4 Kasım 2008
ATATÜRK karşıtlığı alicengiz oyununda olduğu gibi türlü çeşitli kılıklara girmiştir. Örneğin, köyden ilk kez kasabaya gelen bir köylü vatandaşın "Atatürk" ve "Kravat" hakkında ne dediğini biliyor musunuz, hiç duymuş muydunuz? Ben çocukluğumda duymuştum:<br><br>"Grebet grebet didikleri bir çapıt imiş, Atatürk Atatürk didikleri de bir herif imiş!" Atatürk’ü insanlaştıran (!) bu cümle köylü saflığının bir kaba ürünü mü, yoksa Cumhuriyet ve devrim karşıtlarının ürettiği bir kezzaplı cümle mi? Bence ikincisi!
"İnsan Atatürk" de kezzaplı, hinoğluhin bir tanım gibi geliyor bana. Bu tanım ile Devrimci Atatürk, İkinci Cumhuriyetçilerin, neoliberallerin ve külüstür-liberal solcuların deyimiyle "Jakoben Atatürk" sarakaya alınmakta, hicvedilmektedir.
Bu tepkinin yorumunu, bir başka yazıya bırakıyorum. Bugünkü yazının konusu, Can Dündar’ın "Mustafa" adlı filminde ortaya atılan safsata: (Güya) Atatürk, Kürtlere özerklik vaat etmiş ve Kürtlere anayasal özerklik verileceğini söylemiş.
* * *
"Özerklik vaat etmiş"in anlamı şu: Sanki Mustafa Kemal, Kurtuluş mücadelesine başlamadan Kürt şeyhlerle, şıhlarla, ağalarla bir araya gelmiş ve onlara, "Siz Kurtuluş mücadelesini desteklerseniz, yeni Cumhuriyet devletinin kurulmasına yardım ederseniz, amacımız gerçekleştiği zaman biz de sizlere özerk yönetim hakkı veririz!" demiş. Dahası, sanki söz vermekle kalmamış, bir sözleşme bile imzalamış. Böyle bir şey yok. 1921 Anayasası’na bakılmadan anlaşılması olanaksız gerçek şudur:
* * *
16/17 Ocak 1923 günü İzmit Kasrı’nda İstanbullu gazetecilerle yapılan söyleşide Vakit Başyazarı Ahmet Emin (Yalman) Bey, Mustafa Kemal’e şu soruyu yöneltir: "Kürt meselesine temas buyurmuştunuz. Kürtlük meselesi nedir? Dahili bir mesele olarak temas buyurursanız çok iyi olur."
Gazi (Mustafa Kemal) Paşa: "... Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmektense, bizim anayasa gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi ilin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edecektir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da birlikte ifade etmek gerekir." ("Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 14; Kaynak Yayınları, S.273-274)
* * *
Mustafa Kemal Paşa’nın 16/17 Ocak 1923 günü sözünü ettiği Teşkilatı Esasiye Kanunu, (85 sayılı ve 20 Ocak 1921 tarihli) 1921 Anayasası’dır. Bu Anayasa’nın 11. maddesini birlikte okuyalım:
"Vilayet mahalli işlerde manevi şahsiyete ve özerkliğe sahiptir. Dış ve iç siyaset, şer’i, adli ve askeri işler, uluslararası iktisadi ilişkiler ve hükümetin genel vergileri ile birden fazla vilayeti ilgilendiren hususlar istisna olmak üzere Büyük Millet Meclisi tarafından konacak kanunlar gereğince vakıflar, medreseler, eğitim, sağlık, iktisat, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım işlerinin düzenlenmesi ve idaresi vilayet şûralarının yetkisi içindedir." (Prof. Dr. Ergun Özbudun, 1921 Anayasası, S.82-83)
* * *
Gazi Mustafa Kemal Paşa, 1921 Anayasası’na göre özel olarak Diyarbakır, Van ve Bitlis’ten değil, Türkiye’deki bütün illerin yerel yönetimlerinden söz etmektedir. Söz konusu şûra da Sovyet idarisi birimidir. İsteyen Prof. Dr. Ergun Özbudun’a sorabilir. (Devamı yarın.)
