Ne dediğini, ne konuştuğunu bilmeyen yeniyetme tarihçi tayfasından biri (yoksa gazeteci miydi?) bir televizyon programında Büyük Halil İnalcık’a “Siz de genel olarak benim gibi düşünüyorsunuz, ama bu konuda sizin gibi düşünmüyorum” demez mi?
İnalcık Hoca bu zevzekliği duymamış gibi yaptı. Adam yerine alıp cevap bile vermedi.
Televizyona çıkıp “Siz bilmiyorsunuz hocam, ben daha iyi biliyorum!” diyen kereste müdürü tarihçiler bile var! İkinci Cumhuriyetçilik gözlerini karartmış. Gülünç oluyorlar.
Ben Halil İnalcık’ı okurken mutluluk duyuyorum, beynim ve ruhum arınıyor. Milliyet’in Cadde ekinde (16.11.09) “Tarihçilik ile milliyetçiliği karıştırmadım. Objektif, vesikalara dayalı, sosyal tarihçilik yaptım” diyor. Ama ne var ki bizim zamane tarihçilerinin büyük bir bölümü “tarih” ile safsatayı birbirine karıştırıyor.
TÜRK DEVLETİ
* * *
“MİLANO - Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) bazı okul binalarında ve sınıflarda çarmıha gerilmiş İsa figürleri ve haç işaretleri bulunduran İtalya’yı mahkûm etti. AİHM, İtalya’daki uygulamaya itiraz eden bir İtalyan vatandaşının talebini haklı bularak sınıflarda çarmıha gerilmiş İsa ve haç figürlerinin bulunmasının ‘anne babaların çocuklarını kendi inançları doğrultusunda yetiştirme hakkını ihlal’ ve de ‘öğrencilerin din özgürlüğünü ihlal’ niteliği taşıdığına hükmetti.
Karara göre İtalya, konuyu AİHM’ye taşıyan Finlandiya kökenli İtalyan vatandaşı Soile Lautsi’ye 5 bin avro manevi tazminat ödemek zorunda. Başbakan Silvio Berlusconi liderliğindeki merkez sağ koalisyonu, AİHM’nin kararını temyiz edeceğini açıklarken Vatikan Sözcüsü Peder Federico Lombardi ‘Yorum yapmadan önce iyice düşünmek gerekiyor’ dedi.” (Aslı Kayabal, Cumhuriyet, 04.11.09)
* * *
Kuşkusuz Vatikan Sözcüsü Peder Federico Lombardi’nin sözlerini ne önemseyeceğiz ne de dikkate alacağız. Bakalım Eğitim Bakanı Maria Stella Gemlini ne demiş?
“Çarmıha gerilmiş İsa figürü İtalya’nın geleneğinde olan bir şey. İdeolojik bir karar olan AİHM’nin gücü kimliğimizi silmeye yetmeyecek.”
Fenerbahçe-Galatasaray maçıyla ilgili okuduğum yazılardan aklımda kalan bir cümleyi yazıma aktarmış ve yazı için “Sade suya tirit” nitelemesini yapmıştım. Ama bir tek yazarı değil futbol yazanların yüzde 99’unu hedef almıştım. Meğer yazarı Hürriyet ailesinin yeni üyesi Kaan Koç imiş. 1.11.2009 tarihli “Arzuhal” başlıklı yazısını dikkatle okudum. İronik bir yazı tarzı var. Şiir ve edebiyatla ilgili. Şiir kitabı bile yayınlamış.
Bu, çok önemli bir özellik: Maç yazıları yazarken skor, dakika ve pozisyon kalıplarının dışına çıkıp işin ruhunu kavrayabilir. Her maç yazısını bir “Maç Denemesi”ne dönüştürüp yeni bir tür yaratabilir. Birlikte anımsayalım: Futbol yazarları, Fenerbahçeli Kazım Kazım’ın iyi bir santrfor olduğunu ben yazdıktan sonra fark ettiler.
BJK’NIN PASLARI
Bu kez, Beşiktaş’ın 3-0 yenilgisiyle biten Wolfsburg maçı üzerine yazacağım. Maçı seyrederken bakın neler düşündüm: Beşiktaş’ta Sivok, Ferrari, Tabata, Nobre, Fink, Tello ve Bobo adlı yedi futbolcu oynadı. Ernst hasta olmasaydı o da ilk on birde yer alacaktı. Yani sekiz yabancı ve üç yerli.
