21 Ağustos 2007
SON derece önemli bir kitabı, "Modernleşen Müslümanlar"ı okumayı yeni bitirdim. ABD’nin Utah Üniversitesi öğretim üyesi Hakan Yavuz’un yapıtını Kitap Yayınevi yayınlamış. Bu başlangıç. Kendisinin de İslamcı ve büyük bir olasılıkla Fethullahçı olduğunu tahmin ettiğim Hakan Yavuz’un kitabına daha epeyce değineceğim. Modernleştiği iddia edilen İslamcı dünyayı yakından tanımak için çok değerli bir belge, ironik açıdan etkileyici, göz açıcı bir el kitabı. Hakan Yavuz sanki yıllardır savunduğum görüşleri kanıtlamak için kaleme almış yapıtını.
Ben ne diyordum? "İslamcılığın hedefi Cumhuriyet ve devrimleridir" diyordum. Nasıl bir hedef? Karşı çıkılacak, geriletilecek, mümkün olursa yıkılması gereken bir hedef.
’YAŞANAN KRİZ KEMALİZM YÜZÜNDEN’
"1997 darbesi toplumun devletin sahibi olmadığını, aksine, Kemalist görüşe göre, devletin toplumun gerçek sahibi olduğunu hatırlattı. Türk anayasal sisteminin bütünü devleti koruma ve topluma belli bir hayat tarzını empoze etmeye dayalıdır. Gerçekten, laik bir devlet oluşturma adına yapılan dışlama ve baskı, Türkiye’nin çok sayıda fay hattının ve sürekli istikrarsızlığının kaynağı olmuştur." (S.355)
"Şu anda yaşanan krizin temelinde resmi devlet ideolojisi Kemalizm yatmaktadır. Kemalizm sosyal, kültürel ve siyasal farklılığı demokrasinin mütemmim cüzü olarak görmediği gibi, sosyopolitik ’farklılığı’ bir istikrarsızlık kaynağı ve milli birliğe yönelen tehdit olarak değerlendirmektedir. Mevcut etnik (Kürt) ve dinsel (Sünni İslam ve Alevilik) hareketler kendilerini ’Müslümanlar’, ’Kürtler’ ve ’Aleviler’ olarak küreselleşmenin sağladığı araçlarla yeniden tanımlamaktadırlar. Kimlik ve adalet peşinde sosyal hareketler Kemalist proje ile doğrudan çatışma içindedir. Türkiye yeni bir sosyal sözleşmeye ihtiyaç duymaktadır... Sözleşmenin kurucu ilkeleri laiklik, hukuk devleti ve Türkiye’nin çokkültürlü yapısının tanınmasını içermektedir. Hem Kürtler hem Türkler, hem laikler hem İslamcı gruplar bu yeni sosyal sözleşme arayışına müdahil olmalıdır." (S.356)
ÜNİTER DEVLETE VEDA OLMUYOR MU?
Hakan Yavuz kitabını İngilizce yazmış. Özgün adı "Islamic Political Identity in Turkey". Kitabı Ahmet Yıldız Türkçe’ye çevirmiş. Peki gül gibi "Türkiye’de İslamcı Siyasal Kimlik" adı varken, "Modernleşen Müslümanlar" adıyla yayınlamak da ne anlama geliyor?
Hakan Yavuz’a bir soru: "Kemalizm" olarak tanımladığı Cumhuriyet’in kurucu felsefesi olmasaydı, laiklik başta olmak üzere Cumhuriyet devrimleri yapılmamış olsaydı ve Cumhuriyet TSK tarafından korunmamış olsaydı, kitabın alt başlığında yer alan "Nurcular, Nakşiler, Milli Görüş ve AK Parti" modernleşebilir miydi?
Tarikat ve cemaatlerin, 1923 yılından bu yana laik cumhuriyet ve Kemalizm’e karşı verdiği yıkıcı mücadeleyi 424 sayfa boyunca anlattıktan sonra, "yeni sözleşme"nin kurucu ilkeleri arasında laikliği de saymak gerçekten inandırıcı mı? Kemalizmin belini kıracak yeni sözleşme üniter devlete ve laikliğe veda anlamına gelmiyor mu? Hakan Yavuz’a teşekkür ediyorum. Çünkü tarikatların toplumu ve devleti İslamileştirmek için politika ve partileri nasıl kullandığını, çok etkili bir biçimde anlatıyor.