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2008
BUGÜN, bazıları bana esin ve başvuru kaynağı olan birkaç kitaptan söz etmek istiyorum. Önce bir edebiyat yapıtı:
"Edebiyatta 30 Yıl"ın anısına yayınlanan "Ben Hep Seni Yazdım"ın (Özgür Yayınevi) yazarı Atilla Birkiye’yi demek ki ben de otuz yıldır tanıyorum. O sırada Memet Fuat’ın komutası altında Yazko Edebiyat dergisinde çalışıyordu.
"Ben Hep Seni Yazdım" aşka ve aşkın durumlarına dair bir düş kitabı... Atilla Birkiye bu kitaptaki denemelerinde yine "tutku" ve "aşk"ı yazarken, "düşsel olan"ın izinden giderek erotik atmosferler kuruyor(muş)... Yayınevinin arka kapak yazısına "Muş" takısını ben ekledim. Bundan sonra Atilla Birkiye "Aşk Yazarı" ününden zor kurtulur artık!
* * *
Günümüzün en önemli bilim adamlarından dinbilimci Dr. Hasan Aydın’ın iki kitabını tanıtmak istiyorum: Bilim ve Gelecek Kitaplığı tarafından yayınlanan (2008) "Postmodern Çağda İslam ve Bilim" ve Naturel Yayınevi tarafından yayınlanan (2005) "İslam Düşünce Geleneğinde Bilgi Kuramı: Eleştirel Bir Yaklaşım" adlı çok önemli felsefi, teolojik, sosyolojik kitaplar. Gerçekleri bilmece haline getirmeyen, aydınlık ve anlaşılır bir bilim felsefesi!
Dr. Hasan Aydın’ın akademik nitelikli başka önemli kitapları da var: "İslam Düşünce Geleneğinde Din-Felsefe ve Bilim (Naturel, 2005), "Gazáli, Felsefesi ve İslam Modernizmine Etkileri (Naturel, 2006), "Felsefi Temelleri Işığında Yapılandırmacılık (Nobel Yayınları, 2007).
* * *
"Harun Yahya Safsatası ve Evrim Gerçeği" (Bilim ve Gelecek Kitaplığı): "Küresel gericiliğin merkezi ABD’de üretilen ve ülkemizde Harun Yahya imzasıyla fosil sergileri ve ’Yaratılış Atlasları’nda bire bir tekrarlanan yaratılışçı iddialar, dünyanın ve ülkemizin değerli bilim insanları tarafından teker teker yanıtlanıyor." 50 bilim insanı!
Kitabın son bölümünde, bütün bu değerli bilim insanları ve aydınlar, Türkiye Bilim Akademisi ve diğer ülkelerden 67 bilim akademisi ve Üniversite Konseyleri Derneği ile birlikte kitabın dördüncü bölümünün başlığını oluşturan sonsözü söylüyorlar:
"Evrim kuramı yok sayılarak bilim yapılamaz!"
* * *
Hukuk ve bilim sorunlarını ulemaya havale eden bir zihniyetin iktidar döneminde, bu zihniyetin karanlıklarını delmeye, bataklıklarını aşmaya adanmış edebiyat, bilim ve tarih dergileri de yayınlanıyor ülkemizde. Bu dergilerden Bilim ve Gelecek, "Bilim ve Gelecek Kitaplığı" başlığı altında kitap yayınlamaya başladı:
- Ahmet Doğan, "Matematik ’Yaramaz’dır-Akıl Yürütme, Mantık ve Matematik.
Matematikten korkan öğrencilere ve matematiğin "ne işe yaradığı"nı soranlara göre bir kitap.
- Cemal Yıldırım, "Bilimin Öncüleri" (Çağdaş bilimi yaratanların çalışmaları ve hayatları.)
- Cemal Yıldırım, "Evrim Kuramı ve Bağnazlık".
* * *
AKP zihniyetinin öykündüğü Osmanlı döneminde, bin ile milyon’un kaç sıfır olduğunu bilmeden barış anlaşmaları yapan siyasetçiler vardı. "Bin" sanıp "milyon"luk tazminatların altını imzalamışlardı.
