Özdemir İnce

Milli irade mavalı

15 Kasım 2008
DEFTERLER, dosyalar, káğıtlar arasında "Milli İrade" araştırması yaparken Ali Haydar Fırat imzalı "Milli İrade Fetişizmi" başlıklı bir yazı buldum. Ali Haydar Fırat, Gazi Üniversitesi Gazetecilik Bölümü Doktora Öğrencisi. Bu yazı ile benim "Jacoben Milli İrade" (Hürriyet, 14.04.08) yazımın başlığı bitişik durumda duruyor. Ali Haydar Fırat’ın "Milletvekillerine Konuşma Yasağı ve Milli İrade Fetişizmi" başlıklı yazısı Radikal’in 18 Nisan 2008 internet baskısında yayınlanmış. Benim yazımdan iki gün sonra.

Bu yazımda Ali Haydar Fırat’ın yazısından yararlanacağım için bunca ayrıntıya girdim.

* * *

Ali Haydar Fırat, sağ cenahın politikasında "Yeter Söz Milletindir!" (1950) sloganından itibaren egemen olan bir istismar alanına işaret etmektedir: "Yeter! Söz Milletindir sloganıyla başlayan ve bugün AKP’ye uzanan süreç, ’milli irade’nin serüveni, aslında bir yerde Cumhuriyet’e karşı gizli bir anlatının iktidarını anlatmaktadır. DP’den AKP’ye kadar bütün sağ, muhafazakár ve İslamcı partiler kendilerini ’gerçek’ halkın/milletin temsilcileri olarak görürken, karşılarındakileri de milletin iradesini zorla elinden alan bir azınlık olarak görmektedir. Fakat bu iktidarlar demokrasiyi seçim ve iktidar ikiliğine sıkıştırdıkları için, Cumhuriyet’i, sivil toplum örgütlerini, muhalefeti, sistemin işleyiş kurumlarını demokrasinin parçası olarak görmezler. Bu yapıların demokrasilerde söz söyleyebileceğini kabul etmezler. Bu sorunlu yaklaşım ve karşıtlık AKP iktidarı sürecinde yeniden kuruldu. Ama çok daha sert ve katı biçimde. Başbakan her ne kadar bunu bir öfke sanatı olarak yorumlasa da muhalefete karşı çok ciddi bir tahammül sorunu olduğu ortadadır. Ama Başbakan bu öfkesini haklılaştırmak için ’milletin iradesi’ne sığınmaktadır."

* * *

Genç yazarın dikkati hoşuma gitti. Bu ülkenin politikacıları, katmerli gazete yazıcıları "milli irade"den huşu içinde ve hiç kuşku duymadan söz ederken, genç arkadaşımız bu kavramın altındaki totaliter fesat ve hinlikleri gösteriyor.

Böylece, sağcı kafasında, sağın milli iradeyi, solun gayri-milli iradeyi temsil ettiğini (!) de öğreniyoruz kısa yoldan.

Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana dinci ve milliyetçi sağ, gerçeklerin üstüne bir yalancı hamaset çarşafı serdi. Bu çarşaf, kirden ve lekelerden iyice kararmıştır.

Örneğin, solun halkı tanımadığını, halka yukarıdan baktığını ileri sürerler. İşçi, köylü, dar gelirli, yoksul ve ezilen sınıflardan gelen "solcu" insan halkı tanımayacak, buna karşılık ağalar, şeyhler, hocalar-hacılar ve patronlar halkı tanıyacaklar! Haydi oradan!..

* * *

Sağ’ın bütün kavramları, sloganları, şiarları gibi "Milli İrade" de bir maval-martaval dünyasının ürünüdür, o dünyaya gönderir insanı! Demokrat Parti 14 Mayıs 1950 günü "Yeter! Söz Milletindir!" sloganıyla iktidara geldi. Peki, söz milletin oldu mu? Muhalefet ve basın, dili kesilerek susturuldu. Bizzat halka dönüşüp halkı temsil ettiğini sandığı için bir "Demokratör" olarak sadece Adnan Menderes konuştu.

