Bu karar ile imam hatip liselerinin katsayılarıyla ilgili bütün hülle ve takiyeler artık sona ermiştir. Danıştay’ın kararı ile ilgili 17.12.2009 tarihli Milliyet Gazetesi’nin haberini birlikte okuyalım:
* * *
“YÖK’ün, meslek liseleri ve imam hatip liseleri mezunlarına üniversite giriş sınavında genel lise mezunlarıyla eşit katsayı uygulamasına yönelik kararının yürütmesini durduran Danıştay 8. Dairesi’nin kararına yapılan itirazı, 1’e karşı 28 oyla reddeden Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, gerekçeli kararını tamamladı. Kararda devrim kanunlarına göre, imam hatiplerle ilgili bu tip bir düzenleme yapılamayacağı belirtildi.
İmam hatip liselerinin de meslek lisesi olduğuna işaret eden kararda, devrim yasalarından olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu anımsatılarak, ‘Bu kanuna göre, imam hatip liseleri imamlık, hatiplik gibi dini hizmetlerin yerine getirilmesi ile görevli elemanları yetiştirmek üzere kurulmuş liselerdir. Mesleki-teknik öğretimden üniversiteye geçişi düzenlemek amacıyla getirilen sistemde, imam hatip liselerinin bu fonksiyonlarının da göz önünde tutulması yasal bir zorunluluktur’ ifadeleri kullanıldı.
Kararda bir meslek lisesi mezununun farklı katsayı uygulamasına karşı açtığı davaya bakan AİHM’nin 12 Mayıs 2009’da davayla ilgili verdiği kararında, ‘Farklı katsayı uygulanmasının eğitim haklarını ihlal etmediğini, ayrımcılığa yol açmadığını’ belirttiği ve davayı reddettiği ifade edildi.”
Artık ölsem de gam yemem! On yıldır Hürriyet Gazetesi’nde Anayasa’nın 174. maddesi tarafından korunan Devrim Yasaları, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve imam hatip liseleriyle ilgili yazdıklarım Danıştay tarafından doğrulanmış ve onaylanmış bulunuyor.
Danıştay’ın kararı doğru okunursa: Meslek ve imam hatip lisesi mezunlarının üniversiteye girişi sağlamak bağlamında hazırlanacak bütün katsayı yönetmelikleri Danıştay tarafından iptal edilecektir. Çünkü bu türden yönetmelikler karşısında Tevhid-i Tedrisat Kanunu en büyük engeldir. Bu nedenle imam hatip mezunlarına sınav yoluyla da olsa üniversiteye giriş hakkı tanıyan bütün yönetmelikler gayri meşrudur, yasaya aykırıdır!..
Danıştay, Devrim Yasaları’nı ve bu bağlamda Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu referans verdiğine göre kararı bu eksen ve doğrultuda okumak gerekir.
* * *
Kuşkusuz “Nobel Latife Tekin’in hakkıydı ama Herta Müller’e verdiler” demiyorum. İkisine de bin Nobel feda olsun.
2009 yılı Nobelcisi Herta Müller’i Almanca dışında bir yabancı dilde yayınlayan ilk editörlerden biriyim. İlk iki arasında olmasam bile üçüncüsü benim.
Yeryüzünde eğer bir yazınsal adalet varsa Latife Tekin 2020’ye kadar alacaktır bu ödülü. İşte buraya yazıyorum. 20 Aralık 2009. Pazar.
Latife Tekin bu Türkiye’ye de bu dünyaya da fazla bir yazar. Öylesine yeni bir dille dövüyor ki yüksek sesle okurken dilim tökezliyor, dilim dolaşıyor, dilim gençleşiyor ve dirileşiyor. (Dil’i bütün anlamlarıyla birlikte kullanıyorum.)
Çok yeni bir sözdizimi, en yeni bir sentaks!
Vay babam vay!
* * *
Malum ve müseccel konu: Türkiye ve Avrupa Birliği’nin Hal ve Gidişi gibi bir şey.