Wolfsburg takımında adlarına bakarak (Madlung, Schafer, Gentner) üç futbolcunun Alman, sekiz futbolcunun da yabancı olduğunu söyleyebiliriz.
Demek ki oyuncuların kimlikleri bağlamında iki takım arasında bir eşitlik var. Ama eşitlik burada bitiyor. İki takım arasındaki eşitsizlik futbolcuların temel eğitimlerinde olmamalı. Ancak pas yüzdelerindeki orana bakın: Alman takımı hemen hemen pas hatası yapmadan, fanteziye başvurmadan oynadı. Buna karşın Beşiktaş’ın yerli ve yabancı bütün futbolcularında isabetli pas yüzdesi son derece düşüktü. Wolfsburg’lu futbolcular fanteziye sapmadan gayet yalın (“basit” demiyorum) oynarken, Beşiktaşlı futbolcuların bütün topuk pasları, cambazlık denemeleri boşa gitti.
CEVHER NE NEREDE!
Genç meslektaşım Kaan Koç’un maçın bu görünümüyle ilgilenmesini isterdim. İki takım arasındaki fark nereden kaynaklanıyor? İki takım yabancı futbolcularını değiş tokuş etseydi, Beşiktaşlı yabancılar Wolfsburg’da, Wolfsburg’un yabancıları Beşiktaş’ta oynasalardı sonuç gene konuk takım lehine 3-0 olurdu. 25-30 metreden görkemli bir gol atan Bosna-Hersekli Misimovic Beşiktaş’ta Bobo ya da Nobre’den daha iyi oynayamazdı. Bir gol atan Bosna-Herkesli Dzeko da ancak Tabata ya da Tello kadar oynayabilirdi.
Haber şöyle:
“Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin, şehit yakınlarıyla görüştü. Şahin 34 PKK’lının gelişiyle ilgili olarak özetle şunları söyledi: ‘Bu bir denemedir. Görelim bakalım ne yapıyorlar? Bu konuda terör örgütü ve ona sempati duyanlar çok kötü bir sınav vermiştir. Millet nezdinde de vicdanlarda da mahkûm olmuşlardır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve devlet yetkisini kullanan başta Hükümet olmak üzere tüm yetkililer, bundan sonra çok daha duyarlı ve hassas olmak durumundadır’.”
ŞAŞKIN YORUM
Meclis Başkanı “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nden söz ediyor. O da “Devlet” ile “Hükümet”i birbirine karıştırıyor. Devlet bir ulaşım aracına benzer. Kontak anahtarı şoförün elindedir. Motoru çalıştırır, canının istediği yere sürer. Şoför, yani hükümet.
Ama “Devlet” diyerek hedef şaşırtıyorlar!
Bu yanlış yönlendirme yetmezmiş gibi, Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin şaşkın bir yorum da yapıyor. Güya PKK ve PKK yandaşları kötü sınav vermiş. PKK silah bırakıp teslim olursa, amacından saptığı için, kötü sınav vermiş olur. PKK ve DTP, Habur Kapısı gösterileriyle, kendilerince, çok iyi bir sınav vermiştir.
Kötü sınav veren ne Devlet, ne de PKK ile DTP’dir. Sınav-da çakan, kimse değil, AKP Hükü-meti. PKK ile DTP sınav derslerine iyi çalışmış, AKP Hükümeti ise hiç mi hiç çalışmamıştı. Bu nedenle sınıfta kaldı!
BİR GRUP DOÇENTÇİ
Bunlar 12 Mart ve 12 Eylül mağluplarıdır, kılıç artıklarıdır. 1920’lerin 30 ve 40’ların eski tüfekleri gibi mağrur olacaklarına, dönerek süflileşmişlerdir. Kendi yeteneksizliklerini itiraf edip özeleştiri yapacaklarına sola çirkef sıçratırlar.
İspanyol iç savaşı mağlubu olan cumhuriyetçiler, anarşist ve komünistler daha sonra alkolik, yazar ve sanatçı oldular; dünyaya yayıldılar ya da bir köşeye çekilip çile çektiler.
CIA, KGB ve MOSSAD’ın dolduruşuyla acilci olan bizim zevat bir kenarda kafa çekeceğine, esrar içip mutlu olacağına, gene birilerinin dolduruşuna gelip solu suçlamaktalar.
Bir de sola kurtuluş reçetesi yazan siyasal İslamcılar; “Sol dalağını patlatsa bu halktan oy alamaz” diyen memur gazete yazıcıları vardır!
