Radikal gazetesinde “üniter-devlet” ve “ulus-devlet” konularında “idraksiz Türkler”e ders vermeye başladığını belki duydunuz. Ne var ki daha ilk yazının (06.09.09) başlığı ile saçmalamaya başlıyor ve “Üniter devlet, ulus-devletin aksine demokrasite engel değil” buyuruyor. Buna göre bütün ulusal devletler demokrasi düşmanı oluyor. Üniter olup da istibdatla yönetilen onlarca devlet demokrasinin has bahçesini temsil ediyor. Kürtçülük yapmak için bilim ve bilginin içine tükürüyor. Allah akıl versin!
* * *
Baskın Oran’a göre “İspanyol” diye, “Fransız” diye etnik gruplar yokmuş. Al başına belayı! 2004 yılında da böyle inci döktürmüş, Fransa’da “Frank” diye bir ırk olmadığını gök gürültüleri içinde iddia etmişti. Ben de 6 Kasım 2004 tarihli yazı ile kurduğu kumdan şatoyu küçük bir fiske ile yıkmıştım. Bugün de böyle bir şey yapacağım:
İlk yazısının girişinde, bizim Anayasa’nın 3. maddesiyle (“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür”) dalga geçiyor. Türkiye ile mukayese ettiği Fransa Anayasası’nın 1. maddesi şöyledir:
“Fransa, bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir cumhuriyettir.” (“La France est une république indivisible, la’que, démocratique et sociale.”)
Aşağı yukarı bizimkiyle aynı içerik ve deyiş. Ama Baskın Oran ve benzerlerine göre ülke bölünmez olurmuş da millet bölünmez olmaz imiş. Fransızcadaki “indivisible” sıfatı da hem ülkeyi, hem milleti içeriyor. Çünkü “indivisible” sıfatı, maddi ve entelektüel (zihinsel, manevi) olarak bölünmeyen bir nesnenin niteliğidir. “Birlik, bütünlük” (ünite, unité) Bölünmezlik’in (indivisibilité) eşanlamlısıdır. Baskın Oran, “Cumhuriyet tek ve bölünmezdir” (“République une et indivisible”), haykırışının 1789 Devrimi’nin bildirgesi olduğunu da bilmiyordur. Bir Robert Sözlüğü bulup bakmasını tavsiye ederim.
Bizim yasa koyucu, Baskın Oran gibilerin, “bölünmez”i ekmek, elma, armut sanmamaları için “ülkesi ve milletiyle” açıklamasını yapmış. İyi de etmiş!
* * *
Ama mutlaka yapılmalı. Marazi ve isterik hiddet ve şiddetlerinin kaynağında geçmişlerindeki yenilgiler ve utançlar olmasın sakın? Bu durumda, Kürtçülükler üzerinden Cumhuriyet’ten intikam alma girişiminde bulundukları da söylenebilir!
* * *
AKP sözcülerinin öfkesine ve bu lejyoner bayların jest ve mimiklerine bakacak olursak, CHP’nin iktidar partisinin koalisyon ortağı olduğu yanılsamasına kapılabiliriz. Hep bir ağızdan, CHP’ye ortağına ihanet etmiş bir koalisyon ortağı muamelesi yapıyorlar.
CHP sadece 7 yıllık değil, 60 yıllık bir muhalefet partisi. Bu unutuluyor. AKP’nin, AB uyum yasaları dışında, CHP ile konuşmaya tenezzül ettiği görülmüş müdür? Koalisyon ortağı gibi güdülen ve güdümlenen bir muhalefet partisi dünyanın neresinde var? “Var!” diyenin ağzına biber sürerler. O halde, bireysel ikbal ve tatmin dışında, siyasal hukuk geleneği içinde bulunmayan bu kuduzca saldırının nedeni, nedenleri ne?
* * *
Bu saldırıların psikanalizini burada yapmanın gereği yok. Hadi AKP’nin tavrını da anladık diyelim: CHP’yi bir mayın eşeği gibi kullanmak istiyor. Peki DTP’nin ve PKK sözcü ve sempatizanlarının hal ve tavırlarını anlamak mümkün mü? Hangi hak ve kafa ile CHP’den de açılım planı istiyorlar, CHP’nin AKP’nin açılım planını desteklemesini istiyorlar?