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2007
ÇOK zor ama yazmam gereken bir yazı. Bu yazının muhatabı Hürriyet Gazetesi patronluğu, yönetimi, yazarları ve çalışanları değil. Muhatap okurlar. Ancak bir cümle önce adını andığım makamlar ve kişiler okurum oldukları oranda bu yazının muhatabı olurlar. ÜZÜLDÜM
Akşam Gazetesi’ne demeç veren Emin Çölaşan şunları söylüyor:
"İşten çıkarıldığım haberi salı akşamı iletildi. Nasıl olabilirsem öyleyim. Konuşmak için şu an erken. Her yerde insanların bana olan sevgisini görüyorum. Benim alnım açık, göğsümü gere gere söylüyorum. Ne iş takibi, ne de hırsızlık yaptım. Ben gazetecilik yaptım. Kovulmak önemli değil. İnsanlar beni ayağa kalkıp alkışladılar. Şu anda gazeteye karşı bir dava açmayı düşünmüyorum. Sonuçta yıllardır görev yaptığım bir gazete." (Akşam, 16.08.07)
Emin Çölaşan 30 yıldır tanıdığım; yazılarını dikkatle okuduğum, ciddi, dürüst, doğrucu, okura çok yakın bir yazar. Hürriyet Gazetesi’nden ayrılmak zorunda kalmasına çok üzüldüm.
COŞKUN VE ÖZKÖK
Bekir Coşkun 16.08.07 tarihli Hürriyet’te son derece duyarlı, bol imgeli ve metaforlu bir yazı yayınladı bu konuda. "Emin Çölaşan artık yok. Ne yapmalıyım?... Bırakmalı mıyım kürekleri?... Ben şimdiye kadar her şeyimi okurlarımla paylaştım. Evimizi, evimizdeki canlıları, kemanımı, şarkılarımı, sevdalarımı, sancılarımı... Bilmezsiniz; yazılarımı onlarla birlikte yazarım ben. Şimdi soruyorum: Ne yapmalıyım? Asılsam mı küreklere?... Avuçlarım kanasa da, hırsımdan ağlasam da, o yere doğru tek başıma kalsam dahi çekmeli miyim kürekleri? Yoksa, vaz mı geçsem kürek çekmekten? Söyleyin dostlarım... Ne yapmalıyım, ne?.."
Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök de bu konuda yazdı: Emin Çölaşan’la gazetenin yollarının ayrılmasında siyasal nedenlerin rol oynamadığını, yol ayrımının gazetenin kurumsal kimliği ile Emin Çölaşan’ın kişiliği arasında meydana gelen uyuşmazlıktan kaynaklandığını söylüyor. "Hepimiz o kurumsal kimliğe saygı göstermek, onun koyduğu yayın ilkelerini benimsemek zorundayız" (Hürriyet, 16.08.07) diyor.
KÜREK ÇEKMEYE DEVAM
Okurlar Emin Çölaşan operasyonunu protesto ederek gazeteden ayrılmamı öneriyorlar. Kimileri başka bir yerde yazmamı ya da cumhuriyetçi yazarların bir araya gelip bağımsız bir gazete çıkarmamızı salık veriyorlar. Gazetenin adı da belli: Özgürlük! Benim param yok, zengin dostum da yok. Okurlar böyle bir gazete kursunlar, yazmaya hazırım!
Önerileri ve tavsiyeleri saygı ile karşılıyorum. Ancak ben nasıl gazete patronluğuna ve yönetimine karşı özgür ve bağımsız isem, yazarlara ve okurlara karşı da özgür ve bağımsızım. Kimse efendim değil! Ne şeyh oldum, ne de mürit! Bozkırda tek bir ağaç kadar yalnız ve tek başımayım! Bu nedenle istifa etmezsem şerefsiz ve haysiyetsiz olacağım zırvalarını yazan kimseleri "okurum" saymamak özgürlüğüne sahibim!
Bekir Coşkun’un dediği gibi kürekleri çekmeye devam ediyorum, devam edeceğim. Kovuluncaya, ölünceye kadar... Okurlar bunun tersini beklemesinler benden! Bir de ayrılmaya karar vermek vardır ki onun zaman ve koşullarını benden iyi kimse bilemez!