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2008
YAHYA Kemal "Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım" adlı kitabının "Yeni Mekteb" başlıklı bölümünde, ilkokuldaki okuyup yazma serüvenini şöyle anlatır: "Yeni Mekteb’e gide gele, gide gele üç sene geçmişti. Lákin cüz kılıfımdaki Elifbá’yı henüz söktürememiştim. Yalnız Adem, İdris, Nûh, Sálih, İshak, İbráhim... diye peygamberlerin isimlerini ezber öğrenmiştim. // Babam arada sırada Elifbá cüzünü açarak, harfleri sorardı. Bilemezdim; hemen mahalle mekteplerine küfretmeğe başlardı. Beni, öğrenebileceğim bir mektebe vereceğini söyler dururdu." (İstanbul Fetih Cemiyeti, 2.Baskı, s.27)
1884 yılında Makedonya’nın Üsküp kentinde doğan Yahya Kemal, 1890-1892 yıllarında alfabedeki harfleri bile öğrenemediğini itiraf ediyor. Öğrenemediği alfabe Arap alfabesi!
İBRETLİK SATIRLAR
Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey ise "Bir Zamanlar İstanbul" adlı kitabında şu ibretlik satırları yazar: "Ne yazık ki, memleketimizin okumuş insanları geçim kaygısı ile ilkokul öğretmenliğini kabul etmemişler, bu yüzden ilkokul çağındaki çocuklar okulsuz kalmışlardır. Üsküdar tarafında 115, Galata civarında 120 ve İstanbul’da 300 ilkokul varken, bunların içinde ancak on okulda öğretmen bulunuyordu ki, bunun ne derece okumaya yardım edebileceği kolayca anlaşılır. // İnsaf olunsun, bir çocuk küçüklüğünden delikanlılık çağına kadar sokaklarda büyür, yazıları heceleyemeyen öğretmenlerden terbiye görürse artık ondan ne beklenir?" (Tercüman, 1001 Temel Eser, S.23-24)
Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, 1800-1870 yılları arasından söz ediyor olmalı. Öyle bir eğitim sistemi ki Rus donanmasının Cebelitarık Boğazı’ndan geçerek Çeşme önlerine gelebileceğini bilmeyen, coğrafyadan habersiz vezirler, nazırlar yetiştirmekteydi.
ÜNİVERSİTELİ MADENCİ
1 Ekim, 1 Ekim 1928 tarihli ve 1353 sayılı "Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun"un, yani Anayasa’nın 174. maddesi tarafından korunan 6 numaralı Devrim Yasası’nın çıkartılmasının 80. yıldönümü.
Şimdi adı gerekmeyen, "Prof. Dr" unvanlı bir tarihçi, 2. Cumhuriyetçi zat, Cumhuriyet’in nasıl tepeden inmeci jakoben bir bela olduğunu kanıtlamak için "Harf Devrimi yapılırken halka sorulmadı" diye sık sık kabarır. Yüzde 95’i okul yüzü görmemiş, geriye kalanların büyük bir çoğunluğu okula gitse de Arap alfabesini sökememiş bir kitleye mi sorulacaktı Harf Devrimi? Harf Devrimi sayesinde üniversite mezunlarımız şimdi madenci (kol emekçisi) olabilmek için sıraya ve sınava girmiyor mu?!
400 YILDA NE YAZDIN
Cumhuriyet düşmanları, Harf Devrimi’nin geçmiş kültür birikimimizi unutturduğunu ileri sürerler. Divan Şiiri’nden başka hangi kültür birikimi vardı? 16, 17, 18 ve 19. yüzyıllarda Osmanlı vatandaşları tarafından Osmanlıca yazılmış kaç ekonomi, tıp, fizik, kimya, biyoloji, matematik, geometri, cebir ve öteki bilim kitapları vardı? Var olanların tamamı tercümedir. Ayrıca bütün Osmanlı döneminden günümüze kalma niteliğine sahip kaç bilim kitabı yayınlanmıştır? Bu dönemde kaç Osmanlı Newton’u, Kopernik’i, Galileo Galilei’si vardı? 1923 yılında kaç adet kütüphane ve bu kütüphanelerde kaç kitap vardı? Bu sorulara hiç kimse utanmadan cevap veremez.
