Danıştay’ın kararı çok açık, eğitici ve yol gösterici:
“Uygulanması halinde telafisi güç ve imkânsız zararlar oluşacağı da açıktır. Herkese eşit bir katsayı uygulaması öngörülmüş olmakla, farklı hukuki statüdeki öğrencilerin aynı konumda değerlendirilmesi sonucu anayasal eşitlik kuralı ile çelişkili bir durum yaratılmıştır. Bu uygulama hukuksal statü farkı olanları eşit koşullara tabi kılarak hak kaybı ve ihlaline sebep olacaktır.”
Ve Danıştay 8. Dairesi’nin kararı devam ediyor.
Bu karar gerçekte, imam hatip lisesi mezunlarının canının istediği fakülteye girmesini kesinlikle engelliyor. Bunu gören Başbakan feveran ile karara itiraz ediyor! Politikaya girdiğinden bu yana ilk kez Başbakan Erdoğan’ın dile getirdiği bir düşünceyi kesinlikte paylaşıyorum: Evet! Danıştay’ın kararı kesinlikle ideolojiktir! Böyle bir karar vermemiş olsaydı, bir gün bunun anayasal hesabını vermek zorunda kalabilirdi. Bu açıklama, Başbakan’ın Cumhuriyet ve Cumhuriyet Devrimi ile, ulusal eğitimin temelleriyle büyük bir uyuşmazlık içinde olduğunu kanıtlamıştır! Başbakan bir karşı devrimcidir!
Gerekirse sorunu halletmek için yasa çıkartılabileceğini düşünen Milli Eğitim Bakanı Bayan Nimet Çubukçu’ya tasarladığını yapmasını şiddetle tavsiye ederim. Çıkartılacak yasa Anayasa Mahkemesi tarafından kesinlikle iptal edilir ve imam hatip hülleciliği de tıpkı türban işi gibi (yasal olarak) kesinlikle sona erer.
‘ÖZGÜRLÜK, eşitlik, kardeşlik’ 1789 Büyük Fransız Devrimi’nin büyük şiarıdır!
* * *
Efendim, izin verirseniz arz edeyim!1. Özgürlüğün olmadığı yerde demokrasi yoktur!
2. Eşitliğin olmadığı yerde demokrasi yoktur!
3. Kardeşliğin olmadığı yerde demokrasi yoktur!
Ve gerisi palavradır! Davul tozu ile minare gölgesidir! Arz ederim!* * *
Özgürlük somuttur, eşitlik somuttur, kardeşlik somuttur. O halde demokrasi de somuttur. Soyut özgürlük, eşitlik ve kardeşlik olmadığı gibi soyut demokrasi de yoktur. Demokrasi kesinlikle Türk kahvesine benzemez: Sadesi, az şekerlisi, orta şekerlisi, şekerlisi olmaz.
Son günlerde yaşadığımız garabet, bu kitabı tekrar gündeme getiriyor. Gündemden tedirgin olanlar, tedirginliği isyana dönüşenler dönüp bu kitabı bir kez daha okumalı. Okumamış olanlar ise kitabı hemen edinip mutlaka okumalı.
* * *
20 Kasım 2009 Cuma günü SKY-TÜRK televizyonunda konuk idim. Değerli dostum İdris Akyüz darbe paranoyasını sordu. Kendisini şöyle yanıtladım:
Kimilerinin darbe saplantılarını anlamakta güçlük çekiyorum. Acaba iktidardaki AKP hükümetinin darbelik işler yaptığını mı düşünmekteler? Darbeyi kim yapacak, TSK mı? TSK’nın böyle bir niyeti olduğunu, aleyhteki bütün bulgu iddialarına rağmen, düşünmüyorum. TSK kadrolarının AKP kadrolarından çok daha demokrat olduğuna inanıyorum. AKP, dış ve iç yandaşları, lejyonerleri, yurtdışındaki moral hocaları sivil darbeyi tamamlamak için siyaset sahnesinde psikolojik savaşın sis makinesini çalıştırıyorlar.
Ben size şu anda Türkiye’de sahnelenen tiyatro oyununun kanavasını betimleyeceğim:
* * *
“Darbe hayaleti” ve “darbe şantajı” ile, Gazi Mustafa Kemal, TSK, CHP, 1923 Cumhuriyeti, Cumhuriyetçiler, AKP iktidarı muhalifleri toptan hedef alınıyor ve toptan darbeci olarak damgalanıyor.