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2007
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan ile cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül beylerin iş ve eylemlerini aklamaya çalışmalarını şaşkınlıkla izliyorum. Ne gereği var? "Yaptım oldu!" dersiniz, olur biter. Neden beni de kandırmaya çalışıyorlar, anlamakta güçlük çekiyorum. Beni yazmaya tahrik ettikleri için vakit kaybına uğruyorum.
* * *
Müstakbel cumhurreisimiz, "Cumhurbaşkanı seçilecek olan benim, eşim değil!" buyuruyorlar ki doğrudur, yerden göğe haklıdır. Ama münafık tarafım gene ortaya çıkıyor: Dün ya da evvelsi gün Hayrünnisa Hanım’ın evlenmeden önce çekilmiş bir fotoğrafisini gördüm bir gazetede. Müstakbel Gül Hanım’ın başı açıkmış lisede okurken. O dönemden kalma bir türbanlı ya da sıkma başlı fotoğrafı var mı acaba? Görsek iyi olur.
Benim aklıma şöyle bir senaryo geliyor: Abdullah Bey’in valideleri gelin adayını bir kenara çekip "Bak kızım bizim aileye gelin geliyorsun. Biz Kayseriya’nın Weberyen küçük burjuvası bir aileyiz, başını örtmen lazım tez elden!" demiş olabilir.
Ya da gelin adayı uyanık davranıp ve de kayınvalidesinin gözüne girmek için kendiliğinden karar vermiş olabilir türbanlanmaya. Türbanlanmanın bir başka nedeni de olabilir. Ama sonuçta türbanlanmanın miladı Abdullah Gül Bey ve Gül familyası. Başka bir kimse kısmet olsaydı, Fahrünnisa Hanım nisan ayında cumhuriyet mitinglerine katılanların arasında yer alabilirdi. Gerçek olan şu ki Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı adayının eşi, aday için mihenk taşıdır.
Bayan Gül türban taşımayıp da Che Guevera’nın yıldızlı (ya da orak-çekiçli) beresini takmayı alışkanlık haline getirseydi, ya da gamalı haçlı şapkadan vazgeçemeseydi ne olacaktı? İnsan hakları bağlamına giren kişisel tercihi mi olacaktı? Orak-çekiç ve gamalı haç inanç özgürlüğü defterine yazılamaz mı?
Aday Gül, yurtiçinde ve dışında, yedi düvelin desteğini almış durumda. Bunu Vakit gazetesinin sürmanşetinden anlıyoruz. Vakit, başlık altı manşeti olarak "Atatürk’ün eşi de başörtülüydü!" diye yazmış. Vakit her ay birkaç kez böyle manşet atar.
Bu kez manşetin nedeni Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sözleri: "1. Cumhurbaşkanımız Atatürk’ün eşine, annesine bakın. Örnek alacaksan Ataürk’ün eşi nasıl giyiniyor, ona bakarsın, o da size ders olur" (Hürriyet, 16.08.07) demiş.
Böyle bir mukayese bana mantıki geliyor. Mantıki geliyor gelmesine ama bu iddia gerçekleri yansıtmıyor. Çünkü Mustafa Kemal Paşa Latife Hanım ile evli iken Cumhuriyet devrimleri henüz yapılmamıştı. Devrimler çiftin boşanmasından sonra yapıldı. Latife Hanım, evlilik döneminde, kamusal alanda kimi zaman başı açıktı; halkın karşısına geleneksel başörtüsü ile çıkıyordu. Devrimler yapılırken Mustafa Kemal Paşa bekárdı.
Mustafa Kemal Paşa’nın annesi ve kız kardeşi başlarını simgesel anlamı bulunmayan geleneksel örtü ile örtüyorlardı. Yani Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın iddiaları haklı değil.
* * *
Başbakan Erdoğan, Gazi Paşa’nın annesini ve eşini örnek göstererek tehlikeli bir mukayeseye yol açıyor. Ben demem ama birisi çıkıp "Havva anamız nasıl giyiniyordu?" diye sorabilir. Sorabilemez mi?
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2007
4 Ağustos sabahı Muğla-Ören’de bakkal gazete paketlerini yeni açıyordu. Ülker, Hürriyet’in manşetini gösterdi: "Ağustosböceği ile karınca". Bir yanda Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı "Karınca" Yılmaz Büyükerşen; öteki tarafta Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek. Ben olsam Melih Gökçek’in yanına İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ı da koyardım. Ama bu muhteşem manşetten dolayı gazetenin yazı işlerini kutluyorum.