Aynı misal, Başbakan Erdoğan da halka vekáleten (!) "Milli İrade"yi temsil etmektedir. Ama hangi milli irade? Müflis ve ipotek altında olan!..
Yazının Devamını Oku

Milli iradeyi kimse tek başına temsil edemez

14 Kasım 2008
DEMOKRASİLERDE "milli irade" diye bir şey (oluşturucu) yoktur!... Yekpare bir milli irade ancak bir varsayım, bir faraziye, bir ütopya olabilir. Belki de bir dipsiz avuntu! Ama Başbakan Erdoğan Şile’de yaptığı konuşmada, Anayasa Mahkemesi’nin iki kararına gönderme yaparak "Milletin iradesine kimse ipotek koyamaz. İstiklal ruhuyla kurulan TBMM’nin iradesine kimse gölge düşüremez" (Radikal, 25.10.08) diyor. Boş bir teneke kutunun savrulan gürültüsü sanki!...

Bunu söylerken aynı TBMM’nin Cumhuriyet’in temel niteliklerinin temelinde bulunan ve Anayasa’nın 174. maddesi tarafından korunan "Devrim Yasaları"nı aklına bile getirmiyor.

Bir gün önce de Anayasa Mahkemesi’nin türbanla ilgili gerekçeli kararına karşı öfkesini şöyle dile getiriyordu: "Anayasa Mahkemesi Anayasa’nın üstünde değildir. Milli irade yorumu hoş değil. Milli iradenin üzerinde irade tanımıyoruz." (Hürriyet, 24.10.08)

* * *

Demokrasiyi bir yana bırakıp sadece milli iradenin peşinden gidelim:

Birinci Büyük Millet Meclisi döneminde tıpkı 1789 Fransız Devrimi’nde olduğu gibi "milli irade" kavramı kullanılıyordu. 23 Nisan 1920’de açılan ve Paris Komünü ruhuyla çalışan Büyük Millet Meclisi’nde siyasal partiler olmadığı için Meclis bütün ulusu çok büyük oranda temsil ediyordu. Hükümet, Meclis hükümeti niteliğine sahip olduğu için o da milli iradeyi temsil ettiğini söyleyebiliyordu.

Öte yandan ilk Meclis döneminde kuvvetler (erkler) ayrılığı değil de kuvvetler birliği söz konusu olduğu için, 1922 hükümeti ile 2008 AKP hükümeti "aynı" hükümetler değildir. Çünkü 1922’de kuvvetler birliği, 2008 yılında kuvvetler ayrılığı söz konusudur.

Bununla birlikte, bazılarına ters gelecek tuhaf bir şey söyleyeceğim: Yargı erki, ilke olarak, milletin tamamını temsil ettiği için bir milli iradeyi temsilden söz edebiliriz. Ama AKP hükümeti aldığı oy ile varsayımsal milli iradenin ancak yüzde 46.7’sini temsil etmektedir.

* * *

İktidar yetkisini Tanrı’dan aldığını iddia eden padişahlar, krallar ve imparatorlar da Tanrı’nın, Allah’ın ve milletin kutsal iradesinden söz ederler.

Bizdeki gibi ağızlara sakız olmasa da "milli irade"nin Fransızcası şöyle: "La Volonte nationale". 1789 Büyük Fransız Devrimi’nden sonra kullanılmaya başlanmış ve devrimin gerekçesi olarak gösterilmiş. Daha sonra, iktidarı zorla ele geçirip Cumhuriyet’i yıkan Louis Napolyon kendisini "Tanrı’nın ve milletin iradesi ile Fransızların imparatoru" ilan etmiş. Görüldüğü gibi Fransızlar bu kavramı AKP’nin başbakanının kullandığı anlamında kullanmıyorlar.

* * *

Başka ülkelerin, gerçekten demokratik ülkelerin politikacıları, bakan ve başbakanları "milli irade"den söz ediyorlarsa, onlar da yanılıyor, demektir.