AKP iktidarının Kürtçülük tarafına ne vereceği belli değil. Ama Kürtçülük tarafının ne istediği çok belli. Bu “belli”yi azdan çoğa doğru sıralayalım:
1. Yerel (territorial) ya da işlevsel (fonctionnel) yerinden yönetim.
AKP, DTP, PKK, Öcalan koalisyonunun ne idüğü belirsiz mugalatalarını (demagojilerini) sol (sol olduğu için) neden desteklesin?
Sol elbette özgürlük ve demokrasi girişimlerinin karşısında değil, ama yanında, önünde ve arkasında olacak. Ancak kendilerinin hâlâ solda olduğu vehmiyle yaşayan kimi 12 Mart ve 12 Eylül kaçkınları, günümüz solunu çoğulculuk adına mahkûm etmektedirler. Sol elbette çoğulcudur. Ama çokkültürcülüğü ve cemaatçiliği çoğulculuk sandıklarından olacak solu suçlamak için kendi aralarında yarışıyorlar. Cemaatçilik değil ama çokkültürcülük bir ahlaki değer olarak çoğulculuğun içinde yer alır, ama kesinlikle ona indirgenemez.
Cemaatlere indirgenmiş çoğulculuk, dile, dine ve etnisiteye dayalı çokkültürcülük ve bunlarla ilgili hakların solun özgürlük ve demokrasi anlayışı kapsamına girdiği yanılsaması (illusion) ve varsayımı tartışmalıdır. Çünkü bu türden bir çoğulculuk ve çokkültürcülük emperyalizmin hizmetinde gerici bir ideolojidir. (Samir Amin, “Modernite, Demokrasi ve Din” ve “Liberal Virüs”, Özgür Üniversite Yayınları)
* * *
Ne olacak şimdi? Hani sol özgürlüklerden, demokrasiden yanaydı? İyi de, dinsel, etnik, dilsel, ırksal cemaatçilik (çoğulculuk) solun ideolojisi olan enternasyonalizmle nasıl bağdaşacak? Bağdaşmaz, bağdaşmayacak!
Solun, cemaatçilik üzerinden federasyon ya da konfederasyon isteyen isterik bir kitle ile herhangi bir ilişkisi olamaz. Solun bir hareketi desteklemesi için o hareketin gerçekten solda olması gerekir. Kapitalizmin ve emperyalizmin yörüngesinde, feodal dokulu, eşitlikleri içselleştirmemiş, ilkeleştirmemiş bir Kürtçülük sapkınlığını marazî ve isterik lejyonerlerle birlikte neden desteklesin? Sol emekçilerin, köylülerin, işçilerin ortak enternasyonalist hareketi olarak din, dil, cinsiyet, ırk ayrımcılığına karşıdır. Din, dil ve etnisite cemaatçiliğinin ve emperyalizmin yörüngesinde oturan bir hareket solun dostu olamaz.
* * *
Örneğin Oral Çalışlar (Radikal, 21.08.09) “Solculara ne oluyor? Özellikle de sosyalistlere? Yıllarca Kürtlerin özgürlük taleplerinin arkasında duran, ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’nı savunmanın bir ilkesel duruş olduğunu düşünen sosyalistlerin önemli bir kesimi, bu konuda da Kemalistlerin peşine takılmış durumdalar” diyor.
Yatak serme konusunda bir bahanesini bulur karısına her gün mutlaka dayak atarmış. Kadın yatağı büyük odaya mı serdi, “Ulan kadın bu havada sofa varken buraya mı yatak serilir” diye basarmış dayağı. Kadın ertesi gün yatağı sofaya serermiş. Bu sefer, “Ulan karı, davarın gürültüsünden burada uyunur mu?” diye ayağının altına alırmış zavallı kadını.
Canından bezen kadın, evde serilebilecek her yere yatak sermiş. Durumu gören nemrut herif pek memnun olmuş ve damda yatmaya karar vermiş.