* * *
22 Temmuz seçimlerinden sonra bayram çocukları gibi şımaran İslamcı ve İkinci Cumhuriyetçi yazarlar, seçim tahmini yapmada yanılan yazarlara hakaret yağdırdılar ve istifalarını istediler. Kimi gazete yazarları da tahminlerinde yanıldıkları için açıkça özür dilediler. Ben gerçi tahmin yapmadım ama AKP aleyhinde yazılar yazdım. AKP’nin yüzde 46,7 oy alması konusunda yanıldım. Ama ben Türk halkının 46.7’sini seçmen sandığım için yanıldım. Bu yüzde 46.7 meğer seçmen değil müşteri imiş.
Çünkü Türkiye’nin nesnel koşullarında halk seçmen bilincine ulaşmış olsaydı AKP’nin seçimi kazanması saçmalıktan başka bir şey olamazdı. AKP ve yarattığı nesnel koşullar eğer Fransa, İtalya, Almanya, İspanya’ya ve öteki AB ülkelerine taşınmış olsaydı bu parti kesinlikle seçimi kazanamazdı. Neden kazandı? Bunun bilimsel ve sosyolojik bir açıklaması olamaz. AKP’ye oy verenlerin seçmenlik bilincinin düzeyini, ulusal dayanışma ruhunun yoğunluğunu ölçmeden bir açıklamada bulunmak son derece sakıncalı olur. Seçmen mi, mürit mi, illüzyon bağımlısı mı?
* * *
Şu anda Ankara ve İstanbul kentleri susuz kalmaya mahkûm durumda. Şu günden itibaren yağmur yağmaya başlasa bile barajların eski doluluklarına erişmeleri birkaç yılı alır.
Susuzluğa çare olarak Allah’tan yardım isteyen ve Ankaralıların tatillerini uzatmalarını ya da ailelerinin yanına gitmelerini ve "cenabet" gezmelerini tavsiye eden Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek Avrupa’da alay konusu oldu. Susuzluk bunalımının bu noktaya varacağı neredeyse sekiz aydır biliniyordu. Bunu seçmen de biliyordu. İstanbullu seçmen de İstanbul’un susuzluğa mahkûm olduğunu biliyordu. Sorumlu bu iki kenti yöneten ve ülkede iktidarda bulunan AKP idi. Ama Ankaralıların yüzde 48’i, İstanbulluların yüzde 45’i AKP’ye oy verdi. Fakat Eskişehir’de çok trajik bir gerçekle karşı karşıya bulunuyoruz. Büyükşehir Belediye Başkanı bir AKP’li olsa Eskişehir’in de durumu İstanbul ve Ankara’dan farksız olurdu. Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı susuzluk tehlikesini üç yıl önceden gördü ve aldığı önlemlerle Eskişehir’i kurtardı. Seçim sonuçları ne oldu Eskişehir’de? AKP yüzde 44, Yılmaz Büyükerşen’in partisi DSP ile seçime birlikte giren CHP yüzde 24 oy aldı. Eskişehir seçimlerinin sonuçlarının mantıklı ve rasyonel olduğunu kimse söyleyemez.
Atalarımız "Kendi düşen ağlamaz iki gözü birden çıkar" demişler, ama yüzde 46,7’nin yaptığı seçimi Türkiye çok pahalıya ödeyecek. Verdikleri oy sayesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin adı "Ilımlı İslam Demokrasisi" oldu. "Türkiye’de laik sistemin sonu geldi. Kesinlikle laik sistemi değiştirmek istiyoruz" (Nail Güreli, Milliyet, 15.08.07; The Guardian, 15.12.05) diyebilen biri cumhurbaşkanı olacak. Bunun utancı yedi göbek sülalemize yeter!
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2007
CUMHURBAŞKANLIĞI seçim sürecinde oynanan oyunlara, bu oyunların yarattığı utançlara ortak olmak istemiyorum. 1923-1938 tek parti dönemini ve Mustafa Kemal Paşa’yı faşistlikle, diktatörlükle suçlayanlar, yani butik solcuları, neoliberaller, müzelik goşistler yaratılmasına destek verdikleri tek adam yönetimini utanmadan alkışlıyorlar. Bu, İslamcıların asli görevi olduğu için onları eleştirmek gerekmez. REAL DEMOKRATA!