Harf Devrimi’nin 80. yıldönümü halkımıza kutlu olsun!
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2008
’SOYUT demokrasi’ fetişistlerinin bir gün olsun Türkiye’nin eğitim-öğretim sorunlarıyla ilgilendiklerine tanık olmadım. Şimdi aynı kişilerin Türkiye’nin laik düzenini kurtarmak için sorumluluklarını yerine getiren Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararlarına karşı saldırıya geçtiklerini görüyoruz: Anayasa Mahkemesi yetki sınırlarını aşmışmış...
Anayasa Mahkemesi, anayasa değişikliklerini sadece şekil yönünden denetleyebilirmişmiş...
Anayasa’nın değiştirilmez maddeleri fesat çevrilerek etkisizleştirilmek istenirse, öze yönelik bu tür girişimlerin durdurulması gerekmez mi?
İktidar, Anayasa’nın 174. maddesi tarafından korunan Devrim Yasaları’na aykırı maddeleri ve hükümleri Anayasa’ya sokuşturmaya kalkarsa, Anayasa Mahkemesi, şekil bakımından uygun değişikliği onaylayacak mı? Anayasa Mahkemesi, yasal ayak oyunlarıyla yapılan sivil darbelere karşı hiçbir şey yapamayacak mı?
Anayasa Mahkemesi bunun böyle olamayacağını son iki kararıyla kanıtlamış bulunuyor: Yüce Mahkeme, Anayasa’nın değiştirilmesi teklif edilemez hükümlerini doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyecek anayasa değişikliklerini esastan inceleyebileceğini bütün dünyaya ilan etmiş bulunuyor.
FELSEFEYE KEFEN
Bir süredir, AKP iktidarının felsefe derslerine din kefeni giydirmeye hazırlandığı konusunda uyarıcı yazılar yazıyorum. Yazılarım TBMM’de de yankısını buldu, CHP İstanbul milletvekili Mehmet Sevigen, Milli Eğitim Bakanı’nın yanıtlaması için soru önergesi verdi.
AKP, lise müfredat programında istediği değişikliği yapıp felsefeye "din kefeni" giydirirse, bu eylem Anayasa’ya aykırı olur mu olmaz mı? Felsefenin özgür düşünce ve kuşku ilkesinin yerine dinsel dogmaları öğrenen bireylerden oluşan toplum demokratik duyarlığa, demokratik ruh ve akla sahip olabilir mi?
Demokrasi fetişistlerinin bu soruyu mutlaka yanıtlamaları gerekmektedir. Sadece TSK’yı sivil toplumun ve politik alanın dışına iterek demokrasi sağlanamaz. Bu yöntemle TSK’yı pasifize etmiş olursunuz belki ama dinsel dogmaların güttüğü bir toplumda teokratik istibdat kurarsınız. Yani demokrasi ile diktatörlüğün karışımı olan "Demokratur" kurarsınız!
İLAHİYATÇI BİLİM
AKP iktidarının Milli Eğitim’e yeni bir saldırısı var. Milliyet Gazetesi’nin 14.10.08 tarihli ve Gürkan Akgüneş imzalı haberine göre iktidar yeni bir fesadın peşinde: "Yenilenecek ortaöğretim müfredatı kapsamında Milli Eğitim Bakanlığı’nın hazırlattığı Psikoloji Öğretim Programı’nı yazan komisyonun başına Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Ali Kuşat" getirilmiş.
İlahiyat kökenli bir bilim adamına programın hazırlatılmasına anlam veremediğini belirten Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim üyesi Prof. Dr. Melike Sayıl, "Popüler psikoloji konularının yer aldığı, Türkiye’den olsun diye abuk örneklerin yer verildiği bir program olmuş. Örneklerde konu kaymış. Hiçbir şekilde onun lise öğrencisine okutulabileceğini düşünemiyorum" değerlendirmesini yapıyor.
