7 Aralık 2008
HAK ve Özgürlükler Partisi (HAKPAR) Genel Başkanı Bayram Bozyel, Taraf Gazetesi’nde (01.12.08) yayınlanan bir makalesinde, "Federal Çözüm" olarak muştuladığı "yeni bir gelecek kurmak için" yedi koşul öne sürüyor. "Kürt halkının ulusal kimliğinin resmi ve yasal düzeyde kabulü sorunun çözümü bakımından tarihi bir eşik oluşturur" dediği ikinci koşulu şimdilik atlayıp üçüncü koşulu öğrenelim: "Kürtçe eğitim ve yayın önündeki yasaklar kaldırılır ve aşamalı olarak Kürtçe eğitime geçilir."
Söylemeye ne gerek var: Kürt dilinde (Kürt dili ile) öğrenim, Federal Çözüm’ün ayrılmaz parçasıdır. Kürt dilinin öğrenilmesinin önündeki engellerin kaldırılması başka, fakat Kürt dilinde (Kürt dili ile) öğrenim (öğretim) yapılması daha başka. Birincisini herhangi bir TC hükümeti başarabilir. Ama ikincisi, Anayasa bakımından olanaksız gibi.
Yaşar Kemal de Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü töreninde yaptığı konuşmada, "Anadolu’da yaşayan her halk kendi anadilinde eğitim görecek" diyor. Ama ben onun söylediklerinin ne anlama geldiğini bildiği kanısında değilim.
O KİTAPLARI YAŞAR KEMAL DE OKUSUN
Bayram Bozyel gibi Yaşar Kemal’e de dünkü yazımda adını verdiğim kitapları okumalarını önereceğim: Prof. Dr. Hüseyin Pazarcı’nın "Uluslararası Hukuk" adlı kitabının 140-185. sayfaları ile Prof. Dr. Oktay Uygun’un "FEDERAL DEVLET"i...
Şimdi gelelim gerçeklere: TRT, 1 Ocak 2009 tarihinden itibaren günde 12 saatlik bir Kürtçe yayına başlıyor. Yayın daha sonra 24 saate çıkacakmış. Bu çok önemli, olumlu bir adım!
TRT’nin kurucu kadrosu içinde yer aldığım, yönetim görevlerinde bulunduğum için işin zorluklarını bilirim. Ancak bizim karşılaştığımız teknik zorluklar şimdi söz konusu bile değil. Şimdi sorun, yayını yapacak insan malzemesinde. Haber ve program metinlerini yazacak, dublaj için çeviri yapacak, ekrana çıkıp üç lehçede Kürtçe haber okuyacak, dublaj (seslendirme) yapacak, röportaj ve söyleşi yapacak eleman bulmak (oldukça değil) çok güç. Ülkede 10-15 milyon Kürtçe konuşan insan bulunması da sorunu kolaylaştıracağına güçleştirir.
Deneyimlerimle biliyorum: Bulgaristan’da, Türkçeden Bulgarcaya, Bulgarcadan Türkçeye yazınsal ve bilimsel çeviri yapacak insan bulamazdınız bir zamanlar. Sıradan İstanbul Rumları da, Batı Trakya Türkleri de bu işi beceremezler. Çok ciddi öğrenim işidir.
TÜRKİYE’NİN CİDDİ KÜRT AYDINLARA İHTİYACI VAR
28 Kasım 2008 tarihli Taraf Gazetesi’nde Mardin’deki Artuklu Üniversitesi’nin Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü, yani Kürt Filolojisi kurmak için çalışma başlattığını okuyunca çok sevindim. Sevincim ancak iki gün sürdü. Sabah’ın (01.12.08) yazdığına göre Artuklu Üniversitesi de yeni kurulan 23 adet yeni üniversiteden biriymiş. Yani, "Bir rektör, bir masa, bir sandalye" üniversitelerinden biri. Artuklu Üniversitesi’nde Kürt Filolojisi’nin çalışmaya başlaması için en azından 10 yıl ister. Bu nedenle, bence, bu işi İstanbul ve Ankara’nın devlet üniversiteleri üstlenmeli. Bir tane İstanbul’da, bir tane de Ankara’da Kürt Dili ve Edebiyatı bölümü kurulmalı. Böylece Kürt dilini öğretecek profesyonel kadro yetişmiş olur.
