 1 Mayıs 2008 günü Hürriyet Gazetesi 60 yaşına giriyor. Şimdi ben 72 yaşımda Hürriyet Gazetesi yazarıyım. Bana yazma özgürlüğü yaşattığı için gazeteme şükran duyuyorum!
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2008
KİM kimi tuzağa düşürdü, MHP mi AKP’yi tuzağa düşürdü yoksa ikisi birden Türkiye’yi mi tuzağa düşürdü? Ortalık tuzaktan geçilmiyor! İster MHP’nin kışkırtmalı yardımıyla olsun, ister AKP tek başına başarsın (!) Türkiye ve Avrupa Birliği tuzağa düşmüş durumda. Avrupa Birliği’nden gelen uyarı ve tehditleri dikkate alarak, Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi kapatması durumunda başımıza gelecekleri adım adım sıralayalım:
1. Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği-Türkiye müzakerelerinin askıya alınmasına, daha kaba bir deyişle durdurulmasına karar verecek ve aldığı kararı 27 komiserden oluşan Komisyon’a bildirecek.
2. Komisyon, Avrupa Parlamentosu’nun aldığı kararı Bakanlar Konseyi’ne sunacak, bu Konsey de Avrupa Parlamentosu’nun kararı doğrultusunda müzakerelerin durdurulmasına karar verecek ve Avrupa Birliği-Türkiye üyelik müzakereleri duracak.
3. Müzakerelerin yeniden başlaması için 27 üye devletin hepsinin olumlu oy vermesi gerekecek, ki bir tek üyenin bile "hayır" demesi durumunda müzakere(ler) sonsuza kadar açıl(a)mayacak.
4. Müzakerelerin tekrar açılması çok zayıf bir olasılık olsa bile, bunun karşılığı olarak Türkiye’nin ödeyeceği bedel çok ağır olacak.
* * *
Yukarıdaki 4 madde, olması muhtemel bir ütopik felaket senaryosu değil, olması ve olmaması Anayasa Mahkemesi’nin alacağı karara bağlı bir kader sillesi!
Aslında "kader sillesi" demek de saflık olur: Görülen köy kılavuz istemez!
Bir parti, özellikle de hata yapması yüksek bir iktidar partisi, Anayasa’ya ve Siyasal Partiler Yasası’na uymaz ise olacağı budur. Yargıtay Başsavcısı’nın ve Anayasa Mahkemesi’nin ne kabahati var? İktidardaki bir siyasal parti kapatılırsa Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Birliği buna çok sert tepki gösterecekti(r)! Başka ne yapsın? Ancak AKP’den gelen şaşkın tepkiler, milletvekillerinin hayal áleminde yaşadıklarını gösteriyor.
* * *
"Kapatılan partilerden büyüyen yok. Parçalanmış olanlardan hep bir tanesinin büyüdüğünü görmüşüzdür. O da çok anlamlıdır" (Milliyet, 25.04.08) buyuran MHP Lideri Devlet Bahçeli, sanki AKP ve lideri ile dalga geçmektedir. Ve Türkiye ile...
"Yüzde 53’ün endişesini gidermeliyiz" dediği için sağduyusu alkışlanan AKP Milletvekili Vahit Erdem, onun gibi düşünenler ve onu alkışlayanlar da yanılıyorlar! "Toplumdaki korku göz ardı edilemez!" diye konuşan Anayasa Mahkemesi Başkanı da yanılıyor!
O "Yüzde 53", endişelerinin giderilmesini değil başta iktidar partisi olmak üzere, bütün partilerin Anayasa ve yasalara uymasını istiyor, istemeli. Böyle olursa her şey tıkır tıkır işler.
Hollandalı Hıristiyan Demokrat Parlamenter Ria Oomen-Rujiten, "Laiklik oynanabilecek oyuncak değil" diyor ve Türk hükümetini reformları sürdürmesi ve bunu yaparken de demokratik ve laik Türkiye’de çoğulculuğa ve farklılığa saygı göstermesi için uyarıyor! Ama testi kırıldıktan sonra çok geç! Bu uyarı 2005’ten itibaren yapılmalıydı.
Olan-bitende hiçbir sorumluluğu olmayan Anayasa Mahkemesi’nin Başkanvekili Osman Paksüt ise bütün dünyaya acı içinde haykırıyor: "Mahkemeler bağımsızdır!"