KÜLÜSTÜRLER, ÖĞRENİN
Okullarda öğrenilmeyen demokrasi, içselleştirilmeyen özgür düşünce başka bir yer ve zamanda öğrenilemez! Demokrasi fetişistlerinin, külüstür (liberal) solcuların biraz da bu işlerle ilgilenmelerini beklemeyelim mi?.. Kendileri için öğrenme fırsatı da olur!
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2008
ARADAN tamı tamına 85 yıl geçmiş ama hálá Cumhuriyet’i içine sindirememiş bir insan yığışımı var memlekette: Ümmisinden üniversite mezunlarına kadar İslamcılar, tarikatçılar, İkinci Cumhuriyetçiler, neo-liberaller... Hani kendilerini "muhafazakár" olarak tanımlayanlar saltanat savunucusu, Osmanlı hanedanı yandaşı olsalar ne gam! Adamlar kendilerini çağdaşmış gibi sunup göz bağıcılık yaparak muhafaza-i kár peşinde koşuyorlar.
LİBERAL SABUKLAMALAR
Cumhuriyet muhaliflerinin muhalefeti çıkar kaygısından başka bir dayanağa sahip değil. Zaten, dikkat ettiyseniz, yabancı basın ve siyaset, muhafazakár yeni zenginler ile "statükocu elit" arasında (güya) bir iktidar mücadelesi olduğunu yazıp söylüyor. Rejimle ilgili kaygılar ise ayrıcalıklarını yitiren (!) "Kemalist elit"in yaygarasından başka bir şey değilmiş.
Kendilerini liberal sol (!) olarak tanıtanların sabuklamaları bunlar.
Doğrusunu söylemek gerekirse, kuşkusuz bir kavga var. Ancak bu kavganın iki tarafı yok, tek taraflı: Başta Nakşibendilik olmak üzere tariklerin (tarikatın) Cumhuriyet’e karşı verdiği 85 yıllık illegal ve gayri nizami savaş. Önce ekonomik savaş, sonra iktidar hedefli siyasal savaş.
Ancak bu illegal savaşın kılıç ve kalkanı her zaman "din" olmuştur.
'ASKER’ DE ANLARDI
Samimi amaç askerin ağırlığını azaltıp sivil siyaseti AB standartlarına çıkarmak olsaydı, TSK alerjilerini anlardım. Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması taleplerini de anlardım. Askeri mahkemelerin yetki alanının sınırlandırılmasını da...
Sanırım, bunları benim gibi "Asker" de anlardı.
Ancak bu gizli-açık talepler, başta laiklik olmak üzere Devrim Yasaları’nı yok sayanlar ve bu yasaların hedeflerini yok etmek isteyenler tarafından geliyorsa iş değişir.
Cumhuriyet’in 85. kuruluş yıldönümünde, Anayasa’nın "İnkıláp kanunlarının korunması"na dair 174. maddesini birlikte okuyalım:
"Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin láiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkıláp kanunlarının, Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz."
BİÇİME UYGUN CİNAYET
1924 ile 1934 yılları arasında çıkartılan ve Anayasa’nın 174. maddesi tarafından korunan 8 adet devrim yasası var. Bunların en önemlileri, öğrenimin birleştirilmesi (tevhid-i tedrisat), türbe ve tekkelerin kapatılması (ve dolayısıyla tarikatın yasaklanması) ve Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki ile ilgili.
AKP ile AKP’nin kuyruk ve yandaşları devrim yasalarının tümünü ya da bazılarını yürürlükten kaldıran bir anayasa değişiklikleri yapsalar ve bu değişiklikler biçimine uygun olsa ne olacak? İyice azıp 174. maddeyi yürürlükten kaldırsalar ne olacak? Anayasa Mahkemesi cinayeti görüp "Biçimine uygun bir cinayet" diyerek olan-bitene göz mü yumacak? Anayasa’nın 148. maddesinde yazan "(Anayasa Mahkemesi) Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceler ve denetler" hükmü Anayasa’nın 174. maddesi ile çelişmektedir. Ama 174. madde uygulamada 148. maddeyi de yorumlar. Anayasa Mahkemesi’nin de yaptığı budur!