İnsan ve vatandaşlık hakları bakımından bir zorunluluk olan Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü, doğal olarak, kimsenin aklına federasyonu ya da bölünmeyi getirmez. Getirmemeli!
Türkiye’nin ve onun Kürt vatandaşlarının, "anadilde öğretim" ile "federasyon"un ne anlama geldiğini bilebilecek ciddi Kürt aydın ve entelektüellerine gereksinimi var.
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2008
ÖĞRENİM dili başka, bir anadili özgürce öğrenme hakkı başka! Birincisi devletin biçimiyle, ikincisi bireysel demokratik haklarla ilgili. Bu iki olguyu birbirine karıştıran ya doğruyu bilmiyordur ya da fesat çıkarmak istemektedir.
Öğrenim devletin resmi diliyle yapılır. Devletin resmi dili tek ise sadece o dilde yapılır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dili Türkçe’dir, öğrenim sadece Türkçe yapılır.
Yabancı kolejler örnek verilmesin! Onların özel statüsü var ve sayıları belli.
Kürtçe’nin öğrenim dili olmasını istemek, Kürtçe’nin resmi dil olması anlamına gelir. Kürtçe’nin Türkiye’nin ikinci resmi dili olması ise devlet biçiminin değişmesini, üniterlikten federasyona dönüşmesini gerektirir.
ÜNİTERLİK BİTER
Bu nedenle ilk, orta ve yükseköğrenimde öğrenimin Kürtçe de yapılmasını istemek, Anayasa açısından masum bir istek olamaz. Anayasa’nın değişmez maddelerinin ve bazı değişebilir maddelerinin değişmesini gerektirir.
Bu değişiklik yapıldığı andan itibaren Türkiye üniter devlet olma niteliğini yitirir.
Federasyon ve ayrı devlet istemeyen hiç kimse anadilde (Kürtçe) öğrenim hakkını ağzına almaz. Kopenhag kriterlerine göre devlet bütün vatandaşlarına bireysel kültürel haklar vermek zorundadır. TC Anayasası’nda da aynı nitelikte maddeler vardır.
Kürtçülük sorunu dışarıdan örnekler verilerek çözülemez. Çünkü her toplumsal olgu kendine özgü ve biriciktir. En basiti Korsika bir ada olduğu için Türkiye’nin Kürtçülük sorununa örnek olamaz.
Bir de bir hayal ürünü olan "ortak kurucu unsur" iddiası var. Devlette bir ortaklık var ise, bu kuruluş anından itibaren bir sözleşme olarak yazılı metne girer. Devlet bir şirket olmadığı için sonradan ortak olunmaz.
SAYFA: 140-185
Bu türden iddiası olanlara bu konuda birkaç kitap okumalarını önereceğim. Benim yaptığımı yapsınlar ve okusunlar.
Örneğin Prof. Dr. Hüseyin Pazarcı’nın "Uluslararası Hukuk" (Turhan Kitabevi) adlı kitabı var. Sadece devletlerle ilgili sayfaları (140-185) okurlarsa, "halkların kendi kaderini tayin hakkı"nın sadece sömürgelerle ilgili olduğunu öğreneceklerdir. Meğer bu da Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın bir maddesi (madde: 2/4) imiş.
"En başta, şunu hemen vurgulamak gerekmektedir ki, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun anılan 1970 Bildirisi sömürge rejimi altında bulunan ülkeleri sömürgeci devletin ülkesinden saymamaktadır." (s. 143) Ve Türkiye Cumhuriyeti kendi sınırları dışında herhangi bir sömürgeye sahip değildir.
DTP’LİLERE TAVSİYE
Prof. Dr. Hüseyin Pazarcı’nın kitabı okunduktan sonra sıra Prof. Dr. Oktay Uygun’un "Federal Devlet" (XII Levha Yayıncılık) adlı kitabına gelecek. Prof. Dr. Oktay Uygun adını andığım kitabında Federal Devlet’i "Temel İlkeleri, Başlıca Kurumları ve Türkiye’de Uygulanabilirliği" açısından ele alıyor. Ben okudum, yararını gördüm. Masamın üzerinde duruyor. DTP milletvekillerine de tavsiye ederim. Kürtçüler beni Kürt düşmanı(!) ilan etmeden önce iyi düşünsünler. Ben sadece başlarını taşa çarpmamalarını istiyorum. İlkin adını verdiğim kitapları satırlarını çize çize okusunlar. Hukuk mezunları da...