Artık çok geç! Artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz!
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2008
"BAŞÖRTÜSÜ gündemi, pek çok köşe yazarının olduğu gibi Mallarme Akademisi üyesi, Adonis’in dostu, kendisi olmasa Türk edebiyatında büyük bir boşluk doğacağını söyleyen ama hiçbir nitelikli şiir okurunun ezbere bir şiirini bildiğine rastlamadığım büyük Türk şairi Özdemir İnce’nin de dengesini bozmuş. İnce, Hürriyet’teki köşesindeki ’okuma önerisi’ bölümünde Prof. Zekeriya Beyaz’ın kitabını önerdi okuruna. Bence bu geçen ayın en eğlenceli olayıydı! Özdemir İnce ve Zekeriya Beyaz... Nicedir iki ismin yan yana bu kadar güzel durduğunu görmemiştim!" (M.İlhan Atılgan, Kitap Zamanı, 3 Mart 2008) PAPAĞAN ÖLÇÜTÜ
Fethullahçı fırka talebanından bir adam da Zaman Gazetesi’nin kitap ekinde, "Beşinci sınıf şair Özdemir İnce"cilerin yaptığını tekrarlıyor: İdeolojik ve İslami bağlamlarda kuyruğu sıkışınca, Kuran çeviri ve yorumlarında yapılan sahtekárlıkları savunmak zorunda kalınca "Şair Özdemir İnce"ye saldırıyor. Hey gidi sefil çaresizlik!
Bu türden zevzekliklerle uğraşacak zamanım yok. Ama kamu yararına çürütmem gereken bir iddia var: Şiir ezberlemenin bir tür poetik değerlendirme ölçüsü olduğu iddiası.
Ben kendi şiirlerim de dahil olmak üzere bir tek şiiri bile ezbere bilmem. Bu durumda, eğer ben örnek alınacak olursam, ne ben varım, ne Türk şiiri var, ne de dünya şiiri!
Hukuk Fakültesi’ni Medeni Hukuk kitabını ezberleyemediğim için bırakmak zorunda kaldım. Mantık ilişkisi barındırdığı için Roma Hukuku’nda sorunum yoktu. Paris’te Sorbonne Fonetik Enstitüsü’nde okurken yıl sonu sınavı için ezberlemem gereken Guillaume Apollinaire’in "Mirabaux Köprüsü"nü altı ayda güç-bela ezberlemiş, sınavda Madame Cheval’in yardımıyla idare etmiş ve ertesi gün şiiri tamamen unutmuştum. (Bu ezberleme özrümü bir gün tadını çıkarta çıkarta anlatırım). Ezberleme bir ölçü ise papağanların en büyük şiir sever ve eleştirmen olmaları gerekir(di)!
Jean-Paul Sartre ile Fethullah Gülen’i özdeşleştiren bir gazetede her şey mümkündür!
HAFIZLIK GEREKSİZ
Birkaç yıl önce, ses kayıt tekniğinin her gün geliştiği günümüzde "hafızlık" işinin artık gereksiz bir meslek olduğunu yazmıştım da İslamcı fırkalar çıldırıp zincirlerini kopartmışlardı. Kitap var artık, ses kayıt cihazları var! İslam ve bu İslamcı zevat, hafızları ve ezbercileri sever zaten! Ben ise ezbercileri, gelenekçileri sevmem!
Dünyanın bütün dillerinde vezin ve kafiyenin geçmişi insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlar sözlü uygarlıklarını vezin ve kafiye sayesinde korumuş ve "hıfz" etmişlerdir.
Dünya şiirinde 1850’lerden itibaren vezin ve kafiye, şiirin temel oluşturucuları olmak özelliklerini kaybetmişler; o tarihten sonra "serbest şiir" dönemi başlamış ve hálá devam etmektedir. İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayınlanan ve üniversitelerin doktora programlarında kullanılan "Şiir ve Gerçeklik; Tabula Rasa; Yazınsal Söylem Üzerine; Şiirde Devrim" adlı kitaplarımda bunları anlatırım zaten.
HACI YAĞI KOKMASIN
Gülyağı, hacı yağı kokulu binlerce ezberci yerine limon kolonyası kokan bir tek gerçek okur (şiirlerimi kitaptan okuyan bir okur) yeter bana. O kadar kötümser olmanın gereği yok, o da vardır zaar (zahir)!