12 Ağustos tarihli Hürriyet Gazetesi’nde AKP’deki tek adam zihniyetinin iki örneği var:
Birincisi: Cuma günü, yani 10 Ağustos tarihinde, TBMM’de AKP milletvekillerinden imzalı boş káğıtlar alınmış. Bu imzalı káğıtlar cumhurbaşkanı adayı için Meclis Başkanlığı’na yapılacak başvuruda kullanılacakmış. Özgür iradelerinden vazgeçen milletvekilleri arasında Zafer Üskül, Ertuğrul Günay da var mı acaba? Demokratik iradelerini mezada çıkartan üniversite hocalarına, bilim adamlarına ne denir? Kasaba politikacılarına hiç güvenmediğim için onlara bağlı eşeğimi bile emanet etmem. Onlara sözüm yok.
İkincisi: Bakanlığının değişmesi söz konusu olan Atilla Koç, Hürriyet muhabirinin "Başbakan’dan işaret aldınız mı? sorusunu şöyle yanıtlıyor: "Bu işin işareti olmaz. En yakınındaki Abdullah Gül, ona bile işaret vermez!"
Napoleon Bonaparte da, Hitler de böyle yaratılmıştı. Fransa ve Almanya’daki yaratıcılar demokrat değildi, amma bizdekiler "Hakiki Demokrat", "Real Demokrata".
UTANÇ VE ORTAKLIK
Çağımın utancına ortak olmak istemiyorum. Ortak olmak istemediğim için sorular soruyorum.
Sivil toplum örgütleri, işveren ve sendika dünyası, dinci basın, goygoycu basın hep birlikte çanak çömlek patlatıyorlar. "Cumhurbaşkanı nasıl seçilirse seçilsin, kim aday olursa olsun önemli olan sürecin demokratik kurallara göre işlemesi" diyorlar. Sorosluların temsilcisi ve TESEV Başkanı Can Peker, AKP oylarının önemli bir bölümünün Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olması için verildiğini söylüyor. AKP’nin Gül’den vazgeçmesi birilerine taviz vermek anlamına gelirmiş. (Sabah, 12.08.07) Yani TSK’ya...
MEZHEP GENİŞLİĞİ!
Abdullah Gül’ün aday olmasının yasal sakıncası olmayabilir. Cumhurbaşkanı seçilmesi de çook demokratik olabilir. Ama ahlaka, etiğe (Etik = Ahlak felsefesi) uygun mu? Halk, basın, yayın, siyaset dünyası, sivil toplum örgütleri, iş dünyası ve sermaye, sendika ağalığı ahlak ölçülerine, etik kurallarına önem vermeyebilir. Ama bunlara önem verenler vardır ve sadece onlar haklıdır. Bu haklılığa dayanarak Abdullah Gül’ün birkaç engelini sayalım:
Abdullah Gül, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan ve kapatılması Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından onaylanan siyasi partilerde üyelik, milletvekilliği, yöneticilik yaptı ve partilerin bakanı oldu. Eşi türban dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dava açtı. Bakan gücünü kullanarak, diploma töreninde kızına türban üstü kep giydirdi. Bunlar onun rejim açısından sakıncalı biri olduğunun kanıtıdır. Milletvekili dokunulmazlığından yararlanmasaydı, "Kayıp Trilyon Davası"ndan yargılanacaktı. Bilindiği gibi Necmettin Erbakan bu davadan 2 yıl, 4 ay, 10 gün hüküm giydi.
Sakınca sayılması gereken bu "şeyler" kimi mezhebi genişler tarafından önemsenmeyebilir ama son karar ahlak ve etiğe önem veren dar mezhepli tarihe aittir. Ve bilgelerin dediği gibi rüzgár ekenler mutlaka fırtına biçecektir!
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2007
CUMHURBAŞKANLIĞI konusunda seçim sonuçlanıncaya kadar bir şey yazmamaya karar vermiştim. Ancak gazetelerde yazılan yazılar, televizyonlarda yapılan konuşmalar beni yazmaya zorladı. Vakit, Zaman, Yeni Şafak gibi İslamcı gazetelerin yazarları "Halkın istediği olacak!", "Millet iradesinin önünde durulmaz!" diyerek, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını bir zorunluluk olarak görüyorlar. Böylece, laik cumhuriyetten intikam alacaklar.