Karı koca yatağa girmişler. Gökyüzü gökyüzü değil sanki yıldız harmanı. Adam başlamış sormaya: “Ulan karı şu yıldız ne yıldızı?” Cevap: “Avcı Cebbar!” “Ulan karı şu yıldız ne yıldızı?” Cevap: “Yedi kandilli Süreyya!”
Böyle soru-cevap devam ederken sıra Terazi Yıldızı’na gelmiş.
“Ulan karı, bu ne yıldızı?”
“Terazi Yıldızı efendi!”
“Ulan karı, buraya yatak serilir mi? Terazinin dengesi bozulur da kilolar kafama düşerse? Ulan ben seni nasıl dövmemeyim!..” Basmış köteği?
* * *
Bir süre önce kısmi felç geçirmişti ama kısa zamanda iyileşmişti. Mayıs ayında Mersin Uluslararası Müzik Festivali’nde rastlaştığımızda her şey yolunda görünüyordu.
Nevit Kodallı’nın ölümü, 85 yaşında bir ölüm olmasına karşın, benim için beklenmedik bir ölümdür. Ama en azından, “bu iş”in Mersin’de, kendi doğası, coğrafyası içinde olmasının teselli edici bir yanı var. Son anlarında, Erdemli’nin şimdi Limonlu denen (Lamas) Lamos’undaydı. Birkaç gün önce eşi Olcay Hanım’a Mersin’e gidelim diye tutturmuştu.
* * *
1956’dan bu yana görmediğim yeğeni Ali Kip Koray lisede arkadaşımdı. Nevit amcasının bir eserinin Prag radyosunda yayınlandığını ya da Fransız radyosunda yayınlanacağını haber verirdi, söylerdi. Evde radyo yoktu ki dinleyeyim. Nevit Kodallı’nın müziğini ilk kez Ankara Operası’nda Van Gogh operası ile canlı dinlemiştim. Evin İlyasoğlu’nun dediği gibi “Zamanında yazılan operalar ulusal konuları ele alırken, Kodallı gencecik yaşında Van Gogh gibi Batılı bir ressamı konu almak cesaretini göstermişti.”
Cahit Külebi’nin destansı şiiri üzerine yaptığı “Atatürk Oratoryosu” yıllar içinde müzik dünyamızın ayrılmaz bir parçası olmuştu.
1924 yılında Mersin’de doğmuş, 1939 yılında girdiği Ankara Devlet Konservatuvarı’nda Necil Kazım Akses’ten kompozisyon, Hasan Ferit Alnar’dan teori ve müzik tarihi dersleri almıştı.
1948 yılında devlet bursuyla Fransa’ya gitti. Paris’te Fransa’nın en önemli müzik okulu Ecole Normale de Musique’te Arthur Honneger, Jean Fornet ve Nadia Boulanger gibi dönemin en önemli müzisyenlerinden ders aldı. 1953’te Türkiye’ye döndü.
Nevit Kodallı “Cumhuriyet Kantatı”
On yıldır söylenen cümlelerin, yanlış kullanılan kavram ve deyimlerin, özellikle saptırılan metinlerin gerisindeki anlamları ve gizlenen talepleri yorumlamak için ter döküyordum. Düşünsenize, “Kürtçenin özgürce öğrenilmesinin önündeki engellerin kaldırılması” ile “anadilde öğretim” arasındaki farkı en azından yüz kez yazdım ama öğrenmesi gerekenler on yılda öğrenmediler. Taa 3 Eylül 2000’de “Anadilde eğitim deyişinin kapsamı çok geniş: Kürtçenin resmi dil olması; anaokulundan üniversiteye kadar eğitimin içerdiği bütün derslerin bu dilde yapılması anlamına geliyor” diye uyarıda bulunmuşum.
Daha sonra şöyle bir formül oluşturmuşum: Anadilde öğrenim=Federasyon ya da ayrılık!
* * *
Daha bu kavramları kavramaktan aciz kimileri (eski CHP’liler, üniversite âlimleri ve can sıkıcı birtakım zevat) CHP ve solu AKP’nin açılım sürecini desteklememekle suçluyorlar.