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2008
ÇOCUKLUĞUMDA "Hakkımı istiyorum" diye dayatanlara, "Hak değirmende olur!" derlerdi. O zamanlar değirmene öğütülmek üzere buğday götürüldüğünde, değirmenci elde edilen unun bir bölümünü ücret (hak) olarak kendine ayırırdı. Delikanlılığım boyunca, Demokrat Parti iktidarı döneminde, bir "İspat Hakkı" tartışması vardı. DP’liler muhalefetin bu isteğiyle "İspat hakkı, İsmail Hakkı" diyerek dalga geçerlerdi.
Kullandığım 2008 Nazım Kültür Ajandası’na göre "İnsan Hakları Haftası" da bugün başlıyor.
"Hak, haklar!" deniliyor ve bunlar kutsallaştırılıyor, ki doğrudur! Ama hakkın ve hakların bir kaynağı, yasal kaynağı, bu yok ise törel ve geleneksel bir dayanağı bulunması gerekir.
BİLMEDEN SÖYLÜYORLARDI
Türkiye-Avrupa Birliği müzakereleri başlar başlamaz herkes hiza ve istikametine Kopenhag Kriterleri’nden bakmaya başladı. Türkiye’nin AB’ye girmesi için Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirmesi gerekmekteydi.
Kriterlerin hepsi bir madde dışında doğru tercüme edilmiş ve yorumlanmıştı. "Anadillerin öğrenilmesinin önündeki bütün yasal engellerin kaldırılması" idi bu kriter.
Bu kriteri bile bile, kasıtlı olarak, "anadilde öğretim (öğrenim)" diye çevirmişlerdi.
O sıralar, çok moda olan, münevver, aydın, entel ve entelektüeller, álimler ve muallimler, muharrir ve yazarlar, mütefekkir ve düşünürler tarafından haftada bir yayınlanan ortak bildirilerde, Kürtlere anadilde öğrenim hakkı mutlaka yer alıyordu.
"Kopenhag Kriteleri" denince akan sular durduğu için dönemin Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Genelkurmay Başkanı, bakanları, milletvekilleri, iktidarı ve muhalefeti, gerçek anlamını bilmeden "anadilde öğrenim hakkı"ndan söz ediyorlardı. Ama "anadili özgürce öğrenmek hakkı"ndan söz ettiklerini sanıyorlardı.
ÖNCE ASKER FARK ETTİ
O zaman (8-9 yıl oluyor) ortaya atılıp "Durun beyler, ’anadilde öğrenim hakkı’ başka, ’anadili özgürce öğrenme hakkı’ başka diye yazdım ve anlattım: Anadilin özgürce öğrenilmesi için yasal bir engel varsa bu engel kaldırılır; yasa ya da yönetmelik değişikliğiyle okullara, (resmi dil dışında kalan) anadil dersleri konulur. Bu dersler seçmeli olur, isteyen öğrenir. Yani Kürtçe dersi zorunlu değil, isteğe bağlı olabilir. Günümüz Türkiyesinde bu türden önlem ve girişimler son derece faydalı olur, diye yazılar yazdım. Ve ardından açıklıyordum:
Bir ülkede bütün okullarda öğretim yapılan dil, devletin resmi dilidir. Bu dilden başka bir dilde eğitim-öğretim yapılamaz. Zaten Anayasa’nın 42. maddesinde "Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz, öğretilemez" diye yazmaktadır.
Aradaki farkı Türkiye’ye anlatabilmek için yıllarca uğraştım ve bunu ilkin askeriye fark etti.
