Aysel’in on bir, on iki yaşındaki yüzü geldi gözümün önüne. Saçları kumraldı, gözleri mavi olabilir. Aysel ilkokulda bizim sınıf futbol takımının kalecisi idi.
Anımsadığıma göre maddi durumları iyiydi, babası tüccardı. 1946, 1947, 1948 yıllarında çocukların futbol oynayacağı bir futbol topuna sahip olmak hayal bile değildi. Mersin İdman Yurdu’nun bile en fazla iki tane futbol topu vardı belki.
Aysel, şimdilerde belki 50-60 yıldır piyasadan kalkmış siyah çoraplar getirirdi evden. İçine pamuk tepmek için elbette zorluk çekmezdik. Bol pamuk vardı. Top ıslak havalarda su emip kurşun gülle gibi olurdu.
Kayatepe İlkokulu’nun biraz uzağındaki çayırlarda, dört tane taşla kale yapıp hava kararıncaya kadar top peşinde koşardık. Aysel bizim takımın “Cihat”ı idi!
ERKEKLERİN KALECİSİ
Düşünün: Bundan altmış yıl önce bir kız öğrenci erkek arkadaşlarıyla çayırlıkta futbol oynuyor ve kimse bunu yadırgamıyor. 1943 yılında ilkokula başladığıma göre Cumhuriyet kurulalı 20 yıl olmuş ve bu süre içinde Mersin’de cumhuriyetin cumhuriyetçi toplumu oluşmuş. Bu oluşum için 20 yıl yetmez kolay kolay. Demek ki halkın, insanların hamurunda ilerlemeye, laik yaşama doğru açılım tohumları varmış.
1943 yılında okullar karma olduğu gibi sıralarda kız-erkek karışık otururduk. Kız ailelerinden kızlarının erkek çocuklarla aynı sırada oturtulmaması itirazı gelmezdi. Olsaydı kız öğrenciler öğretmenlere söylerlerdi.
İlkokul birinci sınıfta iki kızın arasında oturdum. Aysel benim önümdeki sırada otururdu. Dördüncü ve beşinci sınıflarda rahmetli Işık Merzeci ile aynı sırada oturmuştuk.
Okumaya değmez ama Ermeni soykırımı iddiasında bulunanlar bu yazınsal kurguya dayanan (fiction) romanı tarihsel belgeli kanıt olarak ileri sürerler.
Geçenlerde bir gazetede bir tür Van ağıdı okudum. Van kökenli biri gene Van kökenli birine Ermeni soykırımını çağrıştıran melodramatik bir öykü anlatıyordu. Sanki Amerikan ordu birlikleri durup dururken bir Kızılderili kabilesine saldırmış ve bütün canlıları kılıçtan geçirmiş gibi.
Geçen ay Adana’yla ilgili bir Ermeni soykırımı iddiası provası yapıldı. Yurtdışından Ermeni dernekleri çağırıldı. Katılanlardan biri açıklarsa sevinirim: Acaba Mersin, Adana, Hatay ve havalilerinde yaşanan Ermeni saldırıları, katliamları; kurulması tasarlanan Kilikya Ermeni devleti tasarıları, Fransız Yabancı Lejyonu’na bağlı kanlı Özel Ermeni Lejyonu, Çukurova’nın yaşadığı “Kaç Kaç” felaketi de konuşuldu mu?
Şimdilerde pek moda: Dersim olayları, Van ve Pontus öyküleri ısıtılıp ısıtılıp önümüze sürülüyor. Sürülsün ama paranın sadece yazı tarafı değil tura tarafı da anlatılsın, tasvir edilsin. Benim gerçekleri gizlemek gibi bir niyetim yok. Olayların “yüzü” anlatılırken “tersi”nin es geçilmesi, karartılmasına itiraz ediyorum. Yüzleşme olacaksa Koçgiri isyanından başlasın!