Bu zevzekliklerin hepsinin cevabı, Cumhuriyet Kitap tarafından birkaç ay önce yayınlanan “Cumhuriyetsiz Demokrasi” ve “Demokrasisiz Demokrasi” adlı kitaplarımda yer almaktadır. Bu vesile ile durum bilginize sunulur! * * *
Devlet, hükümet ve siyasi geleneğin baskılarını bir yana bırakırsak, Türkiye demokrasinin gelişmesinin önünde her zaman iki engel olmuştur: Din ve etnisite!
Berlin Duvarı’nın yıkılmasından, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra siyaset alanına da giren postmodern düşünce ve çoğulculuk, toplumları bir arada tutan tutkalları kuruttu. Ulus ve sınıf bilincinin yerini din ve etnisite aldı. Dinin siyasete girmesi Türkiye için yeni bir şey değil, ama etnisite ve dilin siyasal etkinliğinin epeyce yeni olduğunu söyleyebiliriz.
Sol ve CHP özellikle doğuda başarılı olamıyorsa, bir zamanlar oy aldıkları yerlerden oy alamıyorlarsa, bu bölgede güçlü bir dinci parti (AKP) ile PKK güdümlü, orta boy bir etnik ve dilci partinin (DTP) halkı hipnotize etmesinden kaynaklanmaktadır.
Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan “Kore gazisinin yalnız ölümü” başlıklı haberi birlikte okuyalım:
“Muğla’nın Milas İlçesi’nde Bodrum Karayolu’nun 3’üncü kilometresindeki terk edilmiş bir restoranın baraka benzeri kısmında yaşamını sürdüren 80 yaşındaki Kore gazisi Muharrem Topçu ölü bulundu. Günlerdir maaşını almaya gitmeyince Muharip Gaziler Derneği Milas Şubesi’ndeki arkadaşları meraklanarak Topçu’nun yaşadığı barakaya gitti. İçeri girdiklerinde, gazi Topçu’nun yarı çıplak durumdaki bir deri bir kemik kalmış cesedini görünce şoke oldu. Yapılan incelemede, Topçu’nun üç gün önce hayatını kaybettiği belirlendi.”
SANKİ NAZİ KAMPI
Hayatım boyunca bu kadar çarpıcı az fotoğraf gördüm. Nazi toplama kamplarındaki üst üste yığılmış Yahudi cesetlerinden daha beter. “Bir deri bir kemik” deyimi bile yeterli değil, az gelir. Sadece bir iskelet, bir kemik yığını. Böyle bir erime, bedensel yok oluş birkaç günde, birkaç haftada, birkaç ayda olmaz. En azından altı ayın işi.
Nerede yaşadığını bilen Muharip Gaziler Derneği Milas Şubesi’ndeki arkadaşları bu süre içinde ne yapmıştı? Demek ki hiçbir şey yapmamış! Zavallı gazinin bu hale gelmesine nasıl göz yummuşlardı; dernek üyesi bir gazi lokantadan bozma bir barakada nasıl yaşardı; aralarında Kore gaziliğini ranta dönüştürmüş bir açıkgöz de mi yoktu?
GAZİDEN ÖZÜR DİLERİM
Muharrem Topçu adlı Kore gazisinin utanç verici ölümünün sorumlularını sayıyorum: Milli Savunma Bakanlığı, Milas Askerlik Şubesi, Milas Kaymakamlığı, Milas Belediye Başkanlığı, Mahalle Muhtarlığı ve Milas halkı.
Demokrat Parti iktidarının TBMM kararı olmadan sıradan bir Bakanlar Kurulu kararıyla Kore’ye gönderilmişti bu zavallı gazi. Demokrat Parti’nin gayrimeşru yolla yurtdışına gönderdiği bu vatan evlatları, Kore şehitleri ve Kore gazileri sayesinde Türkiye NATO üyesi olabilmiş ve ABD yardımlarından yararlanabilmişti. Ne yaman antikomünist olduğunu kanıtlayarak Yunanistan ile rekabet eder duruma gelmişti. Ama siz bakmayın hamasi palavralara, Türkiye ve halkı vefasızdır. Bu ölüm, bu intihar, bu cinayet sadece bir örneği!
AYŞE HÜR
Ülkenin “Özel Tarih” saptırıcılarından Ayşe Hür Hanım’ın bu hususta yazdıklarını birlikte okuyalım:
“Mustafa Kemal’in imajını korumak için yapılan en müthiş icat ise 31 Temmuz 1951’de yürürlüğe giren 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun olmalı” (Radikal, 27/08/06).