Kürtçülerin (PKK, DTP, Kürtçü yandaşları ve benzerleri) kafasından geçen, hayal ettikleri çözüm planını birkaç ay önce bir kâğıda yazmışım. Birlikte okuyalım:
1. Anadolu Federal Cumhuriyeti, Kürtler ve Türkler tarafından kurulmuş demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Federal ve federe devletlerin yapısı âdem-i merkeziyetçidir.
2. Diyarbakır ve Ankara iki federe devletin başkentleridir. Federal başkent İstanbul’dur.
3. Federe devletlerin resmi dili olan Kürtçe ve Türkçe federal devletin resmi dili ve aynı zamanda eğitim ve öğretim dilidir.
Bunu taa 3 Eylül 2000 tarihli “Pandora’nın Kutusu” adlı yazımda okurlara haber veriyordum. Bir-iki kişinin ne anlama geldiğini yeni yeni anlayabildiği “anadilde öğrenim”in doğru anlamını açıklıyordum. Yazıyı “Pazar Yazıları” (Gendaş Yayınları, s. 78) adlı kitabımda da okuyabilirsiniz.
* * *
Bu yanlışlıklar komedisini daha önce kim bilir kaç kez yazdım: Adamlar “Biz üniter devletten yanayız” diye yemin billah ediyorlar, ama bir cümle sonra söyledikleri federe devlet faslına giriyor. Uyardığınız zaman “Vallah biz federasyon istemiyoruz!” diyorlar. Ağzını açan-açmayan üniter devlet diyor, federasyon diyor. Başka bir şey demiyor.
Herkes federasyondan söz ediyor, ama federasyonlar konusunda ciddi bir şey bildiklerini sanmıyorum. Federe devletler nasıl kurulur ya da üniter devlet iken federe devletlere bölünmüş herhangi bir devlet var mı? Bu sorunun yanıtını bilip söyleyen de yok!..
* * *
PKK DA DTP DE TEMSİL ETMİYORLAR
Türkiye’nin bir Kürt sorunu yok; Kürtçülük sorunu var! Çünkü “Kürt sorunu” olarak öne ve ileri sürülenlerin hangilerinin Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt kökenli vatandaşları tarafından istendiğini bilmiyoruz. Bu istekler toplamı bir referandum sonucu ortaya çıkmadı. Türkiye Kürtleri adına konuşmak hakkına sahip herhangi bir inandırıcı örgüt yok.
PKK da, DTP de Türkiye Kürtlerini temsil etmiyor. Politik ve sosyolojik olarak tanımlar ve betimlersek bu iki örgüt de kendilerine özgü bir tür Kürtçülüğü temsil etmekteler. PKK ve DTP kendi Kürtçülük sorunlarını bir “Kürt sorunu” adı altında ileri sürmekteler. Ki sürebilirler. Ama siyasal partilerin, hükümetin, devlet kurumlarının, sivil toplum örgütlerinin onlar gibi “Kürt sorunu” jargonu kullanmaları çok yanlış.
Benim de zaman zaman, kalabalığa uyup, “Kürt sorunu” dediğim olmuştur. Bundan dolayı okurlarımdan özür diliyorum. Bu yanlışlığın farkına vardığım için “Demokrasisiz Demokrasi” (Cumhuriyet Kitapları, Haziran 2009) adlı kitabımda, konuyla ilgili olarak yazdığım yazıları topladığım bölüme “Kürtçülüklere Dair” adını verdim.
Türkiye’nin çok büyük bir sorunu var kuşkusuz: Bu sorunun adı “Kürt sorunu” değil, Türkiye’nin bir coğrafi bölgesinin ve o bölgede yaşayan vatandaşların toprak, iş, eğitim, sağlık, güvenlik gibi temel maddi sorunları ve genel olarak çağdaş uygarlıktan yoksun kalma sorunları.
Bu bir milli ve etnik kökenli sorun değil. PKK ve DTP ve genel olarak Kürtçüler bu maddi temel sorunları soyutlaştırarak ona politik bir libas giydiriyorlar.