Bendeniz ve Ülker İnce salonda dinleyici olarak bulunmaktayız.
Hazirûnun çoğunluğu 20 yaş dolaylarında öğrenciler. Ben bayılıyorum, hayranım bu Türk gençlerine. Gürül gürül Fransızca konuşuyorlar, Türkçeleri de aksansız ve akıcı. Güzel ve yakışıklı hepsi! Fransız dinleyicilerin çoğu da Türkçe biliyor.
* * *
Bu konuda yeni bir dil keşfetmemiz gerektiğini belirten Latife Tekin konuyu artık ciddiye almamamızı önerdi. Şunu bir kez daha anladım ki Latife Tekin hayatım boyu tanıdığım en zeki insanlardan biri. Strasbourg’da söylediklerini mutlaka yazıya dökmeli.
Öteki üç katılımcının söylediklerini hakkıyla özetleyemeyeceğim için adlarını da veremeyeceğim.
1974’te Ankara’da tanıdığım, Avrupa Birliği’nde görevli Fransız dostum, AB-Türkiye arasındaki ilişkilerde bilinen şeyleri tekrarladı. Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel yapılan ciddi öneriye karşın AB’ye girmeye hevesli görünmemişlerdi. 2002’ye gelinceye kadar Türkiye hükümetleri dişe dokunur bir çalışma yapmamışlardı. (Dostum, Ecevit’in koalisyon hükümetinin yaptığı ciddi katkıları nedense unutuyordu.) Ciddi çalışmalar AKP hükümeti ile başlamıştı. Falan, filan?
Türkiye’de görevli bulunmuş bir Fransız hanım gazeteci Türk-Ermeni ilişkilerinde, şimdiye kadar dinlediğim en şerefli, en nesnel, en tarafsız konuşmalardan birini yaptı. Ama Fransa’nın Türkiye takıntısının kökenlerini açıklamakta yetersiz kaldı.
* * *
* Toplumsal sorumluluk duygusunu tutkuyla yüklendiği öykü yazarlığında otantik bir Türkiye gerçeği içinden evrensel gerçekliğe ulaştığı;
* Açık ve aydınlık söyleyişiyle, törenin egzotik katmanlarını edebiyata açtığı;
* Acı çekerek sevdiği güney/doğu insanımızı kendine özgü anlatım dehası, gerçekçi ve etkin bir edebiyat diliyle dramatize ettiği;
* Toroslar’ın bilinmeyen antik kentlerinin gizemli dünyasını epik, yalın ve masalsı bir söyleyişle çağdaş Türk edebiyatına taşıdığı;
* Yurdunu yüreğinde taşıyan soy sanatçı kuşağının örnek bir temsilcisi olarak Türkçenin bütün söyleyiş olanaklarını ulusal ve uluslararası edebiyat çevresine armağan ettiği;
* Ülkemizde edebiyat/sinema ilişkisindeki tarihsel sürecin en önemli yazarı olduğu için öykücü ve romancı Osman Şahin oybirliği ile ödüle değer bulunmuştur.