* * *
Van olayıyla ilgili olmak üzere, gerçeğin “tersi” tarafına tanıklık etmesi için, Justin McCarthy’nin “Ölüm ve Sürgün”ünü (İnkılap Kitabevi) tanıklığa çağıracağım:
“1915 Mart’ında, Van vilayetinde ayaklanma patlak verdi. Ermenilerin ayaklanmacı güçleri toplandılar ve örgütlendiler. Bundan sonra Ermeni köylüleri Van kentine sızdı. Ermeni köylüler Müslüman köylerine saldırdı ve buna karşılık Kürt aşiretleri Ermeni köylerini bastı. 20 Nisan’da Ermeniler, polis karakollarına ve Müslümanların konutlarına ateş etmeye başladılar. Ermeni ayaklanmacılar kentin içinde ve çevre köylerde kendi ayaklanmalarını sahneye koymak için yeterince silah gizlemişlerdi ve Osmanlıların hesabına göre 4.000’i bulan sayıda Ermeni savaşçısı kentin içine girmişti. Ermeniler ilerleyip Osmanlı güvenlik güçlerini yenilgiye uğrattıkça, Müslüman mahallesini de yakıyorlar ve ellerine düşen Müslümanları öldürüyorlardı. 14 Nisan’da kent tümüyle Ermenilerin elindeydi, ancak kentin düşmesinden sonra gelen Osmanlı birliklerince kuşatma altına alınmıştı. Ermeniler, kenti, Kafkasya’dan yola çıkan Rus birlikleri yetişebilene dek ellerinde tuttular.” (s. 208)
“Van’ın Müslümanları, herhangi bir direniş örgütlemeye olanak bulamadan etkin biçimde yok edilmişlerdi ve ileri gelen kişilere edilen korkunç işkenceler ancak pek yoğun bir hıncın ürünü olabilir. Van’da İslamlarla ilgili ne varsa yakılıp yıkıldı. Çok eski zamanlardan kalma 3 yapı dışında, bütün camiler ateşe verildi ya da yerle bir edildi. Müslüman mahallesinin tümü yakılıp yıkıldı. Ermenilerin bu çalışması ve Osmanlılarla Ermeniler arasındaki çatışma bittiğinde, Van, bir kentten çok, bir ilkçağ kenti yıkıntılarına benzemekteydi.” (s. 209)
Dedelerin, ninelerin, nenelerin anlattıkları “naylon tarih” üzerine bina edilen yazınsal yapıtlara güvenemem. Anı okumak daha kolay: Anlatılanların tersinin de mümkün olduğunu düşünürüm. Bu nedenle, genç bir yazar hanımın (hanımların) bu tür konularda yazdıkları yazınsal (edebi) yapıtları okumam, okumaya vaktim yoktur. Ancak, kendileriyle yapılan söyleşileri mutlaka okurum ve zihniyetlerini öğrenirim.
SAPTIRMALAR
Bugünkü dersimiz “Dersim Edebiyatı”! “Dersim Edebiyatı” yalanlarla, dolanlarla, saptırmalarla, düzmece ağıtlarla tıka basa doludur. Cumhurbaşkanı Gül’ün ziyareti nedeniyle Dersim tekrar gündeme geldi. Cumhurbaşkanı Gül’e, 71 yıl (1937-1938) önce meydana gelen Dersim olaylarının ardından yetim kalarak evlatlık verilen çocukların bulunması için mektup-dilekçe verilmiş. Bu konuda öyle uyduruk şeyler okuyoruz ki sanki yetim kalan Alevi-Kürt çocuklar Yeniçeri Ocağı’na çocuk toplar gibi toplanmış izlenimi doğuyor.
Genç romancı Sema Kaygusuz “Yeryüzünde Bir yer” adlı roman yayınlamış. Dersim sürgünü babaannesinin izini sürüyormuş. “Dersim sürgününün konuşulma vakti geldi!” (Taraf, 18.10.09) diyor. “Dersim katliamı”ndan söz ediyor (Radikal Kitap, 02.10.09).
Basında bu türden tezvirat, tevatür, soyutlama, saptırmalar birbirini izliyor.
Bu da yetmiyormuş gibi, Ermeni, Süryani, Pontus soykırımlarından sonra Dersim soykırımı da icat edildi: 14 Kasım 2008 tarihinde, Brüksel’de Avrupa Parlamentosu tarafından “Dersim’de Alevi Kürtlere soykırım uygulandı” konulu bir toplantı düzenlendi. Toplantıya DTP milletvekilleri Şerafettin Halis (Tunceli) ve Aysel Tuğluk (Diyarbakır) ile Tunceli’nin DTP’li Belediye Başkanı katılmış! Ardından 17 Kasım’da bir başkası düzenlendi.