Milyonlarca yoksulun, Kürt’ün, Alevi’nin, ezilmişin, eli ve dili bağlı kitlenin yaşamaya çalıştığı, "özgürlük-eşitlik-kardeşlik"in bulunmadığı bir ülkede milli iradeden söz etmek demokrasiye hakaret anlamına gelir. "Milli irade" derlerse, onu olur-olmaz yerlerde tekrarlarlarsa gerçekten demokrat olacaklarını sanıyorlar. "Milli irade"nin demokratik toplumlara yaraşır bir ölçüt olmadığını daha önce (01.12.02 ve 16.04.08) kaç kez yazdım!

"Yekpare milli irade bir safsatadır. Yekpare milli irade diye bir şey yoktur!"

(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku

Karşı devrim

12 Kasım 2008
FAZLA uzaklara gitmeden, elimizin altındaki Orhan Hançerlioğlu’nun Remzi Kitabevi tarafından yayınlanan "Felsefe Ansiklopedisi"nin üçüncü cildinden "Karşı Devrim" maddesinden bir aktarma yapalım: * * *

KARŞI DEVRİM (la Contre Révolution):
"Bir devrimin getirdiklerini ortadan kaldırmak ve eskiye döndürmek için girişilen gerici davranış. 1789 Fransız Devrimi’nden kalma bir deyimdir. Devrimlere karşı çıkan, direnen, eskiyi korumaya çalışan her tutum ve davranış bu deyimin kapsamı içindedir."

Görüldüğü gibi, bu tanıma göre, demokrasiyi savunmak ve getirmek devrimci bir harekettir. Karşı Devrim ise demokrasiye karşı ve onu ortadan kaldırmaya yönelik hareketler olabilir.

Hiçbir devrimci anti-demokratik girişimlerin yanında, arkasında ve içinde yer almaz. "Demokrasiyi ’karşı devrim’ diye görmenin demokratikleştirmeyi zorlaştıracağı açıktır" (Milliyet, 31,10.08) diye yazan Taha Akyol yanılıyor. Tarihimizde bunun örneklerini gösteremez. 14 Mayıs 1950 Demokrat Parti iktidarını demokratik bir hareket olarak sunmaya kalkışırsa o başka. Demokrat Parti yönetimine ancak "sözde demokrasi" ya da "demokratur" diyebiliriz. "Demokratur" hakkında bir şeyler öğrenmek isteyenler, Mark Mazower’in "Karanlık Kıta: Avrupa’nın 20. Yüzyılı" (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003. s. 334-335 ve devamı) adlı kitabına başvurabilir.

* * *

Laiklik ilkesi,
Cumhuriyet’in temel dayanaklarından biridir. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren cumhuriyete ve bir süre sonra laiklik ilkesine karşı bir muhalefet vardı. Bu muhalefeti Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924) ve Serbest Cumhuriyet Fırkası (1930) girişimlerinde de görürüz. Bu muhalefet, Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara geçmesi ile ete kemiğe bürünür ve karşı devrime dönüşür. Örneğin, ezanın Arapça okunmasının serbest bırakılması, Köy Enstitülerinin ve Halkevlerinin kapatılması birer karşı devrim örneğidir.

Cumhuriyet’in en önemli devrimlerinden biri 3 Mart 1924 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu’dur, yani Öğretimin Birleştirilmesi Yasası’dır. Bu yasaya göre din temelli eğitim veren medreseler, mahalle mektepleri kapatılmış, laik, çağdaş ve bilimsel ilkelere dayalı ilk ve orta öğrenim okulları açılmıştır. Neden? Çünkü, yasanın gerekçesinin de açıkladığı gibi "Bir millet bireyleri ancak bir eğitim görebilir. İki türlü eğitim iki türlü insan yetiştirir. Bu ise, duygu ve düşünce birliği ile dayanışma amaçlarını tamamen yok eder."

* * *

Öğrenimin Birleştirilmesi Yasası ile kapatılan din adamı yetiştiren medreselerin boşluğunu doldurmak için imam-hatip okulları açıldı. Bu okullar 1950’den itibaren, iktidarların yönlendirmeleri ile Öğrenim Birliği’ni yıkıp ikinci bir kanal açmıştır. Yani Tevhidi Tedrisat Kanunu, imam-hatipler sayesinde fiilen yürürlükten kaldırılmıştır.