Kimileri, "Demokrasi açısından kuşkusuz Abdullah Gül’ün seçilmesinden daha doğal bir şey olamaz. Partisi seçimden büyük bir zaferle çıktı" (İlter Türkmen, Hürriyet, 11.08.07) diyor. Kimileri de "Anayasamızda cumhurbaşkanlığı için ’eş durumundan’ bir hüküm yok! Kimse böyle bir hüküm koyalım demediğine göre, kamu vicdanında böyle bir talep yok!" (Taha Akyol, Milliyet, 11.08.07) diye hüküm veriyor.
KAMUSAL ALANIN TAPUSU ALINAMAZ
İslamcı gazetelere ve yazarlara bir şey söylemek gerekmez. Onların cumhuriyet düzeni ve ilkeleriyle sorunları var. Kafalarında İslam Cumhuriyeti, daha doğrusu İslami devlet var.
Ama Abdullah Gül’ün seçilmesini demokrasi ile, Anayasa ile ilişkilendirenlere kuşkusuz bir sözümüz var. Cumhuriyet’in laiklik ilkesi ile kamusal alanın hukuksal ilişkisi Abdullah Gül’ün eş durumundan cumhurbaşkanı seçilmesini uygun görmüyor. Daha doğrusu, Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkması Laik Kamusal Alan’ın doğasına aykırı. Ve eşinin türbanı Abdullah Gül’ün kimliğinden, kişiliğinden soyutlanamaz. Benim iddiam bu.
Laik kamusal alan "nötr"dür. Laik kamusal alanın dini ve inancı yoktur. Dininin, inancının olmaması onun dine ve inançlara karşı olduğunu göstermez. Din ve inanç özel alana girdiği için, kimse özel alanını "laos"a ait olan kamusal alana taşıyamaz. Kamusal alan herkesindir ama kimsenin değildir. Paylaşılamaz. Kamusal alanın yüzde 47’si AKP’ye, yüzde 21’i CHP’ye, yüzde 14’ü MHP’ye, binde 23’ü TKP’ye ait değildir. Oranlar eşittir. Bu nedenle AKP 22 Temmuz seçiminde yüzde 47 oranında oy aldığını öne sürerek kamusal alanın tapusuna sahip çıkamaz. Oyları, oranları, sayıları ne olursa olsun bütün dinler, bütün inançlar, açıklanmayan inançlar, ateistler kamusal alanda eşittirler. "Nüfusunun yüzde 99.99’u Müslüman olan Türkiye’de" gibi bir cümlenin kamusal alanda herhangi bir geçerliliği olamaz. Çünkü yüzde 99.99 ile binde 1 kamusal alanda eşit ağırlıktadır, eşittir.
EŞİTLİĞE VE DEVRİM YASALARINA AYKIRIDIR
Türkiye’nin yüksek mahkemeleri (Anayasa Mahkemesi ve Danıştay) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi türbanı siyasal İslam’ın bir simgesi olarak kabul ediyor. "İnanç açısından çoğulcu toplum olmak demek, herhangi bir dine inananların ne kadar inanç özgürlükleri varsa; hiçbir dine inanmayanların veya inançlarını belli etmeyenlerin de, o kadar eşit haklara sahip olmaları gerektiği ilkesidir. Bir inancın veya vicdanın iç yapısı, ona dışarıda belli kurumsal ayrıcalıklar getirmemelidir." (Henri Pena-Ruiz, "Laiklik Nedir?", Gendaş Kültür, S.74) Herkesin olan kamusal alanda kişisel olan dinsel tercihlerin belli olması demokrasiye aykırıdır. Abdullah Gül’ün eşi de bu parantezin içine girer. Bu nedenle Bay Gül’ün cumhurbaşkanı olması Laik Cumhuriyet Anayasası’nın tarafsızlıkla ilgili 101. maddesine, devrim yasalarına ve demokrasinin eşitlik ilkelerine aykırıdır. Çünkü türbansızlık kamusal alan için zorunluluktur. Bu, Çankaya’da bireysel dinsel tercihin sergilenmesine izin vermez, veremez.