Aynı şey, Eski Yugoslavya (Sırbistan), Ukrayna, Gürcistan ve Beyaz Rusya’da da tezgâhlanmıştı. Adını andığım “Yeni Soğuk Savaş”ta oynanan oyunlar, kurulan tuzaklar, çevrilen dolaplar anlatılmaktaydı. Başta Soros olmak üzere ABD patentli vakıfların (NED, IRI, NDI, Soros) hazırladığı senaryolar Beyaz Rusya dışında Sırbistan, Ukrayna ve Gürcistan’da başarılı olmuş, iktidarlar devrilmişti.
Öymen kardeşleri, yuvarlak hesap 50’li yılların sonlarında, 60’lı yılların başlarında, Ankara’nın ünlü Piknik’inin üzerindeki Gazeteciler Cemiyeti’nde uzaktan görürdüm. Benim bir dost sayesinde ürkerek girdiğim Cemiyet’te babalarının çiftliğinde gibi dolaşırlardı.
Babaları Hıfzırrahman Raşit Öymen, 1960 yılında Gazi’den mezun olduğum zaman diplomamı vermişti. Örsan, o sahneyi gösteren fotoğrafı babasıyla ilgili bir yayında kullanmak üzere aldı ama geri vermedi. Güzel bir fotoğraftı.
¡ ¡ ¡
1969 yılında, TRT Dış Haberler’den Ankara Televizyo-nu’na geçtiğim zaman iki kardeşle gerçekten tanıştık. Beni artık az-buçuk tanıyorlardı. Örsan, Haberler’de çalışıyordu. Altan Öymen ise, sanırım, Melih Aşık’ın yönettiği “Objektif Programı”na Varlık Özmenek ve rahmetli Adem Yavuz’la birlikte program hazırlıyordu. Programın metnini ben okuyordum.
Altan Öymen’i en son ve uzun süre sonra 20 Kasım 2009 gecesi Sirkeci Gar Lokantası’nda gördüm. Eski günlerdeki gibi. Eski günlerdeki gibi diyorum, çünkü 1970’lerde Ankara’da Sultan Otel’in barında, Mehmet Kemal’in “Kalem”inde, şimdi yerlerinde yeller esen “Tavukçu” ve “Pis Buhara”da bir arada olurduk. Hepsi destansı nitelikte (Haluk Tuncalı, Şirin’in babası Nizam Payzın, Erhan İsmet, Ertan Karasu, Zafer Cilasun, vb.) televizyon programcıları, habercileri, gazeteciler, yazarlar, operacılar ve tiyatrocular gelirdi. Bizi pek devrimci saymayan zamanın devrimcileri başka yerlere takılırdı.
¡ ¡ ¡
Lafı Altan Öymen’in son yayınladığı ve “Kadim dostum Özdemir İnce’ye en iyi dileklerimle” diye imzaladığı, kendi deyişiyle “Anılı” kitabı “Öfkeli Yıllar”a (Doğan Yayıncılık) getireceğim. Ama bu kitap hakkında ne diyebilirim, tarihsel tanıklığın hangisine, neden itiraz edebilirim? İtiraz edebileceğim herhangi bir tarihsel yan yok. Anlattıkları benim de içinde ya da bir kıyısında yaşadığım öfkeli yıllar. Doğan Yayıncılık daha önce “Bir Dönem Bir Çocuk” ile “Değişim Yılları”nı yayınlamıştı.
Fakat “Öfkeli Yıllar” bir ölçüde benim de hayatıma tanıklık ediyor: Rüzgârlı Sokak, Cemil Sait Barlas’ın Pazar Postası (Muzaffer Erdost zamanında “İkinci Yeni”nin folluğu oldu); Posta Caddesi’ndeki Kürdün Meyhanesi, Palabıyık. Ben Karpiç’e adım atamadım. Listede Üç Nal ve Sakarya Caddesi’ndeki Missuri Lokantası-Üçüncü Mevki (Erdoğan Tokmakçıoğlu’nun kulakları çınlasın) eksik. Canı sağ olsun!
Bakalım, Cumhuriyet’in gözündeki çöpleri büyüteçle bulan, cımbızla çıkaran nankör tayfası, kadınlarımız adına biraz olsun sevinebilecekler mi?