Bu olgu bir karşı devrim değil midir? AKP hükümeti de imam-hatip okullarını kayırmaya çalıştığı için Anayasa Mahkemesi tarafından 2008 yılında mahkum edilmemiş midir?

İftira atmayı artık bırakın: Hiçbir cumhuriyet devrimcisi demokrasiye karşı olamaz. Tam tersine, demokrasi cumhuriyet devrimcisi için oksijen gibidir. Tabii, demokrasi yerine başka bir şey kakalanmıyorsa!..
Yazının Devamını Oku

Devrim-Karşı devrim

11 Kasım 2008
BAZI kurnaz tilkiler, "Demokrasiyi ’karşı devrim’ diye görmenin demokratikleşmeyi zorlaştıracağı açıktır. Tarihimiz bunun örnekleriyle dolu" (Taha Akyol, Milliyet, 31 Ekim 2008) diye yazıyorlar. Kesinlikle gerçek dışı, gerçekleri saptırıcı bir iddia! * * *

Türkiye’de sayıları milyonları aşan bir kesim, 14 Mayıs 1950 genel seçimiyle başlayan Demokrat Parti iktidarını bir "Karşı Devrim"in başlangıcı saymaktadır. Bu insanlar, Demokrat Parti’nin kimi uygulamalarının, günümüz Anayasa’sının 174. maddesi tarafından korunan Devrim Yasaları’na ters düştüğü kanısındadır.

Nelerdir bu Devrim Yasaları, göz çıkartmaz, bir kez daha yazalım:

1. 3 Mart 1924 tarihli ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu.

2. 25 Kasım 1925 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisásı Hakkında Kanun.

3. 30 Kasım 1925 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun.

4. 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’yle kabul edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medeni nikáh esası ile aynı kanunun 110’uncu maddesi hükmü.

5. 20 Mayıs 1928 tarihli ve 1288 sayılı Beynelmilel Erkamın (rakamların) Kabulü Hakkında Kanun.

6. 1 Kasım 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun.

7. 26 Kasım 1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa gibi Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun.

8. 3 Aralık 1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun.

* * *

Bu 8 devrim yasası yürürlükte mi? Yürürlükte! Üstelik Anayasa’nın 174. maddesi tarafından korunmakta: "Anayasa’nın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılap kanunlarının, Anayasa’nın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin Anayasa’ya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz."

Benim kendi adıma "Karşı Devrim" saydığım eylemler, Anayasa’nın 174. maddesinin içinde sıralanan Devrim Yasaları’na karşı yapılan girişimlerdir. Bu açıdan bakınca Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP, Milli Görüş partileri ve AKP ve benzerleri, karşı devrimci partiler olarak tanımlanabilir.

* * *

14 Mayıs 1950’de seçim kazanan Demokrat Parti’nin adı demokrasi değil: Demirkırasi!

Demokrat Parti’nin köylücü politikasına, çarpık da olsa sanayileşme çabalarına kimse karşı çıkmıyor. Ancak DP’nin 1950-1960 yılları arasındaki yönetiminin demokrasi ile uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Bu kaç kez kanıtlandı. İstenirse aynı şeyi gene yapılır.

Demokrat Parti, Türkiye’ye gerçekten bir şey getirmiştir, ama onun adı demokrasi değil ancak demokratur olabilir. "Demokratur" yani dikta salçasıyla sulanmış bir sözde demokrasi! (Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku

Anadolu halkı ve Aleviler

9 Kasım 2008
PROF. Dr. Nur Vergin, "Din, Toplum ve Siyasal Sistem"de yer alan "Din ve Muhalif Olmak: Bir Halk Dini Olarak Alevilik" (Bağlam Yayınları, s.66) adlı makalesinde, Osmanlı dönemi toplumsal yapılanmasını merkez ve çevre olmak üzere iki düzlemde konumlandırır ve bu ikilinin özelliklerini 6 kalemde belirler: MERKEZ: 1. Kentliler ve yerleşik halk, 2. Askeri sınıf, 3. Etnik heterojenlik, 4. Ortodoks İslam (Sünni), 5. Arap-Fars kültürü, 6. "Osmanlıca".