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2008
ANAYASA Mahkemesi’nin aldığı son iki karar ("Türban darbesi" yapan Anayasa değişikliği ve AKP’nin kapatılması davası), İslamcı ve neo-liberal çevreleri, iktidar basınını ve lejyoner yazıcılarını iyice köpürttü. Kızgın develer gibi öfke köpükleri saçıyorlar. Örnekler:
* * *
23 Ekim 2008: "Türban darbesi" yapan Anayasa değişikliğiyle ilgili örnekler:
STAR: Darbeci yapar. Sivil yapamaz. Anayasa Mahkemesi "Anayasa yapma yetkisinin sadece darbe yönetimlerine ait olduğu" yorumunu yaptı ve TBMM’nin 1980 cuntasının "Kurucu iradesiyle yapılan Anayasa’nın izin verdiği kadar yasama yetkisi kullanabileceği"ni ileri sürdü.
VAKİT: Ya Mahkeme, ya Meclis kapatılsın.
ZAMAN: Bu gerekçe Anayasa Mahkemesi’ni bitirir.
YENİ ŞAFAK: Mahkeme kıyafet dayatamaz.
TARAF: Yeni bir Anayasa’ya kadar kapalıdır... Anayasa Mahkemesi, üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakan değişikliği iptal eden kararıyla Meclis’e iki seçenek bıraktı: Ya 1982 Anayasası’nı sil baştan değiştirecek ya da kapısına kilit vuracak.
* * *
24 Ekim 2008: AKP’nin kapatılma davasıyla ilgili örnekler:
VAKİT: Yeter artık!
STAR: CHP’den başka savunan yok.
ZAMAN: Anayasa Mahkemesi sistemi tıkadı, hukukçular çare arıyor.
TARAF: Biz de mahkemeyi esastan bozalım.
Bu aşırı duygusal ve saptırıcı tepkiler hiç de şaşırtıcı değil. Nesnel olmaları olanaksız. Çünkü hepsinin Cumhuriyet ve devrimleri ile kan davaları var.
Zaman, Taraf, Radikal 2 gibi gazetelerde bu iki konuda yayınlanan, gerekçeli kararları demokrasi, bireysel insan hakları ve "katı, militan laiklik" bağlamlarında eleştiren Yardımcı Doçent ve Doçent imzalı yazıları okuyunca, yoğun bir "Fethullahçı" hiddetle karşı karşıya kalıyoruz. Fethullah Hoca’nın üniversiteyi ele geçirme operasyonunun epeyce yol aldığı belli oluyor. (İsteyen mezun oldukları lise ve kaldıkları yurtlar konusunda araştırma yapabilir!)
* * *
Anayasa Mahkemesi, AKP’yi iki davadan da mahkûm etmiş bulunuyor. Partinin birkaç nedenden dolayı kapatılmaması başka, Mahkeme üyelerinin çoğunluğu tarafından laiklik karşıtı eylemlerin odağı olma suçuyla mahkûm edilmesi başka. AKP’nin kapatılmaması, laiklik karşıtı eylemlerin odağı olma suçunu ortadan kaldırmaz.
Mal meydanda! Asıl şaşırtıcı olan, kocaman kocaman profesörlerin, davaların özünü görmezden gelmeye çalışmaları. CHP, Anayasa’yı değiştiren yasanın iptalini durup dururken istemedi. Yargıtay Başsavcısı da durup dururken kapatılma davası açmadı.
CHP’nin açtığı iptal davası, Anayasa’nın değiştirilmez maddelerinin TBMM kararı ile değiştirildiğini ileri sürüyordu. Anayasa Mahkemesi, AKP’nin laiklik karşıtı 30 eylemini saptamış. Ama AKP çoğunluklu TBMM’ye, "Dolaylı yolla Anayasa’nın değiştirilmez maddelerine ne hakla dokundun?" sorusunu sormak kimsenin aklına gelmiyor.