’PARANOYA’ YORUMLAR
Anayasa’nın 42. maddesi "okutulamaz" diyordu, ama kimileri, o "anadil olarak okutulamaz dil"in bir bölgenin eğitim sisteminde öğretim dili olmasını istiyordu. Bunun bir anlamı olmalıydı. O anlamı da açıkladım: Anadilde öğretim hakkı istemek, özerklik, federasyon ve giderek bağımsızlık (bölünme) istemek anlamına gelir.
O zamanlar insanlara "paranoya" gibi gelen yorumlarım artık televizyonlarda bol bol söylenir ve gazetelerde yazılır oldu. (Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2008
DIŞARDAN Kürt sorunuyla ilgili örnekler vermeye bayılıyorlar: Bask örneği, Katalanya örneği, Belçika örneği, özel konumlu Brüksel örneği... Şimdi de Korsika örneği. Ben de katkıda bulunayım bu örneklere: Kanada’da Quebec örneği, Fransa’da Bröton ve Occitan (Oksitanca) örneği. İsteyen onlarca örnek ekleyebilir bu listeye. Beni isyan ettiren şey aşağıdaki metnin sonundaki soru: "Neden bu özgürlükleri savunmuyorsunuz?"
Korsika olgusunu Kürtçülük sorununun çözümü için örnek kabul edenler özgürlükleri (!) savunmuş olacaklar. Bir üniter devlette bir insan grubu için özerkliği, federasyonu, bağımsızlığı istemek özgürlükleri savunmak oluyor. Olabilir!
Ben kişisel olarak bu türden "züppelik", "snopluk" yapmıyorum, yapmam! Ancak düşünceyi açıklama özgürlüğüne olan derin inancımdan dolayı, karşı da çıkmıyorum.
Ancak 1921 Anayasası örneğinde olduğu gibi gerçekleri, doğruları arıyorum. Bu arada düşünce ve gerçek tamirciliği yapıyorum. Yalan bozuyorum.
Gelelim bana e-posta ile gönderilen günümüzün örneğine:
* * *
"Korsika Kürtçesi. Geldik Korsika’ya. Adada Korsika dili 1974’ten bu yana ilk ve ortaokullarda ve ayrıca 1980’de açılan üniversitede okutuluyor. Bırakın dili, bu adanın üniter devlet Fransa’da ayrı bir hukuksal varlığı var: Korsika Teritoryal Kolektivitesi. Buna göre yerel kalkınma, mali işler, tarım, ormancılık vs., eğitim, kültür, sanat, daha aklınıza ne gelirse yerel olarak yürütülüyor. 51 üyeli Korsika Meclisi kendi iç tüzüğünü yapıyor. Ada bütçesini ve gelişme planını kabul ediyor. Fransa Parlamentosu adayı ilgilendiren yasa ve kararnameleri çıkarmadan ona Meclis’e danışmak zorunda. Meclis ayrıca Fransız hükümetine yasa değişikliği önerebiliyor. İsteyen üyeler de Korsika dilinde konuşabiliyor Meclis’te.
7 kişilik Yürütme Konseyi adayı yönetiyor ve Meclis tarafından denetleniyor. Başkanı, adanın ita amiri. Korsika’da silahlar susalı uzun yıllar oluyor. Acaba böyle haklar verildiği için mi bu iki bölge sakin, yoksa sakin olduğu için mi bu haklar verildi? Tabii yanlış ama, hatırınız için ikinci şıkkı doğru sayalım ve hemen soralım: Bizde silahlar sustuğunda bu hakların binde biri verildi mi? Susunca verilecek mi?.. Not: Bu bilgilerin kaynakları için Azınlık Raporu duruşmasındaki ’Karşı-İddianame’me bkz. (http://baskinoran.oran.name/Karsiiddianame-15-02-2005.pdf)’ diyor Prof. Oran. Şimdi Prof. Keyman’ın da ’laik kesim kendini yenilemeli’ yazısındaki temel mesele buydu. Kürt meselesinin çözümünde artık ’yeni şeyler söylemek lazım’, çünkü bu ülkeyi aydınlığa, refaha Batılı eğitim almış sosyal demokrat laik kesim taşıyabilir ancak ama o da ÜLKENİN HER KESİMİNİN OYUNU ALMADAN OLMAZ. Değil mi? Neden bu özgürlükleri savunmuyorsunuz?" (Ahmet Ahmet; humanist35.5@gmail.com)
* * *
"Yeni şeyler söylemek" böylece özerklikle, özerklikten federasyona, oradan da bağımsızlığa giden yol anlamına geliyor. Örnekli konuşmak önce örnekle uğraşmak gerektiğinden saptırıcı, yanıltıcı ve yorucu oluyor. İşin harbi tarafı var: Özerklik isteyen "Ben özerklik istiyorum" der. Federasyon isteyen federasyon, bağımsızlık isteyen de "Bağımsızlık istiyorum!" der. Konuya cuma, cumartesi ve pazar günleri devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2008
HAYRAN tayfasından olmadığım, Türk aydınlarının yeni gözdesi Slavoj Zizek, "Critical Inquiry"ın 2008/4 sayısındaki yazısına bir soruyla başlıyor: "Bugün acaba niçin pek çok sorun bir eşitsizlik, sömürü, adaletsizlik sorunu olarak değil de hoşgörüsüzlük sorunu olarak görülüyor? Acaba niçin çare olarak özgürleşme, siyasal mücadele, hatta silahlı mücadele değil de hoşgörü öneriliyor? İlk akla gelen yanıt, liberal çokkültürcülüğün temel ideolojik harekátı olarak siyasetin kültürelleştirilmesi oluyor. Siyasal farklar, siyasal eşitsizlik, ekonomik sömürü gibi şeylere bağlı farklar, verili ve değiştirilemez ve o yüzden de ancak hoşgörülebilir olan farklı yaşam tarzları kültürel farklılık kılığına sokularak doğallaştırılmakta ve nötralize edilmektedir."
* * *
Slavoj Zizek, hoşgörü (tolerans) tuzağını ne zaman fark etti acaba? Dikkatli okurlarım benim "hoşgörü" kavramından hiç hoşlanmadığımı çok iyi bilirler. 1970’lere dayanır!
"Hoşgörü" dediğimiz "tolerans", bütün hakların feodale, hükümdara, monarka ait olduğu toplumsal yapıya özgü feodal ve emperyal bir kavramdır. Feodal otorite, bir şeyi size hakkınız olduğu için değil, bireysel hoşgörü erdeminin göstergesi olarak verir.
Demokrasilerde başkalarının, devletin, patronun hoşgörüsüne ihtiyacımız yoktur: Emeğimizin karşılığını almak, iyi çalıştığımız için patrondan saygı görmek, düşüncelerimizi özgürce açıklamak ve dinsel inançlarımızı yerine getirmek, bizim demokratik vatandaşlık haklarımızdır. Bu haklarımızı elde etmek için karşımızdaki yetkililerin merhametine, hoşgörüsüne ihtiyacımız yoktur. Hakkını arayan biz ve hakkımızı veren kişi ve kurum, bizimle eşit konumdadır. Yasal olarak eşit konumda olmalıdır, olması gerekir. Zorunluluktur!
Oysa hoşgören ile hoşgörülen eşit konumda değildir. Hoşgören kimse istediği an hoşgörmekten cayabilir. Ama hakkımızı vermek zorunda olan kimse, hakkımızı vermemesi durumunda yasa dışına çıkmış olur.
* * *
1990’ların başından bu yana postmodernizm ile neoliberalizmin iki tarz bombardımanı altındaydık. Öyle ki başbakandan parti çaycılarına kadar herkes ağzını açınca "küreselleşen, globalleşen dünyamızda" diye başlıyordu konuşmasına. Ne olduğu bilinmeyen "küreselleşmek", sanki her derde deva ebegümeci gibi bir şeydi. Küreselleşen ekonominin ne olduğu küresel krizle çok iyi anlaşıldı. Daha da anlaşılacak: Küreselleşen ekonomiden bir dirhem pay almayanlar krizin bedelini ödemek zorunda kalacak.
"Küreselleşen dünyamızda!" gibi içi boş zırvaları artık duymayacağız! Duymamalıyız!
* * *
İkinci bombardıman ise kültürel kimlik, çoğulcu kültür politikası, alt-üst kimlik, etnik kimlik gibi afyonlardan oluşmaktaydı. Küresel ekonomi ve siyaseti yönetenlerin hedef ülke ve toplumlarda çare ve çözüm olarak sundukları bu yeni ve çekici yemler, mevcut kaos ve yoksulluğu çoğaltmaktan başka bir işe yaramadı. (Emperyalist) küresel ekonomi ve siyasetin hedef aldığı toplumların parçalanmasına yol açtı.
"Küreselleşen dünyamızda", kültürler arasında, uygarlıklar arasında savaştan söz etmek de artık iflas etmek zorundadır. O iflas gerçekleştiği zaman uluslararası sermayenin tilki suratını göreceğiz.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2008
YİRMİ yıl sonra, haziran ayında Sofya’ya gidince doğal olarak epeyce acemilik çektim. İlk tanıdığımda yirmi ve otuzlarında olan insanlar şimdi ellilerinde, altmışlarında, yetmişlerinde geziniyorlardı. 1980’lerin başında açılışına tanık olduğum muhteşem Kültür Sarayı harabeye dönmüştü. Komünist rejimin yıkılışından sonra, kapitalizm ve özgür pazar onuruna kat kat, bölüm bölüm, oda oda kiraya vermişlerdi. Görkemli sarayı gecekondulaştırmışlardı.
Park Hotel Moskva’nın adı değişmişti. Değişsin ama önündeki o görkemli Barış Çanı ortadan kaybolmuştu. Kimbilir nereye atmışlar ya da eritmişlerdi. Oysa üzerinde yüzlerce yazarın, bu arada Aziz Nesin’in, Kemal Özer’in, Ataol Behramoğlu’nun ve benim kabartma imzalarımız vardı.
Alexandre Nevski Kilisesi ve biraz ötedeki küçük Rus Kilisesi yerinde duruyordu ama caddenin karşı tarafındaki Devrim Müzesi, yeni düzenin çapulcuları tarafından yerle bir edilmişi. Kolayca korunabilecek bir yeri, kapitalizmin yeni kapatması karşı devrim hükümeti korumak zahmetine katlanmamıştı. Tam tersine, ilkel tepki ve dürtüleri fışşıklamıştı!
* * *
Devrim Müzesi’ne, daha doğrusu ondan geriye kalan boşluğa uzaktan baktım. İnsan kendi tarihine karşı nasıl bunca acımasız, nankör, öfkeli, kinli ve düşman olabilirdi?
Komünizmin yıkılışından sonra Bulgaristan’ın sanayisine, tarımına, altyapısına bir dirhemlik bir şey eklememiş insanlar Georgi Dimitrov’un mozolesini havaya uçurmuş, Devrim Müzesi’ni yerle bir etmişlerdi. Devrim Müzesi’ni yerle bir edip, barbarcasına yağmalayıp, Barış Çanı’nı yok edip caddeleri McDonald’s’lar, otomobil galerileri ve Batı’nın marka dükkán ve butikleriyle doldurmuşlar ve Avrupa Birliği ile ödüllendirilmişlerdi.
Devrimi verip yerine blucinlerini almışlardı. Genellikle kederli olan Bulgar’ın kederi iyice katmerlenmişti. Kimilerinde hüznün dibi tutmuş, ruh halleri kendim ettim kendim buldum’a dönüşmeye başlamıştı.
* * *
Devrim Müzesi’nin talan edildiğini duyduğum zaman, birden Geo Milev’in takma gözünü anımsadım. Müzedeydi bir zamanlar. Acaba şimdi neredeydi?
Şair Geo Milev (1895-1925) "Yazar, halkı neredeyse orada olmalıdır; halkın yanında, halkın ortasında olmalıdır" diyen bir kuşağın temsilcisiydi.
Birinci Dünya Savaşı’nda bir gözünü kaybetti. Yerine bir takma göz koydular.
1925 Nisan’ında faşistler tarafından evinde tutuklandı. Şair Hristo Yasenov ve on iki aydınla birlikte polis fırınında diri diri yakıldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yakalanan katilleri olayı itiraf ettiler ve ceset kalıntılarının gömüldüğü yeri gösterdiler. Geo Milev’in takma gözü kalıntılar arasındaydı.