ÇEVRE: 1. Göçebeler, 2. Halk tabakaları (reaya), 3. Etnik homojenlik (Türkmen), 4. Heterodoks İslam (Alevilik), 5. Türkmen kültürü özgüllüğü, 6. Türkçe.

* * *

Bu nitelemelerden hareketle merkez ve çevrenin portresini çizebiliriz:

1. Kentliler ve yerleşik halk / Göçebeler, 2. Askeri sınıf / Halk tabakaları (reaya), 3. Etnik heterojenlik (çoğul etnisite) / Etnik homojenlik (Türkmen), 4. Ortodoks İslam (Sünni) / Heterodoks İslam (Alevilik), 5. Arap-Fars kültürü / Türkmen kültürü / 6. Osmanlıca / Türkçe.

Yani: Kentli ve yerleşik olan halk çoğul etnisiteden (Türk, Rum, Ermeni, Arap ve diğerleri) oluşuyor.

Arap-Fars kültürünün yörüngesine girmiş olan yerleşik kentli halk Osmanlıca konuşuyor.

Çevreyi ise Türkmen ağırlıklı, Türkmen kültürünü koruyan, has Türkçe konuşan göçebe ve Alevi halk oluşturuyor.

* * *

Bu nitelendirme, şimdiye kadar pek dile getirilmeyen bir gerçeği de yansıtıyor: Anadolu’nun yerleşik, kentli, sivil meslek sahibi Hıristiyan halkı Müslüman olurken Sünniliği seçmiştir. Bunun böyle olması, yerleşik Hıristiyan halkın yerleşik Türklerin mezhebi olan Sünniliği tercih etmeleri çok doğal. Çünkü göçebe ve Alevi Türkmenler, üretim ve tüketim tarzlarıyla, yerleşik Müslüman ve Hıristiyan halk için ortak tehlikeyi temsil etmekteydi.

Selçuklular ve Osmanlılar döneminde görülen, göçebe ve Alevi Türkmenlerin merkeze karşı giriştikleri ayaklanmaların tek nedeni bu ikilik olmasa da ayaklanan taraf, karşısında her zaman yerleşik kentlileri (Müslüman ve Hıristiyan) buluyordu. Bu merkez-çevre çatışması yüzyıllarca sürdü ve bu süreç içinde merkezdeki Hıristiyanların büyük bir bölümü Sünni İslam’a döndü.

* * *

Yapı budur: Şu anda sahip olduğumuz Türk dilini ve Türk kültürünü merkezden çok çevreyi oluşturan kitlelere borçluyuz.

Osmanlı döneminde halife ve şeyhülislamın temsil ettiği Sünni İslam, toplumun inanç bağlamında egemen unsurdu. Çevrenin inancı olan Heterodoks İslam (Alevilik), Osmanlı döneminde devlet için tehlikeli ve güvenilmez öğe muamelesi görmüş ve Alevi halk her fırsatta şiddetle cezalandırılmıştır.

Cumhuriyet, "tehlike ve güvenilmezlik" kaygılarını iki taraf için de gidermiş olmasına karşın, onun kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı merkezi ve Sünniliği temsil etmeyi sürdürmüştür.

Evrensel demokrasinin şiarları adalet, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ise, bu şiarların artık Alevi inancına sahip halkımızın kimliğini de kapsaması gerekmektedir. Resmen!
Yazının Devamını Oku

Özgürlük, eşitlik, kardeşlik

8 Kasım 2008
SADECE 1789 Büyük Fransız Devrimi’nin değil aynı zamanda bütün insanlığın kendini adayabileceği en büyük ülkü olan Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik şiarının başarılı olamamasının gerisinde ABD’yi kuran insanların atlatamadıkları travmalar var: Merkezi ve güçlü devlet korkusu, Avrupa’dan göç edenlerin otoriter kilise (Merkezi Roma Kilisesi) korkusu ve "devlet otoritesine karşı" halk ve bağımsız kiliselerin işbirliği.