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2007
KİTABINA "Atatürk ve Demokratik Türkiye" adını verdiği, Atatürk ile Demokratik Türkiye’yi birlikte kullanmaya cesaret ettiği için Halil İnalcık’a (1918) teşekkür etmek istiyorum. Kırmızı Yayınları’na da böyle bir kitabı yayınladığı için. Çünkü AKP’yi destekleyen Cihangirligillere, "butik" solcularına ve başıbozuk goşistlere, neoliberallere ve elbette İslamcılara göre Atatürk ile demokrasi sözcüklerini yan yana kullanmak mümkün değildir; Atatürk ve dönemine diktatörlük ve faşizm sıfatları yaraşır.
Kafalarının içini ve takıyyelerini çok iyi bildiğim için 1980’den bu yana bu güruh ile mücadele etmekteyim. "Güruh" sözcüğü için okurlarımdan özür dilerim ama 1923-1950 arası Cumhuriyet dönemini faşist sıfatıyla tanımlamak için birbiriyle yarışan insanları başka bir sözcükle ödüllendiremem.
PANKÜRDİSTLER
Cumhuriyet kendisiyle birlikle kanlı ve yeminli düşmanlarını ve muhaliflerini birlikte getirdi. Atatürk en yakın arkadaşlarının muhalefetiyle mücadele etmek zorunda kaldı. Cumhuriyet de kurucu kadroda yer alan bazı çapsızın ihanetine uğradı.
1923’ten bu yana Cumhuriyet’in iki düşmanı vardı: Pantürkistler ile panislamistler. Bu ikisi Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarmak için "muasır medeniyetçiler" ile birlikte yola çıkmış olan rakiplerdi. Pantürkistler düşmanlığı fazla sürdürmediler ama onların yerini pankürdistler aldı 1925’ten itibaren.
1980’den, özellikle de 28 Şubat’tan sonra İslamcılar, Kürtçüler ve uzaktan kumandalı neoliberaller, Cumhuriyet ve TSK’ya karşı görülmemiş bir karalama kampanyası başlattılar. Başta Atatürk’ün Söylev’i olmak üzere yazılmış bütün tarih kitaplarını "resmi ideoloji"nin borazanı "resmi tarih" olmakla suçladılar. Ardından Ermeni ve Kürtçü tezlerini savunan kendi alternatif tarihlerini ileri sürdüler. Ve özellikle ABD ve Avrupa Birliği çevrelerinde kabul ve destek gördüler. "Destek" diyorsam desteğin türlü çeşitlisi.
OKU, ADAMOL
"Tarihçilerin Kutbu", "Tarihçilerin Everest’i" Halil İnalcık Hoca’yı da resmi tarihçiler sınıfına sokar mı bu fantirifitton tarihçiler? Bilemem. Ama Cumhuriyet’in payandaları birer birer altından çekilirken, Anayasa’nın 2, 3 ve 4. maddelerinin değiştirilerek Cumhuriyet’in niteliklerinin yeniden tanımlanmasını isteyen gençlerin Halil İnalcık Hoca’nın kitabını okuması gerektiğini düşünüyorum. Adam olmak için!
Çin’de Atatürk üzerine araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. Hu Zhenhua, Çin halkına önderlik yapan Sun Yatsen gibi Atatürk’ü de çocukluğundan bu yana çok iyi bildiğini söylüyor: "Çünkü bizim ülkemizde yıllardan beri lisede mecburi ders kitabı olarak okutulan Yakınçağ ve Çağdaş Dünya Tarihi kitabı, Mustafa Kemal ve onun önderliğindeki Türk devrimini de içermektedir. Hatta kitabın ilk sayfasında Lenin ve Gandi’yle birlikte Atatürk’ün de portresi bulunmaktadır" (Cumhuriyet, 27.07.07).
HEPSİNESIFIR!
Çinlilerden daha iyisi beklenemezdi zaten. Küllisi toplum mühendisliği ürünü kalas, küllisi ezberci, hamısı faşist ve Kemalist. Cumhuriyet devrimlerinin tepeden inme yapıldığını ileri süren tarihçi Mete Tunçay, hepsine sıfır verip sınıfta çaktırır billahi!
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2007
YAZ ayları gelince tıp ve sosyoloji iyice magazinleşir. Prof. Dr. Mehmet Öz gelir ABD’den, kalbimize nasıl sahip çıkacağımızı, nasıl göbeklenmeyeceğimizi öğreniriz. Prof. Dr. Hotamışgil gelir Boston’dan, obezite genini bir kez daha öğreniriz. İlacı ertesi yaza kalır.