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2008
"HARUN Yahya’nın Safsatası ve Evrim" (05.10.08) yazım gibi "Din ve Felsefe" (11.10.08) de son derece edepli (!) tepkilerin saldırısına uğradı. Bu e-postalardan biri Dr. Barış Güven’den (dr.barish@hotmail.com) geliyor. Dr’un yurtdışında yaşıyor olması büyük bir olasılık. Gönderdiği e-postayı bilginize sunuyorum:
"Ulan terbiyesiz herif, ulan cahil, hatta echel. Sana bi sorum var o da şudur. Sen insan mısın? Yoksa öküz müsün? Bu kafama takıldı. Ulan senin tek bildiğin şey yalan haber yapmak ve saçmalamak mıdır, sen hiç doğru bi cümle kuramaz mısın, hıyar! Dinle diyanetle uğraşmayı bırak. Çünkü bu konular senin boyunu aşar. Sen küçük beyne sahipsin. Kış geldi ahırından ayrılma derim. Abinden sana tavsiye. Çok açılma!"
Yurtdışında okuyan ya da yaşayan Fethullahçı ya da Harun Yahyacılara özgü bir dil bu!
* * *
Bir de olumlu tepki e-postası:
"Felsefe dersi ile ilgili yazınızı okudum. Daha dün tesadüfen dinlediğim bir dinci radyoda Kuran öğrencisinin çok iyi vasıflara sahip olduğunu ve cennete doğrudan gideceğini ama felsefe öğrencisinin ise tamamen cehennemlik olacak kötü vasıflara sahip olduğunu dinledim. Bugün işte bu kafalar iktidar ve tabii ki felsefe derslerini kaldıracak ya da felsefeden çok başka bir şey haline getireceklerdir." (A.Gökçe)
* * *
Bir başkası "Felsefe Dersi"ni kendince yorumluyor:
"Bilimin amacı, káinatın merkezinde bulunan insanın rahatı için üretmek değil midir? Felsefe eğer insana faydalı olmayacak, onu rahat ettirmeyecekse onun varlığının mantığı ne? Felsefenin soru sorarak insanı düşündürmesi, insana doğruyu buldurmaya çalışması, üretmesi için önde gelen faktörlerden biridir. İnsanın maddi yanının yanında manevi bir yanının da olduğunu inkár edecek yoktur. Daha manevi dünyaları oluşmamış gencecik çocukları inançsızlık bataklığına sürüklemek de neyin nesi. Birini gösterin bana ki ben inançsızlığımla bütün mutlulukları elde ettim desin. Dayanacak bir yeri yoksa o kişinin mutlu olması imkánsız. İnsanın açlığı, yiyecek bir şeylerin varlığını gösterir. Kulağımız varsa duyulacak bir şeylerin olduğunun belirtisidir. İnsanın sonsuzluğu istemesi, uzun yaşama isteği de bu kısacık ömrün yetmediğini, ebedi bir yerin varlığını bize gösteriyor. Şimdi siz bunları anlatmadan çocuklara her şeyi sorgulatırsanız onu içinden çıkılamaz bir açmaza sürüklemiş olursunuz. Onun için felsefeyi işlerken zihin kirlenmesine engel olmak gerekir. Şimdiye kadar aynı anlatmanın ne faydası oldu da hálá aynı anlatmadan medet bekliyorsunuz." (Y.Kocatürk)
* * *
CHP İstanbul Milletvekili Mehmet Sevigen, 08.10.2008 tarihinde, Milli Eğitim Bakanlığı Talim-Terbiye Kurulu’nun yenilenen ortaöğretim müfredat programı kapsamında hazırladığı Felsefe Dersi Programı ve Kılavuz Taslağı’nın dini ve milliyetçi motifler içerdiği iddialarından yola çıkarak Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in yanıtlaması için soru önergesi vermiş. Milletvekili Sevigen önce taslakla ilgili görüşlerini açıklıyor:
"Felsefenin yerine din ikame edilmekte ve felsefe adeta bir din öğretisi olarak sunulmaktadır. / İnsanın duyu ve aklının yetersiz olduğu iddiasıyla sezgicilik ve tasavvuf vurgusu yapılmaktadır. / Ortaçağın teolojik felsefesi esas alınarak toplumun dinselleştirilmesine hizmet edilmektedir."