“Gayriresmi Özel Saptırıcı Tarihçi” Bayan Ayşe Hür, Türk Ceza Kanunu’nda bu konuda yeterince madde varken bu yeni kanuna neden ihtiyaç duyulduğunu soruyor yazısında. Hanım kızımız, sorduğu sorunun yanıtının kendi yazısında oturduğunu bilmiyor mu? Bilmezler!
Yasanın “Mustafa Kemal’in imajını korumak” amacıyla çıkartıldığını kendisi yazıyor. Ceza Yasası’ndaki suçlar “imaj”la ilgili değil, gerçekle ilgili maddeler. Hanım kızımız, 8 adet Devrim Yasası’nın titizlikle uygulanması durumunda özel yasaya gerek olmayacağını bil(e)miyor mu? Biliyor da şeytanlık yapıyor.
TEŞHİR ETMİYORLAR
Söz konusu 5816 sayılı komik yasa Ticani Tarikatı mensuplarının Atatürk’ün heykel ve büstlerine yaptıkları saldırılar yüzünden çıkartılmıştı. 31 Temmuz 1951 günü, Celal Bayar ve Adnan Menderes’in Demokrat Parti’sinin devr-i saltanatında.
İktidara gelir gelmez, Cumhuriyet Devrimi’ni halkın benimsediği ve benimsemediği devrimler diye ikiye ayıran; halkın benimsediği devrimleri koruyacaklarını, benimsemediklerini çöp sepetine atacaklarını söyleyen kim? Başbakan Adnan Menderes!
Bir de “mimli” sıfatı vardı. Osmanlı alfabesinin yirmi yedinci harfi olan “mim”, “görüldü” anlamında kullanılırdı. “Mimli” ise “Polis ve Milli Emniyet tarafından bilinen” anlamında kullanılırdı. Sağcı, dinci, ırkçı olanlar dışında bütün şairler, yazarlar mimliydi!
* * *
“Müseccel”i şimdi ben şu İslamcı gazete(ler) için kullanıyorum. Gazetenin yanlışı var: Nâzım Hikmet sadece Rus Rublesi için şiir yazmazdı. ABD Doları, İngiliz Sterlini, Fransız Frangı, İtalyan Lireti, Alman Markı, Türk Lirası için de şiir yazardı. Elbette şiirlerini, oyunlarını, romanlarını yayınlayan yayınevleri bunun karşılığı olarak ona bir telif ücreti ödeyeceklerdi.
Ha, rublenin komünist olanı, kapitalist olanı varsa, o zaman başka. Günümüzde de başta Yaşar Kemal ile Orhan Pamuk olmak üzere Rusya’da kitapları yayınlanan yazarlar ruble olarak telif ücreti alıyorlar. Yani emeklerinin, alın terlerinin karşılığı olarak telif ücreti alıyorlar. Ama bizim “müseccel” İslamcı gazeteye göre telif ücreti ihanet belgesine dönüşüyor. Türkiye’de bütün gizli servisler gibi KGB ajanları da cirit attığı için Sovyetler Birliği’nin Nâzım Hikmet’in casusluğuna da gereksinimleri yoktu. Budalalık ki ne budalalık!
* * *
“Örtülü ödenek” devletin istihbarat için kullandığı fondur. Bunun dışında, devletin yüksek çıkarları için gizli işlerde de kullanılabilir. Yassıada duruşmalarında Adnan Menderes aleyhine açılan davalardan biri “Örtülü Ödenek Davası” idi.
Dava tutanaklarında Adnan Menderes’in başta Park Otel masrafları olmak üzere, örtülü ödeneği usulüne uygun kullanmadığı görülür: Sevgilisi Ayhan Aydan’ın kocası Ferit Alnar’a, Burhan Belge’ye, şair Orhan Seyfi Orhon’a örtülü ödenek fonundan paralar ödenmiştir. Bunları yazmasam da olurdu, ama şimdi vereceğim adlar bakımından gerekli örneklerdir:
İrtica akımları için folluk görevi yapan dergileri çıkartan, Cumhuriyet ve devrim karşıtlarına önderlik eden Necip Fazıl Kısakürek 1951-1959 yılları arasında Adnan Menderes’in örtülü ödeneğinden tamı tamına 147.000 lira almış. “Müseccel” sağın medar-ı iftiharı Peyami Safa’ya bir kalemde 16.000 lira ödenmiş. Davada bu ödemeler Menderes’e zimmet olarak çıkartılmış.