YA ÇAPULCULAR
Osmanlı döneminin askere gitmeyen, vergi vermeyen, komşu köy, kaza, ilçe ve kentleri talan eden, kaçakçılıkla geçinen Dersim’in isyanlarını, eşkıya çapulculuklarını bir yana mı bırakalım? 1937 isyanının nedeni de aynı eşkıyalık anlayışıdır. Ayrıca Koçgiri ve Seyh Sait isyanları gibi siyasal tarafı da vardır. 21 Mart 1937 gecesi başlayan Dersim Ayaklanması hakkında ABD’nin Türkiye büyükelçiliği Washington’a şu raporu gönderiyor:
Türkiye’de hazırlanan renkli devrimin hedefine, hedeflerine gelince: Mustafa Kemal Atatürk. Kemalist Cumhuriyet, Türk Silahlı Kuvvetleri, başta Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay olmak üzere bütün Yargı ve Cumhuriyet Halk Partisi.
Ilımlı İslam programının karşısında bunlar direniyor. Psikolojik savaşın amacı işte bu direnci kırmak, yok etmek!
PSİKOLOJİK SAVAŞ KASASI
Psikolojik savaşın elinde dört hazine var: 1. Aleviler, 2. Kürtler, 3. Ermeni sorunu, 4. Kıbrıs. Bu dört hazine psikolojik savaş kasasında duruyor, istendiği ve gerektiği zaman kasadan çıkartılıyor. Bu psikolojik savaşın maddi ve manevi finansörleri: ABD ve Avrupa Birliği.
ABD’nin kullandığı araçlar: Pentagon, CIA tarafından desteklenen sivil toplum örgütleri ve vakıflar:
1. NED (Demokrasi İçin Ulusal Barış; The National Endowment for Democracy): Yardım ettiği kuruluşlar 1980’ler boyunca Sovyet muhaliflerinin sığınağı haline geldi. Polonya’da Dayanışma Sendikası’nı, Çekoslovakya’da Charter 77’yi destekledi. NED’in tasarlanmasında katkısı olan Senatör Allen Weinstein, 1991’de, Demokrasi Projesi’nden bağış alan kuruluşlar Demir Perde’yi yıkmaya çalışırken şunları söylemişti: “Bizim bugün NED olarak yaptığımız 25 yıl önce CIA tarafından gizlice yapılıyordu.” (Yeni Soğuk Savaş, s. 50 ve sonrası)
2. Özgürlükler Evi (Freedom House).
3. IRI (International Republican Institude): NED’in para bağışlarını dağıtıyor.
* * *
“Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Yusuf Ziya Özcan, öğretmenlerin kalitesinin yükseltilmesi gerektiğini belirtirken ilginç bir örnek verdi. Özcan, ‘Oğlumun öğretmeninin çok iyi matematik bildiğinden emin değilim’ dedi.
Türkiye Yazarlar Birliği’nin 16. Dönem Yazar Okulu açılış dersini veren Özcan, YÖK’ün çalışmalarını anlattı. Mesleki eğitimi geliştirmek adına iki önemli adım attıklarına işaret eden Özcan, teknoloji üniversitelerinin kurulmasına ilişkin kararın Bakanlar Kurulu’nda imzalandığını söyledi.
Öğretmenlerin kalitesini yükseltme adına çalışma yaptıklarını dile getiren YÖK Başkanı, ilginç bir örnek verdi: ‘Oğlumun öğretmeninin çok iyi matematik bildiğinden emin değilim. Ben arada sırada bakıyorum mesela bizim zamanımızdan daha niteliksiz hocalar sistemde öğretmenlik yapıyor. Maalesef. Onun için çocuklar başarı gösteremiyor. Seviyeleri tamamen düştü’.” (Gazeteler, 15.11.09)]
* * *
Her zaman sakin olan Madame Murcia’nın birden ayağa fırlayıp “Hayır genç bayan, hiçbir gerçek yazar sizin yaptığınız bu tanıma uymaz. ‘Kısa cümlelerle konuşur gibi yazmak, halkın anlayacağı bir üslupla yazmak’ ne demek?” diye itiraz ettiğini anımsıyorum.
Genç kızın aslında bir suçu yoktu, ortaokul ve lisede standart öğretmenler bize, kısa cümlelerle konuşur gibi yazmanın, halk tarafından anlaşılır olmanın bir yazar için övülebilecek en önemli erdem olduğunu öğretmişlerdi.
Edebiyat yazarı, yazınsal yazar bir başka boyutta yazardı. Gerçekten “yazar” olabilmek için bize öğretilen ilkeyi paramparça etmek gerekiyordu.