İLK OY 1935’TE
5 Aralık 1934 günü kadınlar genel seçimlere katılma ve milletvekili seçme/seçilme hakkına kavuştular. Daha önce kadınların temsil hakkına ilişkin ilk düzenleme 3 Nisan 1930 tarihli “Belediyeler Kanunu” ile yapılmış ve kadınlara yerel seçimlere katılma hakkı sağlanmıştı. Bu önemli atılım, o dönemde daha kapsamlı bir devrimin ilk aşaması olarak değerlendirilmişti. Bu devrim 5 Aralık 1934’te gerçekleşti. Anayasa’nın 10. ve 11. maddelerinde yapılan bir düzenlemeyle 22 yaşını bitiren her Türk kadınına seçme ve 30 yaşını bitiren her kadına milletvekili seçilme hakkı verildi. Bütün yurtta sevinç yaratan bu karar, Türk Kadınlar Birliği’nin 7 Aralık 1934 günü Beyazıt Meydanı’nda düzenlediği büyük bir mitingle kutlandı. Kadınlar oy verme haklarını ilk kez 1935 seçimlerinde kullandılar. (Cumhuriyet Gazetesi’nin “Cumhuriyet’in 80 Yılı” ekinden alıntı.)
17 ÜLKEDEN BİRİ
5 Aralık 1934 günü dünyada kadınların yasal olarak milletvekili seçme ve seçilme hakkına sahip olduğu ülke sayısı 28, bu hakkın kullanıldığı ülke sayısı 17 idi. Kadınlar seçme/seçilme hakkına Fransa’da 1944, İtalya’da 1945, Yunanistan’da 1952, Belçika’da 1960 ve İsviçre’de 1971 yılında kavuştular.
Atatürk Türk kadınının seçme ve seçilme hakkının verilmesinin ardından şöyle seslenmiştir:
“Bu karar, Türk kadınına sosyal ve siyasi hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lazım gelecektir. Türk kadını, evdeki medeni mevkiini selahiyetle işgal etmiş, iş hayatının her safhasında muvaffakiyetler göstermiştir. Siyasi hayatla, belediye seçimleriyle tecrübe kazanan Türk kadını bu sefer de milletvekili seçme ve seçilme suretiyle haklarının en büyüğünü elde etmiş bulunuyor. Medeni memleketlerin birçoğunda, kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının elindedir ve onu selahiyet ve liyakatla kullanacaktır.”
5 Aralık 1934 tarihli yasa değişikliği ve bu değişiklikle ilgili olarak Atatürk’ün söyledikleri ne yazık ki gerçekleşememiştir.
Geçen hafta yurtiçinde ve yurtdışında bir üniversitenin bir dersliğinde bir musalla taşının üzerinde gördüm seni; açık ve kapalı oturumlarda söylenenleri dinledim:
“Merhumu, merhumeyi nasıl bilirsiniz?” diye soruyordu hiçbir dine inanmayan bir imam (ikisi de sendin hem merhum hem merhume olan); arkandan beddua okuyordu dünyanın bütün çiğ süt emmiş haramzadeleri, CIA parasıyla Boğaz’da keyf süren munkabızlar!
KUBURU DÖLLEMİŞSİN
Mahkûm ediyorlardı seni, kendi evlatlarının avro-iftiralarını tanık göstererek dünyaya! Sen orada, öyle yatıyordun musalla taşının üzerinde, kin ve iftira taşları döşenmiş bir kirli alanda kurulan bir musalla taşında. Musalla taşının biraz ötesinde senin kendi ağaçlarından yapılmış üç ayak bir idam sehpası; bir giyotin ki tezgâhın başında oğullarından biri; bir kütük üzerinde başın, elinde kör bir baltayla oğullarından biri.
Aşağıda, birbirini ezen esrar çekmiş bir kalabalık, senin oğulların ve kızların zort çekmekte senin arkandan: kuyruğuna teneke bağlanmış bir kedisin, kuyruğuna bira kutusu takılmış bir köpeksin sanki. Bunlar senin evlatların, senin kızların ve oğulların; sanki bir kuburu döllemişsin, sanki bir kuduz virüsü döllemiş rahmindeki yumurtayı.
Bunlar senin evlatların mı, bunları sen mi yarattın, bunları sen nasıl yarattın Türkiye?
SATILMIŞ EVLATLARIN
Kederden içiyorsun her gece, önüne ne gelirse veresiye; dilin bağlanmış başına gelenleri kimseye anlatmıyorsun, anlatamıyorsun, belki de dilini kestiler bir paslı jiletle.
‘ANLAŞILAN Dersim katillerinin Ergenekoncu uzantılarının Dersim’e olan kinleri ve öfkeleri dinmemiş. Faşist Onur Öymen’in mide bulandırıcı konuşmasından sonra medyanın Ergenekoncu uzantısı Özdemir İnce de mide bulandırmaya devam ediyor. Dersim adını ağzınıza almayı hak etmiyorsunuz. Pis salyalarınızla kirletmeyin Dersim adını. Seyid Rıza her şeyle baş ettim ama sizin yalanlarınızla baş edemedim demişti idam sehpasını tekmelemeden önce. Hâlâ geçerliliğini ve güncelliğini koruyan bir söz.
Demek Dersim şahsında Kürt-Alevilere olan kininiz ve öfkeniz o kadar derin ve canlı. Ama inanın tüm Alevilerin ve Kürtlerin ‘Kâbem insandır’ inanışına rağmen sizin gibi köpeklerden er ya da geç hesap soracağından emin olabilirsiniz. DERSİM’İ SALYALARINIZLA KİRLETEMEZSİNİZ.’
YUNAN’LA İŞBİRLİĞİAli Ankara imzalı yukarıdaki elektronik ileti 27 Kasım 2009 günü saat 03.33’te gönderilmiş. Aynı gün yayınlanan “Dersim Edebiyatı” adlı yazıma gelen ilk tepki. Bana büyük bir acı verdi. Kürtçülüğün boyunduruğuna girmiş Kürtlük+Aleviliğin ne denli siyaset kuburuna battığını bir kez daha görmek zorunda kaldığım için. Tam “Aleviler CHP’yi rahat bırakın! CHP Alevileri rahat bırak!” başlıklı bir yazı yazmayı düşünürken.
Bu iletiden sonra, Koçgiri büyük ihanetinden başlayıp Şeyh Sait’ten ve Dersim’den geçerek Kürt ve Alevi mesel ve menkıbelerini gerçek boyutlarına indirgemenin artık farz olduğunu düşündüm. Artık falanca kırılır, filanca üzülür sakınımlarını bir yana bırakıp bütün irinli yaraları patlatmak gerekiyor. Yetti artık! Patlasın ki irinleri aksın! Örneğin 1915 ve öncesi “Ermeni gailesi” ile Kürt aşiretlerinin derin ilişkisi ortaya çıksın! Örneğin Koçgiri’nin isyancı şeyhlerinin işgalci Yunan ile yaptığı fesat işbirliği iyice anlaşılsın ve utanması gerekenler utansın! Komşuluk hatırına ve kimseyi utandırmamak için bu gerçeklerin hepsi bir kurşun tabuta konup kapağı lehimlenmişti. Bu artık biline!
CHP CEM EVİ DEĞİLAleviler sırf Alevi oldukları için CHP’ye sakın oy vermesinler ve sadece bu nedenden dolayı CHP içinde ayrıcalıklı bir yer istemesinler. CHP de Alevileri çantada keklik görmemeli artık.
Nasıl Sünnilerin herhangi bir siyasal parti ile özdeşleşmelerini istemiyorsak, Alevilerin de herhangi bir siyasal parti ile özdeşleşmesine karşı olmalıyız.
İngiltere, ABD, Fransa ve öteki devletlerin dışişleri bakanlıkları ile Milletler Cemiyeti Genel Sekreterliği’ne hitaben yazılan işbu şikâyetnameyi birlikte okuyalım:
SEYİT RIZA’DAN EKSELANSLARINA
[“Dışişleri Bakanlığı Dersim-Kürdistan
30 Temmuz 1937
Sayın Bakan,
Yıllardan beri, Türk Hükümeti Kürt halkını asimile etmeye çalışmakta ve Kürt dilinin gazete ve yayınlarını yasaklayarak, anadillerini konuşanlara eziyet ederek, Kürdistan’ın bereketli topraklarından gidenlerden büyük bir bölümünün telef olduğu Anadolu’nun çorak topraklarına, zorunlu ve sistemli göçler düzenleyerek, halka zulmetmektedir.
Son olarak Türk Hükümeti, kendisiyle yapılan bir anlaşma sonucu, bu baskılardan arındırılmış Dersim bölgesine girmeye de kalkışmıştır.
Bu olay karşısında, Kürtler göçün uzak yollarında can vermek yerine, kendilerini korumak için 1930’da Ararat Tepesi’nde, Zilan ve Beyazıt Ovası’nda olduğu gibi silahlara sarıldılar.