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2008
BAŞLANGIÇTA öğrenciler Pekin Olimpiyatları’nı protesto ediyorlar sanmıştım. Ama "İşin bitti Sarko! Gençlik sokakta!" sloganlarını duyunca, "Öğretmenlerimizi bize geri verin!", "Derse evet, bekçiye hayır!" pankartlarını görünce, yanımda duran arkadaşım üniversite hocası Tahar Bekri’ye soruyorum. 40 BİN ÖĞRENCİ
Eğitim Bakanı Xavier Darcos’un önce 11 bin 200, daha sonra ek olarak 8 bin 200 öğretmen kadrosunun kaldırılacağını açıklamasından sonra lise ve kolej öğrencileri sokağa dökülmüş durumda. 10 Nisan Perşembe günü, Saint-Michel taraflarından gelip Montparnasse ile Raspail bulvarlarının buluştuğu kavşakta yığılan öğrenci sayısı 40 bin dolaylarında. Sadece öğrenciler değil, öğrenci anababaları ve öğretmenler de var aralarında.
Göstericilerin çoğu banliyö okullarının öğrencileri. Bu derilerinin renginden de anlaşılıyor. Kimilerinin elinde Mali, Senegal, Fas ve Cezayir bayrakları var. Türk bayrağı görmedim.
Öğretmen kadrolarının kaldırılmasının nedeni bütçe açığı. Ancak "Henri IV Lisesi" gibi Paris’in geleneksel liseleri bu politikadan etkilenmiyor. Ama bu türden lise öğrencileri de gösterilere destek veriyorlar.
TEHLİKENİN FARKINDALAR
Gösterileri destekleyen Sgen-CFDT sendikalarına göre, hükümet 5 yıl içinde 28 bin öğretmen kadrosunu kaldırmayı düşünüyor. Emekliye ayrılan öğretmenlerin yeri doldurulmayacak. Böylece banliyö liselerinde zaten düşük olan eğitim-öğretim düzeyi daha da düşecek. Sendikalar tehlikenin büyüklüğünü işaret ediyorlar. Gösteriye katılan öğrenci yakınları da tehlikenin farkında.
Bir öğrenci, "Lisemizin geri kalmaması için mücadele ediyoruz!" diyor. Derslerinin aksaması umurunda bile değil, ara kapatılabilir. Ama beklenen reformlar sonbahara kadar yapılmazsa banliyö öğrencilerinin durumu iyice kötüleyecek.
2005 yılındaki banliyö ayaklanmasını yakından izleyen biri olarak, 2008-2009 ders yılı açılışının büyük olaylara gebe olduğunu düşünüyorum.
OSMANLI NAZIRI GİBİ
Sarkozy hükümetinin hali, "Şu mektepler olmasaydı, nazırlık yapmak kolay olurdu!" diyen Osmanlı Maarif Nazırı’nın haline benziyor. Ama bende AKP ile aynı programı uyguladığı izlenimi uyanıyor: Kamu okullarını sıkıştırarak özel okulları teşvik etmek. Ortaöğrenimin özelleşmesi Türkiye kadar tehlikeli değil Fransa için, çünkü henüz bir Katolik Fethullahları yok ortada. Lakin bu özelleşme ve özelleştirme politikasının sonucu olarak Fransa Müslümanları kendi özel okullarını birbiri ardınca açarlarsa ne olacak? Bunun yanıtını Sarkozy’nin eğitim-öğretim politikası verecek.
Görülen o ki: Sadece Sarkozy düzeninin değil neoliberal kapitalizmin ve küreselleşmenin de iflası söz konusu! Artık Fransa’ya bakarak "Köhne Fransa! Geri kafalı Fransa!" demek de mümkün değil. ABD’nin durumu Fransa’dan çok daha acınası. Japonya da öyle! Kala kala emekçileri, üreticileri hayvani düzeyde sömürüp ezen Çin ve Hindistan kalıyor!
Ya Türkiye? AKP’nin teslimiyetçi neoliberal cicim yılları çoktan bitti! İktidarı avanta dağıtmak da ayakta tutamaz artık. Ellerinde tek bir olasılık var: İslami darbe!