* * *
bu türden cümlelere yer veren resmi raporlar yayınlarlar. Ertesi gün bizim İslamcı basın bu demeç ve raporların üzerine balıklama atılır, bunlardan kendilerine manşetler, sürmanşetler çıkartırlar.ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 2009 Dini Özgürlükler Raporu’nda Türkiye gene eleştiri konusu olmuş. * * * İlkin Hıristiyan (Katolik, Ortodoks, Protestan; haydi Süryani, Nasturi, ve Marunileri de sayalım) ve Musevi vatandaşlarımızın durumunu ele alalım. Dinsel özgürlükleri olmadığını söyleyeceklerini sanmıyorum. Bizim Mersin’de şu anda bir Ortodoks, bir de Katolik kilisesi var. Belki de yüz yıldır. Dileyen kilisesine gidiyor. Rahip ve papaz imamla birlikte Asri Mezarlık’ta cenaze kaldırıyor!Rum Ortodoks vatandaşlarımızın kilise ve ibadet sorunu olduğunu sanmıyorum. Tabii Patrikhane’nin ökümeniklik sorunu ve Heybeliada Ruhban Okulu dışında. Bu iki politik sorunun din özgürlüğüyle, dinsel sınırlanmayla hiçbir ilişkisi yok.Musevi tarafından herhangi bir şikâyet duymadım. Elbette İslamcı ve ırkçı kesimlerdeki geleneksel antisemitizm ve Yahudi düşmanlığından söz etmiyorum.Buraya kadar yasal haklardan söz ettim. Peki gayrimüslimler üzerinde mahalle baskısı yok mu? Var! Din adamları ve mabetleri saldırıya uğramıyor mu? Uğruyor!Ancak bunlar ve bunlardan çıkan olaylar adi suç bağlamına girer: Trabzon’da öldürülen rahip, Diyarbakır’da öldürülen misyonerler; İstanbul’da saldırıya uğrayan sinagoglar.Günümüz Türkiye’sinde Sünni-Hanefiler dışında kalan Alevilerin, gayrimüslimlerin, ABD raporlarında yer bulamayan ateistlerin kendilerini güven altında hissetmeleri epeyce zordur. Bu doğru!* * * Söz konusu raporda, devlet memurlarının ve öğrencilerin kamu binalarına ve üniversitelere türbanla girememesi eleştiriliyor. Devlet dairelerinde ve okullarda beş vakit namaz kılınamaması kınanıyor. “Başörtüsü takan kadınlar ve yasağa meydan okumalarda onlara aktif destek verenler, ya disiplin cezalarına çarptırıldılar ya da hemşire ve öğretmen olarak kamu sektöründe işlerini kaybettiler” deniliyor.Bu eleştiri ve kınamalar, ABD’nin resmi hükümet çevrelerinden geliyor. Bilen bilir ki: ABD bir laik devlet değildir; ABD toplumu gerici bir Hıristiyan toplumdur. Bu gerçeği bir yana bırakalım: Rapor, Fethullah fatihleri ile Ilımlı ve Pasif İslam fesatçılarının ürünüdür.* * * Müstebit ve küstah ABD kendi sekülarizmi ile Türk-Fransız laikliği arasındaki temel uçurumu nedense görmek istememektedir. Sekülarizm, kilise ve halkın devlete karşı (devleti sınırlandırmak, onu iğdiş etmek için) yaptığı işbirliğinin, ortaklığın ürünüdür.
Türk-Fransız laikliği ise dinsel kuruma (kilise, cami) karşı devlet ve halk dayanışmasıdır. Böyle bir laik dayanışmanın başlıca amacı kamusal alanı (okulları, devlet dairelerini) dinsel simge ve imgelerden arındırmak, yani kamusal alanı steril tutmaktır. Bu nedenle okullarda ve devlet dairelerinde hiç kimse beş vakit namaz kılamaz; kamusal alanda türban ile bulunamaz. Çünkü bu türden eylemler vatandaşların yasalar önünde eşitlik ilkesine ve evet, demokrasiye aykırıdır!
“Cumhuriyetsiz Demokrasi” (Hürriyet, 08.06.07; Cumhuriyet Kitapları, s. 170) başlıklı kitabımda yer alan “Cumhuriyet, Demokrat Parti ve Zafer Çağlayan” adlı yazımda seni övmüştüm Ey TÜRKONFED! Bu yazıda adını andığım için de son derece pişmanım!
SUNULAN 3 KOŞUL
Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu (TÜRKONFED) Yönetim Kurulu Başkanı Celal Beysel bana gönderdiği 19 Aralık 2006 tarihli elektronik mektupta meslek eğitiminin selamete çıkması için aşağıdaki üç koşulu öne sürüyordu.