Nilüfer Göle Hanım gelir Paris’ten, hal ve gidişimizin falına bakar, bela sandığımız şeylerin aslında başımıza konan devlet kuşu (!) olduğunu öğretir.
TARİKATLARIN MASUM GELİŞMELERİ!
Prof. Dr. Nilüfer Göle bu yaz da İstanbul’u teşrif etmişler (İstanbul’a teşrif edilmez) yani İstanbul’u şereflendirmişler. Bu fırsattan yararlanan Hürriyet Gazetesi yazarı Ayşe Arman, hemcinsi akademisyen ile bir söyleşi yapmış.
Nilüfer Göle, türban ayıbımızı yüzümüze vurmaya pek meraklıdır ama bir türlü adam edemedi bizi. Türbanı İslamcı kızların özgürleşme modası olarak yorumlamayı sürdürüyor. Pek öyle değil ama öyle olsun. Ben türban "olayını" ciddiye almam. Benim çok ciddiye aldığım, rejim sorunu yaptığım imam hatip fesadına ise Nilüfer Göle küçük bir ilgiyi bile esirger. Örneğin, Nilüfer Göle’ye göre, türbanla güzelleşen genç hanımlar, zenginleşen Anadolu İslami burjuvazisinin kerimeleri olup tahsil terbiye görmek ve evden dışarı çıkabilmek için kamuflaj yapmaktadırlar.
Nilüfer Göle, İslamcıların (Nakşibendiler, Nurcular ve Fethullahçılar gibi tarikat ve cemaatlerin) zenginleşmelerini, okullar açmalarını, yayınevleri, gazeteler, radyo ve televizyon kurmalarını, oteller açmalarını, özel ev-dershanelerde ağabeyler yönetiminde militan eğitimden geçmelerini masum bir gelişme olarak görür. Bu oluşumu siyasal bağlamdan soyutladığı için de İslamcıların bu işlerinin Cumhuriyet’e, Cumhuriyet ideolojisine ve devrimlerine düşmanlığa varan bir tepkiden kaynaklandığını görmezden, duymazdan ve bilmezden gelir. Bir grup insan, içinde yaşadığı toplumun bağrında niçin kendi özel ve yalıtılmış İslami toplumunu kurmak istesin? İslamcı snobizmden mi? Zamanında hippilerin, "beat"lerin bile bir politik amacı vardı.
İslamcılar, laik toplum içinde kendi paralel toplumlarını yaratmak, önce "symbiose" halinde yaşadıktan sonra toplumun tamamına ("laos"a, bölünmeyen bir bütün olarak kabul edilen ulusun birliğine) egemen olmak istiyorlar. Nitekim "symbiose" dönemi bitti ve 22 Temmuz’dan itibaren egemenlik savaşı başladı. Bu konuda ne düşünüyor acaba Nilüfer Göle?
TEBDİL-İ KIYAFET ANADOLU’YU DOLAŞIN
Ayşe Arman, AKP’nin başarısından epeyce ürkmüş. Nilüfer Göle’den durum değerlendirmesini, durumun sosyolojik açıklamasını istiyor. Nilüfer Göle’nin yanıtı hazır:
"Bence en çarpıcı olan şu: Muhalefet, ideolojiye yüklendi. Daha dindar olduğu için dogmatik olması gerektiğini düşündüğümüz AKP ise pragmatik ve güncel yaşamı yakalayan parti oldu. Haliyle, her şey tersyüz oldu" diyor.
Paris’te ders veren bir sosyoloğa yakıştıramadım bu açıklamayı. Muhalefet yani CHP ideolojiye yüklendi. Çünkü AKP pratiğinin rejimi değiştirmeye yöneldiğini saptamıştı. Rejim değişikliğine karşı fasulye politikası yapılmaz. Bu durumda rejimi ideolojik olarak savunmaktan başka ne yapacaktı? Ayşe Arman kardeşimize bir tavsiyem var: Ramazan ayında Nilüfer Göle ile (biraz tebdil-i kıyafet yaparak) Anadolu’yu şöyle bir dolaşsınlar, toplumun İslamlaştırılma operasyonunu yerinde görsünler. Ama başlarına geleceklerin sorumlusu ben olmayayım!
Yazının Devamını Oku