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2008
LAGENDAYIK Enişte Gardaş kimdir? Kim değildir ki!1. Asıl adı: Joost Lagendijk. 8 Haziran 1957 tarihinde Felemenk’in (Hollanda’nın) Roosendaal kentinde doğmuştur. Utrecht Üniversitesi tarih bölümünden mezun olmuş. 2. Hollanda Yeşil Sol partisinden Avrupa Parlamentosu üyesi bir siyasetçi.
3. 1999 yılından bu yana Türkiye-Avrupa Birliği Karma Parlamento Komisyonu içinde yer almakta olup 2004’ten bu yana da bu komisyonda eşbaşkanlık görevi yapmaktadır.
4. Fethullahçı Zaman Gazetesi’nin (belirsiz aralıklarla yazan) bir yazarıdır.
5. İktidar partisi AKP’ye yakınlığı ve sempatisi ile ünlenmiştir.
6. 28 Ekim 2006 tarihinde gazete muhabiri Nevin Sungur ile evlenerek milli damat unvanını almıştır. Kayınpederi Nusret Sungur Yalova’da kuyumculuk yapmaktadır.
7. AB dış politikaları konusunda yayınlanmış iki kitabı vardır.
8. Resmi internet sitesi : (http://www.jostlagendijk.nl//)
HANIM KÖYLÜ DEĞİL
Görgü tanıklığıma dayanıp ve ona güvenerek bir gözlemimi sizlerle paylaşmak istiyorum: Yabancı kadınlarla evlenen erkekler "Hanım Köylü" olurlar. Fransız, Rus, Bulgar, Yunan, Ermeni, İspanyol kadınlarla evlenmiş olan gazeteci, yazar, sanatçı, politikacı tanıdıklarım ve arkadaşlarım oldu. Çoğunluğu "Hanım Köylü" idi. Bizim kızlarla evlenen yabancılar arasında çok ender "Hanım Köylü" gördüm. Tam tersine bizim kızlar "Koca Köylü" oluyorlar ve kocalarına pek ziyade hürmet gösteriyorlar. Türkleri kıskandıracak kadar!
Bizim "Lagendayık Enişte Gardaş"ın durumu "Hanım Köylü" kuralına uymadığı gibi, ortaya "Ali Fakıya yazdırdık, daha beter azdırdık!" özdeyişine uygun duruma geldi.
Belki bir ayrıntıya dikkat çekmem gerekiyor: "Enişte Gardaş" aslında Kemalist Cumhuriyet’ten, Türkiye laikliğinden, Kemalizm’den, Türk solundan ve CHP’den hiç mi hiç hazzetmiyor. Ama AKP’den, ılımlı İslam’dan, neoliberallerden, yeni mürtecilerden, solcu eskilerinden yana. Yani tamamen Türkiye karşıtı değil. Belki de iyice "Hanım Köylü" olduğu için taraf tutuyor. Taraf tuttuğu da tavırlarından, demeçlerinden ve Zaman Gazetesi’nde yazdığı yazılardan belli. Hürriyet, Milliyet, Vatan gibi gazeteler konuk yazarlara yazı yazdırmıyorlar, diyelim. Peki konuk yazarlara yer veren Cumhuriyet’te neden yaz(a)mıyor? Görüşleri Zaman’ın zurnasına denk düştüğü için mi?
ENİŞTEYİ DÖVERLERDİ!
Joost Lagendijk, 5 Nisan 2008 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’nde "Kapatma davası seçimlerin rövanşıdır!" diyor. Bu ne demek? Seçime AKP’ye karşı Yargıtay + Anayasa Mahkemesi Koalisyonu mu girdi?
"Arsız Damat", Yargıtay Başsavcısı’nın Anayasa ve yasalara uygun olarak açtığı ve Anayasa Mahkemesi’nin aynı ölçütlere göre kabul ettiği davayı "hukuk darbesi" olarak tanımlıyor! Yaptığı tam anlamıyla AKP amigoluğu, İslamcı lejyonerliği, bölücü tahrikçilik ve Cumhuriyet düşmanlığıdır!
Lagendayık Enişte Gardaş’ın, sahip olduğu sıfatlarla böyle davranmaması gerektiğini birinin anlatması gerekiyor kendisine, en azından karısı gelin hanımın ve kuyumcu kayınbabasının!
Yaptıklarının tersini yapsaydı, hükümet ve iktidarı hedef alsaydı, AKP zihniyeti vallahi falakaya yatırırdı enişteyi!