“1. İmam hatip liseleri konusu, meslek eğitiminin değil, din eğitiminin bir alt başlığı olarak ele alınmalıdır. İmam hatip liseleri, meslek lisesi statüsünden çıkartılmalı, sadece din adamı yetiştirmek üzere özel bir statü altına alınmalıdır. Toplumun din eğitimi ihtiyacının karşılanabilmesi için, eğitimciler tarafından alternatifler geliştirilmelidir.
Gerektiğinde “komünist tevkifatları” yapılır, gerektiğinde “Komünizmle Mücadele Cemiyetleri” mensupları elde bayrak sokaklara fırlayıp “Moskova’ya! Moskova’ya!” diye bağırırlardı.
Moskova’ya göndermek istedikleri (insanlar) Türkiye’de yerlerinde duruyor ama kendileri her fırsatta Moskova’ya seğirtiyor.
Çocukluğumda, halamın kızları (İclal, Semiha, Feriha ablalarım), oturma odasındaki bodrum kapağını açıp, içerdeki karanlığı göstererek bana istediklerini yaptırırlardı. Ödüm koptuğu için süt dökmüş kediye dönerdim.
AKP ve beslemeleri (gazeteci ve profesörcü kitlesi) Türk halkına aynı muameleyi yapıyor. TSK’nın darbe tutkusundan(!) söz ederek, ülkede dilediğini yapıyor. Sivil faşizmin “beyaz” devrimini yedire yedire, sindirte sindirte inşa ediyor.
BALONA HAVA
1950’lerin hayali komünizm terörünü Altan Öymen’in “Öfkeli Yıllar” (Doğan Kitap) kitabı ile Niyazi Berkes’in “Unutulan Yıllar” (İletişim Yayınları) kitabından okumanızı tavsiye ederim. Ama bugün size Derya Çağlar’ın “Hayali Komünizm, Soğuk Savaş’ın Türkiye Söylemleri” (Berfin Yayınları, 2008) adlı kitabından söz etmek istiyorum.
Kitap, Derya Çağlar’ın “Kamuoyu Oluşturmasına Bir Örnek: 1945-1955 Yılları Arasında Gazetelerde Antikomünizm” başlıklı, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde sunulan yüksek lisans tezine dayanıyor.
Çalışmanın (kitabın) “Kuramsal Çerçeve”, “Soğuk Savaş ve Türkiye” bölümleri son derece doyurucu. Ama asıl şenlikli bölüm “Günlük Ulusal Basında Yer Alan Antikomünist Söylem” bölümü ve bu bölümde sıralanan motifler: Kanatlı Casuslar, Ajan, Güzel Kız ve Kadın, Nâzım Hikmet, Diplomatik Temsilcilikler, Kore Savaşı, Stalin, Köy Enstitüleri, Şeriatçı-Komünist İşbirliği, Orak-Çekiç ve Rus Bayrağı, NATO Üstleri-Komünist Faaliyeti, Verici Radyo İstasyonları, İşçi-Öğrenci-Yazar-Şair, Mikrop Harbi, Kızıl Renk motifleri?
SAPKINLIK
Gazetelerde el öpme kuyruklarının ve beşuş çehreli politikacıların fotoğrafları var. Bunlar ülkemizdeki sapkın din ve siyaset ilişkilerinin en çarpıcı belgeleri. Peki şeyhin Akpınar Öğrenci Yurdu’nda işi ne? İl Milli Eğitim Müdürlüğü bu konuyu araştırdı mı?
Bu görüntüler İslamcı politikanın dinlikten çıkardığı İslam dininin nasıl yozlaştığının ve ilkel putperestliğe dönüşmesinin en çarpıcı kanıtları. İşte Yaşar Nuri Öztürk gibi, Ali Akın gibi gerçek din bilginlerinin “şirk koşma” olarak tanımladığı sapkınlık sahneleri.
NUR YÜZLER YOK
21 Ekim 2009 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde de hem birinci sayfada hem de içerde bir cenaze töreni fotoğrafları yayınlandı. Bu fotoğraflarla ilgili şöyle bir e-posta aldım bir okurdan: