HAYRAN tayfasından olmadığım, Türk aydınlarının yeni gözdesi Slavoj Zizek, "Critical Inquiry"ın 2008/4 sayısındaki yazısına bir soruyla başlıyor:
"Bugün acaba niçin pek çok sorun bir eşitsizlik, sömürü, adaletsizlik sorunu olarak değil de hoşgörüsüzlük sorunu olarak görülüyor? Acaba niçin çare olarak özgürleşme, siyasal mücadele, hatta silahlı mücadele değil de hoşgörü öneriliyor? İlk akla gelen yanıt, liberal çokkültürcülüğün temel ideolojik harekátı olarak siyasetin kültürelleştirilmesi oluyor. Siyasal farklar, siyasal eşitsizlik, ekonomik sömürü gibi şeylere bağlı farklar, verili ve değiştirilemez ve o yüzden de ancak hoşgörülebilir olan farklı yaşam tarzları kültürel farklılık kılığına sokularak doğallaştırılmakta ve nötralize edilmektedir."
* * *
Slavoj Zizek, hoşgörü (tolerans) tuzağını ne zaman fark etti acaba? Dikkatli okurlarım benim "hoşgörü" kavramından hiç hoşlanmadığımı çok iyi bilirler. 1970’lere dayanır!
"Hoşgörü" dediğimiz "tolerans", bütün hakların feodale, hükümdara, monarka ait olduğu toplumsal yapıya özgü feodal ve emperyal bir kavramdır. Feodal otorite, bir şeyi size hakkınız olduğu için değil, bireysel hoşgörü erdeminin göstergesi olarak verir.
Demokrasilerde başkalarının, devletin, patronun hoşgörüsüne ihtiyacımız yoktur: Emeğimizin karşılığını almak, iyi çalıştığımız için patrondan saygı görmek, düşüncelerimizi özgürce açıklamak ve dinsel inançlarımızı yerine getirmek, bizim demokratik vatandaşlık haklarımızdır. Bu haklarımızı elde etmek için karşımızdaki yetkililerin merhametine, hoşgörüsüne ihtiyacımız yoktur. Hakkını arayan biz ve hakkımızı veren kişi ve kurum, bizimle eşit konumdadır. Yasal olarak eşit konumda olmalıdır, olması gerekir. Zorunluluktur!
Oysa hoşgören ile hoşgörülen eşit konumda değildir. Hoşgören kimse istediği an hoşgörmekten cayabilir. Ama hakkımızı vermek zorunda olan kimse, hakkımızı vermemesi durumunda yasa dışına çıkmış olur.
* * *
1990’ların başından bu yana postmodernizm ile neoliberalizmin iki tarz bombardımanı altındaydık. Öyle ki başbakandan parti çaycılarına kadar herkes ağzını açınca "küreselleşen,globalleşen dünyamızda" diye başlıyordu konuşmasına. Ne olduğu bilinmeyen "küreselleşmek", sanki her derde deva ebegümeci gibi bir şeydi. Küreselleşen ekonominin ne olduğu küresel krizle çok iyi anlaşıldı. Daha da anlaşılacak: Küreselleşen ekonomiden bir dirhem pay almayanlar krizin bedelini ödemek zorunda kalacak.
"Küreselleşen dünyamızda!" gibi içi boş zırvaları artık duymayacağız! Duymamalıyız!
* * *
İkinci bombardıman ise kültürel kimlik, çoğulcu kültür politikası, alt-üst kimlik, etnik kimlik gibi afyonlardan oluşmaktaydı. Küresel ekonomi ve siyaseti yönetenlerin hedef ülke ve toplumlarda çare ve çözüm olarak sundukları bu yeni ve çekici yemler, mevcut kaos ve yoksulluğu çoğaltmaktan başka bir işe yaramadı. (Emperyalist) küresel ekonomi ve siyasetin hedef aldığı toplumların parçalanmasına yol açtı.
"Küreselleşen dünyamızda", kültürler arasında, uygarlıklar arasında savaştan söz etmek de artık iflas etmek zorundadır. O iflas gerçekleştiği zaman uluslararası sermayenin tilki suratını göreceğiz.