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2008
ABD bankacılık sisteminin, borsalarının tarumar olmasını değerlendiren İngiliz Anglikan Kilisesi, Karl Marx’ın haklı olduğunu, dünya kapitalist sisteminin çökmekte olduğunu ileri sürmüştü. Bu, Anglikan Kilisesi’nin gözlemi olduğu kadar temennisi idi. Kapitalizm ve neo-liberalizmin her türlü politikasından, varoluşundan şikáyet etmekteydi. Bunu karşılık Katolik Vatikan’daki Papa Benediktus yaşanmakta olan krizin Tanrı’nın ilahi uyarısı olduğunu ileri sürüyordu.
Tanrı’nın kimi uyardığı, uyarıdan ders çıkarılmaz ise kimi ve kimleri cezalandıracağı belli değildi. Kim uyarılmış ve kim cezalandırılacaktı? Bankacılar mı, borsacılar mı, sanayiciler mi, zenginler mi, yoksullar mı? Sadece Katolik Hıristiyanlar mı, yoksa bütün insanlık mı?
Hepsi birden mi cezalandırılacaktı yoksa, tarihte örnekleri görüldüğü gibi sadece yoksullar ve yoksunlar mı cezalandırılacaktı?
Güney (Latin) Amerika dışında, Katolik Kilisesi’nin her zaman zenginin ve güçlünün yanında yer aldığını düşünenler bu soruların havada kaldığını görmüşlerdi.
KARDİNAL DİYOR Kİ
Bilmediğim bir nedenden dolayı bir araya gelen ve birlikte gazetecilerin karşısına çıkan Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu ile Viyana Kardinali Christoph Schönborn kendilerine yöneltilen sorular karşısında Papa’nın "Tanrı’nın ilahi uyarısı"nı değerlendirmek zorunda kalmışlar.
Papa’ya arka çıkan Viyana Kardinali Christoph Schönborn şöyle diyor:
"Ekonomik krizi Tanrı’nın bir cezası olarak görmek mümkündür. Ancak bu cezaya kendi hatamız ve eksiklerimiz de katkı yapıyor. Başkalarının hataları da bunlara ekleniyor. Örneğin bir baba hesapsız hareket ettiğinde onun içine düştüğü mali krizi ailenin tümü göğüslemek zorunda kalıyor. Bizlerin ölçüsüz harcamalar yaptığını, parayla, kazançla ilgili spekülasyonlar yarattığımızı görüyorsunuz. Tüm bunlar Tanrı’nın cezası ile bireysel sorumsuzlukları bir araya getiriyor. Dolayısıyla biz küçük dünyada ahlaki değerleri ortaya çıkarmalıyız. Aşırı ihtiraslardan kaçınmalıyız." (Hürriyet, 14.10.08)
BARDAKOĞLU DİYOR Kİ
Ülkemizin İslamcıları, Allah ve İslam adına Müslümanları dolandıranlar, soyup soğana çevirenler Viyana Kardinali’nin bu düşüncelerini ayakta alkışlayacaktır.
Ama Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu başka türlü, daha özgür ve gerçekçi düşünüyor:
"Gönlümüz ister ki, insanlık Allah’ın seçkin bir varlık olarak yaratmasını algılayıp, maddeyi ve dünyayı aşan daha yüce hedeflere yürüyebilmelidir. Bunu biz ilahi bir ceza olarak algılamak yerine, insanoğlunun maddi unsurlar ve aşırı dünyevileşme üzerine kurduğu sistemin zaman zaman kendini cezalandırması olarak, yani insanın kendi eliyle ürettiklerinin yine kendine dönmesi olarak görebiliriz" diyor.
SUÇ GAZETECİLERDE!
Viyana Kardinali’ne göre Tanrı ilkin insanı cezalandırıyor; insanlar bu cezaya kendi hatalarıyla katıda bulunuyor. Diyanet İşleri Başkanı’na göre "maddeyi ve dünyayı aşan daha yüce hedeflere yürüyebilmelidir" yani banka, borsa, ticaret ve sanayi işleriyle uğraşmamalıdır.
İki din adamının hiçbir suçu yok, kafa ve mantıkları "böyle" çalışıyor. Suç gazetecilerde. Neden böyle sorular sorarlar din adamlarına? İşe yarar bir cevap mı bekliyorlar?
Yazının Devamını Oku