ÖDEV VE GÖREV
“MonoKL” (Mono Kurgusuz Labirent) dergisini okurken, Madame Murcia’nın itirazı geldi aklıma. “MonoKL” dergisi sadece Türkiye’nin değil dünya standartlarının en üst basamağında yer alan bir dergi. Sıradan, alışılmış bir dergi değil. Beni şaşırttı, titretti. Böyle bir dergiden bir gazetenin sütunlarında söz etmek belki epeyce aşırıya kaçabilecek bir davranış. Okurların çok büyük bir bölümünün ilgi alanının dışında kalıyor. Üniversite hocalarına, doktora öğrencilerine ve çağdaş kültürle gerçekten ilgili yazarlara seslenen bir dergi. Ama ben burada bu dergiden söz etmeyi bir zorunlu ödev ve görev sayıyorum.
CUMHURİYETE BAĞLI
Düşünce, sanat ve siyaset öncülerinin bize okullarda öğretilen yazma ve okuma ilkelerinin bukağılarından mutlaka kurtulmaları gerektiğini düşünüyorum.
Bir dergi düşünün ki yerli ve yabancı yazarların hepsi yazılarını bir tema çevresinde bu dergi için özel olarak kaleme almışlar. Bu müthiş bir şey. Örneğin derginin son “Lacan” sayısı için 9 ülkeden 39 yazar doğrudan katkıda bulunmuşlar. Yazıların 33 tanesi dünyada ilk kez “MonoKL” (www.monokl.net; editor@monokl.net; 0212 292 84 59) dergisinde yayımlanıyor.
İlkin Türkiye’de “Kemalist” olan ve olmayan kurumlar diye bir kategorik ayrım yoktur. Türkiye’nin bütün kurumları, aralarında yozlaştırılanlar, içi boşaltılanlar ve özelleştirme furyasında haraç-mezat satılanlar olmak üzere Cumhuriyet’in kurumlarıdır.
Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi elbette Kemalizm’dir. Ama bu Kemalizm Cumhuriyet’le birlikte oluşmuştur. Marx-Engels’in manifestosu gibi bir ön programı yoktur.
* * *
Yukarda sözünü ettiğim çevrelerin sözcülüğünü yüklenen Arı Grubu, Bilgi Üniversitesi’nde “Türkiye’de Sekülarizasyon ve Modernizasyon” başlıklı bir panel düzenlemiş ve Prof. Dr. Eric Jan Zürcher adlı bir lejyoneri (Hollandalı bir tarihçi) konuşmacı olarak davet etmiş. Lejyoner Zürcher, Kemalist rejimin 1934-1941 yılları arasında, kendi hedef ve ideallerini Batı dünyasına anlatmak için yayınladığı “La Turquie Kemaliste” adlı propaganda dergisinin içerik analizini yapmış.
Derginin kapağında ve içinde sağlıklı çalışanların, sanayi kurumlarının, inançlı insanların resimleri, fotoğrafları varmış. Ankara’da yapılan binaların önyüzleri, heykeller ve büstler faşist sanat estetiğine uygunmuş. Ama aynı zamanda Sovyetik ideolojinin ilkelerini de yansıtıyormuş. Toplantılara katılmadığım için Taksim Anıtı’ndaki İki Sovyet generalinden söz edip etmediğini bilemiyorum. İhbarı(!) ben yapıyorum: İkisi de komünisttir!
Konu Türk’ün darbe ile imtihanı idi. Katılımcılar: Refah Partisi’nin Adalet Bakanı avukat Şevket Kazan, emekli Koramiral Atila Kıyat, gazeteci Hulki Cevizoğlu ve münazara programlarının gediklisi, gazeteci Nazlı Ilıcak.
Şevket Kazan program sırasında 28 Şubat karşıtı sıkı bir söylev çekti. 12 Mart ve 12 Eylül’den nasıl nemalandıklarını, bu iki darbeyi nasıl bir gayretle desteklediklerini es geçip eleştirmeye bile kalkıştı. Demek ki sivil giysinin darbe lekesi temizleyicide kolayca çıkıyor.
Sonuçta Türkiye için irtica ve askeri darbe tehlikesi bulunmadığı konusunda gönülsüz bir uzlaşma oldu. Ama ben bu konuda bir anahtar vereceğim:
1. Başarılı bir askeri darbe birkaç saat içinde yapılır. Askeri darbe bir med dalgasına (deniz yükselmesine) benzer, yükseliş dalgasının ardından geri çekilme (cezir) gelir.