Beyaz göçmenlerin Kuzey Amerika anakarasına birlikte götürdükleri Kapitalist Protestan Ahlakı yaşamakta olduğumuz "para" krizinin mayası oldu.

Dizginsiz para kazanma hırsı, sınırsız özgür girişim (hür teşebbüs) ruhu ve piyasa tapıncı... Bu ruh ve inanç "devlet"in bir tür testi olduğunu zaman zaman unutur. Unuttuğu zaman testi ya çatlar ya da kırılır; o zaman bir feryat-figandır başlar, "devlet" korumasından imdat istenir.

* * *

Ruhunda ve kafasında devlet travması virüsü taşıyan bireye tanınan "sınırsız ve denetimsiz bireysel girişim ve mülkiyet özgürlüğü", demokrasinin temel ilkeleri olan eşitlik ve kardeşlik’i silip süpürür. Silip süpürdü! Silip süpürecek!

Özgürlük’e Eşitlik ve Kardeşlik eşlik etmez ise, özgürlüğün eşitlik ve kardeşlik gibi kaygıları olmaz ise felaket ve kaos olur!

Pierre Schoendoerffer "Krala Veda" (Can Yayınları, Çev: Ö. İnce) adlı romanının başında çok anlamlı iki alıntı vardır:

"Seçebilen bir insanın vatanı, engin bulutların geldiği yerdir." (Andre Malraux, "Altenbourg’un Ceviz Ağaçları)

"Özgürlük! Ne yapmak için?"

Hümanizmi gözden çıkarmış, hümanizm mayası eksik özgürlük vebaya, AIDS’e dönüşür! Şimdi sormanın tam sırası: Özgürlük ama ne için, ne yapmak için?

Dilediğini yapmak; piyasa ekonomisinin ve "hür teşebbüs"ün önünü ardına kadar açarak ("ortak iyilik ve ülkü olan") demokrasiyi yaralamak, yok etmek için değil kuşkusuz.

Berlin Duvarı’nın yıkılmasından ve komünist blokun çökmesinden sonra, özgürlük duygu ve tutkusunu insanileştiren "eşitlik" ve "kardeşlik" testileri tamamen parçalandı. Birbiriyle hiçbir ilişkisi bulunmayan "devlet" ve "toplum ve kamu" kavramları düşmanca karşı karşıya getirildi. Sanki toplumsal olan, kamusal olan devlet kimliğinin içinde yer alıyordu.

Devleti küçültelim, devleti güçsüzleştirelim derken, toplumsal ve kamusal olanı yok ettiler. Birey/devlet çelişkisi kuşkusuz belli bir yere kadar birey lehine desteklenebilir; devlet aygıtı odaklı anayasa yerine, birey odaklı anayasa savunulabilir.

Ancak devlet niyetine toplumsal ve kamusal olanı bireyin karşısına koyarsanız anarşi başlar.

Şu anda yaşamakta olduğumuz parasal-ekonomik bunalım bu anarşinin sonucudur.

* * *

Demokrasi için, toplumsal barış ve refah için özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin bir arada bulunması gerekmektedir. Sosyal hukuk devletini ancak bu üçlünün ortak gücü yaratabilir. Bunun için de devletin insancıl hakemliğine gereksinim vardır. Ama ne yapmak için?