* * *
O Devrim Müzesi’nde Geo Milev’den başka, Hristo Botev’in, Hristo Yasenov’un, Hristo Smirnenski’nin anıları vardı. Blucin ve McDonald’s meftunları tarafından yok edildi bunlar.
Dostlarım, tanıdıklarım CIA’nın, STÖ (Sivil Toplum Örgütü) denen NGO’ların (Hükümet Dışı Örgütler), Soros’un fesat tezgáhlarının yeni yeni farkına varmanın şaşkınlığı içindeydiler.
Ve Geo Milev’in mavi renkli takma gözü ortalıkta yoktu!.. Ama karşı devrimciler, ülke halkının yarattığı bütün zenginlikleri bir tek leva karşılığında aralarında paylaşmışlardı.
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2008
NE varsa edebiyatçılarda var! Dostum ve hemşerim Demirtaş Ceyhun, Türkçe’de anayasaya "anayasa" demenin yanlış olduğunu söylüyor ve onun yerine "Kurucu Sözleşme" kavramını öneriyor.
Fransızca’da kuruluş anlamına gelen "la constitution" sözcüğünün kökü "constituer" fiiline gidiyor. Yani "meydana getirmek, oluşturmak, kurmak".
Fransızca’dan çevirerek söylersek, "bir devletin ’constitution’u devleti kuran siyasal sözleşmedir". Yani Demirtaş Ceyhun’un önerisi olan "Kurucu Sözleşme" haklı ve doğru.
* * *
Bir anayasa yapmak için devletin yeni kurulması ya da bir askeri darbe şart değil. 1982 Anayasası, olağan TBMM’ye asli kurucu iktidar yetkisi vermediği fakat türev (tali, táli) kurucu iktidar yetkisi verdiği için, 1982 Anayasası’nın tamamı değiştirilemez. Ancak kısmen değiştirilebilir. Tıpkı 1958’de Fransa’da olduğu gibi meclis sadece anayasa hazırlamakla özel görevli (ad hoc) bir kurucu meclis kurabilir.
AKP hükümeti bu yöntemi seçerse, TBMM yeni bir anayasa hazırlamak üzere bir kurucu meclis seçilmesini sağlayabilir. TBMM kendi yasama görevini yerine getirirken kurucu meclis yeni anayasayı hazırlayıp onaylanmak üzere halkoyuna sunabilir.
Bu konuda açılımlı çalışmalar yapmak, bağımsız ve tarafsız anayasa bilginlerine düşüyor. Bu açıdan değerlendirilecek olursa, AKP hükümetinin yeni bir anayasa hazırlamak üzere Prof. Dr. Ergun Özbudun komisyonunu görevlendirmesi, yasa ve gelenek dışıdır. Hükümetin atadığı bir taraflı komisyon asli kurucu iktidar görevi yapamaz.
* * *
Asli kurucu iktidar niteliklerine değil de türev (tali) kurucu iktidar niteliklerine sahip AKP ağırlıklı TBMM, kuramsal olarak, ilk dört madde dışındaki anayasa değişikliklerini yapabilecek konumda. Fakat Anayasa Mahkemesi’nin kapatmayla ilgili son kararından sonra bu değişikliği etik açıdan yapamaz. Çünkü Anayasa Mahkemesi tarafından "Anayasa’ya (laikliğe) aykırı faaliyetlerin odağı" olduğu için cezalandırılmıştır.
TBMM Başkanı’nın kurmak istediği komisyona üye göndermeyen CHP’nin bu tavrını bu açıdan değerlendirmek gerekmektedir.
AKP iktidarının kendi kafasındaki anayasayı yapması mümkün değil. Değişiklik önerisini TBMM’de üyesi bulunan ya da bir önceki genel seçime katılmış partilerin eşit sayıda üye verdiği bir komisyon hazırlayabilir. Günümüz TBMM de bir tali (türev) iktidar olduğunun bilinciyle anayasayı değiştirebilir.
* * *
Bütün bu yazdıklarım 1982 Anayasası’nı beğendiğim anlamına gelmez. Avrupa Birliği’nin istediği demokratikleşme girişimleri kuşkusuz anayasa değişiklikleriyle sınırlı değil. Anayasa değişikliğinin neden yapılamadığı Avrupa Birliği’nin anayasa hukukçularına kolayca anlatılabilir.