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2008
’İBN Fazlan (Fadlan) Seyahatnámesi’ benim kült kitabımdır. 1983 yılında Paris’te Fransızcasını (Voyage chez les Bulgars de la Volga, Ed. Papyrus) da bulmuş, bütün dostlarıma satın aldırmıştım. Kitaptan kısaca söz edeceğim, çünkü konu başka. Ibn Fazlan (Faldan), Abbasi halifesi Muktedir-billah’ın 920-921 yıllarında Bulgar hükümdarı İlteber Almuş’a gönderdiği sefaret heyetinde yer alan bir divan kátibiydi. Sefaret heyetinin geçtiği Türk topraklarında gördüklerini seyahatnamesine yazmıştı. Bu küçük kitap Türk tarihi bakımından çok önemli kaynaklardan biridir. Zeki Velidi Togan kitabın tek nüshasını 1923 yılında Meşhed kütüphanesinde buldu. Bundan sonra Yahudilik tarihi biraz değişti.
Kitabın bendeki nüshası Bedir Yayınevi tarafından 1975 yılında yayınlanmış. Yeni bir çeviri de "Bin Yıl Önce Türkler ve Ötekiler" adıyla İstiklal Kitabevi tarafından yayınlandı.
Şimdi birlikte okuyalım:
AKILLARINA BAŞVURURLAR
"Bu dağdan geçtikten sonra Oğuzlar diye bilinen bir Türk kabilesinin bulunduğu yere ulaştık. Onlar, kıl çadırlarda oturan ve konup göçen yörüklerdi. Göçebelerde ádet olduğu gibi sık sık yer değiştirdikleri için yer yer onlara ait çadırlar görülüyordu. Çok güç şartlar altında yaşıyorlardı. Bunlar yolunu kaybetmiş eşekler gibidirler. Bir dine inanmazlar, işlerinde akıllarına başvururlar. Hiçbir şeye ibadet etmezler. Aksine büyüklerine Rab derler. İçlerinden biri reisine bir şey danışırsa, ona ’Ey Rabbim, şu hususta ne yapayım’ der. Aralarındaki işleri meşveretle hallederler. Bununla beraber bir şeyde ittifak edip onu yapmaya karar verirlerse, içlerinden en aşağı ve en değersiz olan biri gelip ittifaklarını bozabilir." (S.30)
İbn Fazlan’ın atalarımla ilgili yaptığı bu tanım gururlandırıyor beni. Siz onun Oğuzları başı boş eşeklere benzettiğine bakmayın. Oğuzların özgür ruhlarını, özgür tavırlarını anlamamış. Dinsiz dediğine de bakmayın, o zamanlar Türkler Şaman dinine inanmaktaydı, Uygurlar da Mani dinine (Manikezime) inanıyorlardı.
Önemli saptamalar var: İşlerinde akıllarına başvurmaları. Bir de demokrasi anlayışları. Bir tek oy bile çoğunluğun oy toplamına eşit. Yani atalarımız Oğuz Türklerinin "milli irade" denen safsataya en küçük bir saygıları yok. Gerçek demokratlar. İslamcılar anlayamaz!
Bir süre sonra Müslüman olup demokrasi aşklarından uzaklaşacaklar ve 150 yıl sonra Anadolu’ya gelecekler.
Siyasetnáme adlı kitabımda bu "çocuk atalarım"a övgüler düzmüşümdür.
DEMOKRAT ATALARIM
İbn Fazlan’ın kitabı, Doğu Avrupa’nın Eşkenaz toplumunu oluşturan Musevi Hazar Türkleri için çok önemlidir. Arthur Koestler, İbn Fazlan ve Zeki Velidi Togan’dan yola çıkarak "On Üçüncü Kabile" adlı kitabını yazdı. Bu kitap bir zamanlar İsrail’de yasaklanmıştı.
Yazımı İbn Fazlan’ın Oğuz kadınlarının iffetleriyle ilgili gözlemini aktararak bitirmek istiyorum: "Kadınları yerli ve yabancı erkeklerden kaçmazlar. Aynı şekilde, kadın, vücudunun hiçbir yerini insanlardan gizlemez." (S.31)
Neoliberal ve eski solcuların (!), türbansız ve "milli irade"yi umursamayan demokrat atalarımdan öğrenecekleri çok şey var. Çünkü hiçbiri İbn Fazlan’ı okumamıştır!
Yazının Devamını Oku