Eşitlik ve kardeşliği yok etmeyen bir özgürlük; özgürlük ve kardeşliği öldürmeyen eşitlik için! Bu ideal düzen ancak kardeşlik sayesinde, "kardeş devlet" sayesinde sağlanabilir. "Kardeş devlet"i kurmaya Türkiye neden öncülük etmesin?!
Yazının Devamını Oku

1921 Anayasası’nın 11. maddesi

7 Kasım 2008
1921 Anayasası’nın ciddi olarak incelendiği kanısında değilim. Ancak Prof. Dr. Ergun Özbudun’un hakkını yememek gerekir: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi tarafından 1992’de yayınlanan "1921 Anayasası" adlı kitabı konuya derli toplu bir giriş niteliğini taşımaktadır. * * *

Dr. Doğu Perinçek’in "Kurtuluş Savaşı’nda Kürt Politikası" (Kaynak Yayınları) mutlaka okunması ve incelenmesi gereken bir kitap. Özellikle de 265. sayfada başlayan, üst başlığı "Şûralarla Özerk İdare" ve alt başlığı "1921 Anayasası’nın Halkçı İdare Sistemi" olan bölümü.

1921 Anayasası’nı iyice anlamayanlar, sözde "Kürt Özerkliği"ni öne çıkartırlar. Oysa 23 maddelik 1921 Anayasası’nın 10 maddesi (11-21) şûralar eliyle özerk yönetim sistemini getirmektedir.

Gazi Paşa, 3 Ocak 1922 günü yaptığı konuşmada, kabul edilen şûralarla yönetme sisteminin "halk idaresi" olduğunu ve Rusya’da "Sovyet idaresi" diye anıldığını belirtmiştir (S.267):

"Milletimizin bugünkü idaresi, hakiki mahiyeti ile bir halk idaresidir. Ve bu idare tarzı, esası danışma olan şûra idaresinden başka bir şey değildir. Ruslar buna Sovyet idaresi derler."

"Gazi Paşa, 30 Ağustos zaferinden dört ay sonra, 1922 yılı aralık ayında, Türkiye devletinin ’bir meclis, bir şûra hükümeti ile idare olunduğunu’ ve ’sonsuza kadar böyle idare olunacağını’ da belirtmiştir." (S.267)

* * *

Dr. Doğu Perinçek’in bu satırlarının kaynağı, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü tarafından yayınlanan "Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II"nin 28. sayfasıdır.

Attila İlhan da Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan bir yazısında, İsmet İnönü’nün, Büyük Millet Meclisi ile hükümetinin ilham kaynağının "Paris Komünü" olduğunu söylediğini ileri sürer.

Bunların dışında Mehmet Perinçek, "Atatürk’ün Sovyetler’le Görüşmeleri" (Kaynak Yayınları) adlı kitabının 36-38. sayfalarında Mustafa Kemal’in "Devlet Sosyalizmi" anlayışından söz eder.

Bütün bunlar 1921 Anayasası’nın 11. maddesinin özel olarak Kürtlere özerklik verilmesini amaçlamadığını göstermektedir. Ahmet Emin (Yalman) Bey, Kürt politikasının ne olacağını sorduğu zaman Gazi Paşa, 1921 Anayasası’nın şûralarla ilgili 11. maddesine gönderme yapmıştır: Her vilayet (il) "şûralar" (Sovyetler) marifeti ile yönetilecektir.

* * *

Şimdi gelelim can alıcı soruya: 1921 Anayasası’nın 11-21. maddeleri, 1924 Anayasası’nda neden yer almamıştır? Resmi tarihi kabul etmeyen gayri resmi tarihçilerin ileri sürdüğü gibi amaç Kürtlere kazık atmak mıdır? Yoksa Büyük Millet Meclisi, 1921 Anayasası’nın 11-21. maddelerinin dile getirdiği "şûralar yönetimi"ne engel olmak için mi bu değişikliği yapmıştır?

Bana göre ikinci olasılık geçerlidir. Değişiklik, "Devlet Sosyalizmi"ne giden anayasal yolu kapatmak için yapılmıştır. Resmi ve gayri resmi tarihçileri bu hususu incelemeye davet ederim. Aynı davet, belgeselci sorumluluğundan habersiz Can Dündar için de geçerlidir.
Yazının Devamını Oku

1921 Anayasası’nın gerçek ve doğruları

5 Kasım 2008
CAN Dündar’ın "Mustafa" adlı filmini görenler, filmin "Kemal"siz bir "Mustafa" olduğunu; Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya bir 2. Cumhuriyetçi gözüyle baktığını; İslamcıların, karşı-devrimci muhaliflerin ekmeğine yağ sürdüğünü söylüyorlar. Henüz görmediğim bir film için bu konuda bir şey söyleyemem. Gördüğüm zaman nasılsa gerekeni yaparım. Benim sorunum, dünkü yazımda da belirttiğim gibi, filmde geçen "Kürtlere Anayasal özerklik verileceği" iddiası ile. Bu cümlenin filmde kullanıldığı basında doğrulandı.