Yeni bir anayasa yapmanın ya da anayasanın değişebilir maddelerinin değiştirilmesinin kamuoyu desteği oluşuncaya kadar, AKP hükümeti muhalefetle işbirliği yaparak Siyasal Partiler Yasası ile Seçim Kanunu’nu değiştirebilir. Bu da çok önemli bir demokratik adımdır!
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2008
26 Kasım Çarşamba yazımın son bölümünde, Anayasa’nın dördüncü maddesinin anayasada yapılacak bütün değişikliklere engel çıkardığını ileri süren Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın savının gerçeği yansıtmadığını ve 1982-2004 yılları arasında Anayasa’da 5 kez değişiklik yapıldığını göstermiştim. Başkan Kılıç’ın amacı başka, onu gizliyor: Anayasa’nın 148’inci maddesinin sınırlarını daraltmak ve başkanı olduğu mahkemeyi biçim alanına mahkûm etmek istiyor. İstesin ama ben o zaman şu soruyu sorarım: "Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırmaya veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz" diyen Anayasa’nın 24. maddesinin son fıkrası şekle uygun olarak değiştirilse Anayasa Mahkemesi bu işleme bakmayacak mı? Başkan’a göre bakmaması gerek! Ama bakacak!!!!
Anayasa’nın eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi hakkındaki 42. maddesi için Cumhuriyet ilkelerine aykırı değişiklik önerilirse, TBMM ve Anayasa Mahkemesi bu girişimi Anayasa’nın 2. maddesi ile ilişkilendirmeyecek mi? İlişki kurmazlarsa Cumhuriyet’e ve devrimlerine daha doğrusu Türkiye’ye ihanet etmiş olurlar.
* * *
Gelelim günümüzde Anayasa değişikliğinin nasıl yapılacağına: Değerli dostum, Prof. Dr. Erdoğan Teziç’in Anayasa Hukuku (Beta Yayınları, 2007) adlı temel kitabının 151. sayfasından aktarıyorum: "Anayasanın yapılmasına kurma ya da kuruculuk işlevi deniyor. Bir devleti hukuki ve siyasi kurum olarak kuran iktidara ya da güce Asli Kurucu İktidar denir. Asli kurucu iktidar, daha önceden konmuş hiçbir hukuk kuralı ile bağlı ve kayıtlı olmaksızın, bir devleti kuran, ona hukuki/siyasi statüsünü veren; bir anayasayı ilk kez ya da yeniden yapan iktidardır."
24 maddelik 1921 Anayasası Büyük Millet Meclisi’nin anayasasıdır. Hükümet TBMM’nin hükümetidir. Meclis başkanı vardır ama başbakan ve devlet başkanı yoktur. 29 Ekim 1923 tarihinde devleti kuran Meclis her bakımdan bir kurucu iktidar olarak 1924 Anayasası’nı yapmıştır.
27 Mayıs 1960 hareketi ve 1980 darbesi TBMM’yi dağıtıp yeni bir kurucu meclis oluşturarak mevcut anayasaları değiştirip yeni bir anayasa yapmıştır.
* * *
Bu gerçeği öğrenenler, "Ne yani, Anayasa’nın değişmesi için askeri darbe mi yapılması lazım?" diye soruyorlar. Hayır gerekmez! Anayasa’nın ilk dört maddesi dışında kalan maddeleri bu TBMM değiştirebilir. Anayasa Mahkemesi Başkanı bilmiyor ama beş kez değişiklik yapılmıştır. Bu değişiklikler, başvurulması durumunda Anayasa Mahkemesi tarafından değerlendirilip denetlenir.
Bu TBMM 1982 Anayasası’nın tümünü bizzat değiştiremez ama değiştirecek özel amaçlı (ad hoc) bir kurucu meclis oluşturmak için girişimlerde bulunabilir.
Anayasacıların bu olanaklara açıklık getirmemesi çok şaşırtıcı. Ben arayıp, uzmanlarıyla konuşarak "doğru"yu buluyorum ama AKP hükümeti ve yandaşları dalga geçiyor.
Yazının Devamını Oku