* * *

"Atatürk’ün Bütün Eserleri"nin 14. cildinin 263-306. sayfaları arasında yer alan "İzmit Kasrı Mülakatı"nın mutlaka okunması gerektiğini düşünüyorum. Dünkü yazımda aktardığım gibi Gazi Paşa Kürt sorununun 1921 Anayasası bağlamında, bütün Türkiye ile birlikte çözüme kavuşturulacağını söylemektedir. Daha açık ifade ile 1921 Anayasası’nda Kürtlere özel muamele söz konusu değildir. ("Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 14; Kaynak Yayınları, s. 273-274)

Gazi Paşa, cevabının birinci bölümünde tarihsel, toplumsal ve coğrafi bir serim yapıyor. Sonra sorunun nasıl çözümleneceğini belirtiyor. Dünkü yazımda aktardığım gibi 1921 Anayasası’nın 11. maddesinde il (vilayet) yönetimlerine yerel özerklik (mahalli muhtariyet) tanınacağı yazmaktadır. (Prof. Dr. Ergun Özbudun, 1921 Anayasası, s. 82-83).

* * *

Mustafa Kemal Paşa 1921 Anayasası’nda yer alan özerk yerel yönetimler hakkındaki sözlerini 16 Ocak 1923 tarihinde söylemiş ve bundan 1 yıl 5 ay 4 gün sonra 20 Nisan 1924 tarihinde "1924 Anayasası" yürürlüğe girmiş ve 1921 Anayasası’nın 11. maddesi bu anayasada yer almamıştır. Yani "İller, yerel manevi kimlik ve özerkliğe sahiptir" cümlesi geçerliliğini yitirmiştir. Sadece doğu illeri için değil Türkiye’nin bütün illeri için!

Ama kimileri Mustafa Kemal’in verdiği sözü tutmamak için 11. maddeyi 1924 Anayasası’na koydurmadığını ileri sürmektedirler. Laf ola beri gele! Mersin yerel yönetimi özerk mi oldu?

Aynı bakış açısı içinde, 1921 Anayasası’nın 11. maddedeki "şer’i" sözcüğü dolayısıyla "şeriat"i koruduğu; "şûra" sözcüğü dolayısıyla da komünisttırak olduğu iddia edilebilir: "Milletimizin bugünkü idaresi, hakiki mahiyeti ile bir halk idaresidir. Ve bu idare tarzı, esası danışmaya dayanan şûra idaresinden başka bir şey değildir. Ruslar buna sovyet idaresi derler." ("Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri" II. Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları, s. 28)

* * *

Varsayımsal sansürler, bilmem kaç yıldır kilitli kasalarda saklanan belgelerle ilgili iddialar tevatürden başka bir şey değil. İngiliz arşivindeki "Özerklik Kanunu Tasarısı" raporunu doğrulayacak kanıt yok. Londra Konferansı’nda Bekir Sami Bey, "Özerkliğin yalnızca Kürt vilayetleriyle sınırlı olmayıp bütün vilayetleri kapsadığı"nı söylüyor. Ve yüzlerce sayfa gerçekdışı sefaret ve gizli servis raporları. Fransız ve İngilizlerin propaganda metinleri.

Bu konuda iki temel metin var: Birincisi "İzmit söyleşisi", ikincisi de 1921 Anayasası’nın 11 maddesi... Gerisi "boş laf"!.. Boş laflara sarılanların ayağının toprağa dölek basması olanaksızdır. Bir ütopya bir filmde tek cümleye indirgenirse, bu felaket olur! (Cuma günü devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku