“İKSV 50 yıldır burada. Bizim için. 1972’den beri şehrimizin kültür hayatına şekil veriyor.”
Salı gecesi Four Seasons Oteli’nde düzenlenen İKSV’nin 50. yıl gala gecesinden bu konuşma.
Ama devamı da var.
Hatta Ergenç’in konuşmasının devamı salonda bulunan birçok insanı duygulandırdı, geçmişe götürdü, festival anılarıyla baş başa bıraktı.
Çünkü şunları söyledi Halit Ergenç:
“Her gün AKM’nin önünde bilet kuyruğuna girerdik. Hatta AKM önüne çadır kuran tek insan ben olabilirim! Fırat Kasapoğlu vardı, bir gün geldi. ‘Ne yapıyorsunuz?’ diye sordu. Bilet için olduğunu söyleyince, ‘İyi yapıyorsunuz’ demişti. Sonradan İKSV’de çalışmaya başladım. Ne iş yaptım dersiniz? Her şeyi! Kapıda bilet kontrolü, sayfa çevirmenliği ve rehberlik. Stadyum konserlerinde de çalıştım. Her konser için üç gece uykusuz çalışırdık.
Son gece ise üç gece uykusuz kalmamışız gibi konseri izlerdik. Herkes gittikten sonra biz kalkıp tekrar sahneyi indirirdik. Dolayısıyla geriye dönüp baktığımda şunu düşünüyorum. İKSV olmasa sanatsal perspektifimin yüzde 70’ini kazanamamış olurdum. Çünkü İKSV dünyada hiçbir yerde bulamayacağımız sanatçıları bir araya getiriyordu.”
Görür görmez bayıldım. Tamamı ahşapla kaplı, ortasında bir ağaç var.
Dahası, küçük bir teknenin arkasına bağlayıp onunla beraber açılabiliyorsun.
Şahane bir fantezi yani!
“Yüzen ahşap adalar” olarak tarif edebileceğim Kopenhag Adaları’ndan bahsediyorum.
Kopenhag Adaları iki mimar arkadaş, Avustralyalı Marshall Blecher ile Danimarkalı Magnus Maarbjerg’ın projesi.
İki arkadaş Kopenhag’da mimarlık okurken tanışmış.
Bu yüzden üç yılı doldurmadan çoğu başka bir işe zıplamaya başlamış.
Dün gece katıldığım TIF davetinin (ayrıntısı alt satırlarda) konuşulan konularından biri buydu.
Z kuşağına çalışma anlamında güvenmediklerinden bahsediyorlardı.
Acaba Z, Y, X kuşağı diye fazla mı kategorize ediyoruz her şeyi?
Bu konuda Ajda Pekkan’cıyım galiba.
Bakın son konserinde ne demiş: “Z kuşağı diye bir kuşak çıktı. A kuşağı, B kuşağı diye insanları niye ayrıştırıyorsunuz?”
Bu Chanel başka Chanel
Eurovision’u bu yıl Ukrayna aldı ama benim favorim İspanya ve şarkıyı seslendiren Chanel’di.
Bir Avusturyalı, bir Hintli, bir Brezilyalı ve bir Türk kanadından da bendeniz, Tarkan’ın “Kuzu Kuzu” şarkısı eşliğinde bir o yana bir bu yana salınıp dans ettik.
Mekan, İKSV binasının üstündeki Firuze’ydi. Ve üç yabancı da ortamın Türkçe müzikle kendinden geçmiş coşkulu enerjisine hayranlıklarını dakikada bir kulağıma fısıldayarak kendime gelmemi sağladı.
Şu açıdan:
Bazen bize sıradan bir şeymiş gibi geliyor ama hakikaten über eğlenceli mekanlarımız ve 1 saat önce bambaşka bir enerjiye sahipken 1 saat sonra DJ’in çalmaya başladığı bir Tarkan, iki Serdar Ortaç, üç Zeynep Bastık’la masalara çıkıp eğlenebilen, kasmayan, pek şahane bir kalabalığımız var.
Şimdi o yabancıları tanıtayım.
Avusturyalı Katharina Unger ve Hint asıllı Danimarkalı Hardeep Rehal, TURYİD tarafından geçen hafta üçüncüsü yapılan Gastroekonomi Zirvesi için İstanbul’a gelmişler.
Hardeep’in sevgilisi Aline de öyle...
BÖCEK Mİ DEDİNİZ?
Amaçları şu: Çevre sorunları konusunda hiçbir şey yapmamak yerine bir şey yapmaya çalışan insanları, kurumları ön plana çıkartmak ve pozitif bir hareket yaratmak...
Böyle bir medya olabilir mi? Oldu bile! İngiltere çıkışlı Going Green Media.
Onları bir süredir instagram ve YouTube kanallarından takip ediyordum.
Şimdiye kadar İspanya, Singapur, Endonezya, İngiltere ve Danimarka gibi ülkelerdeki sürdürülebilir projeleri çektiler. Going Green’in kurucuları iki genç sevgili, Ben Brown ve Ciara Doyle. Hikâyelerini Ben anlatıyor...
BİR EKO-POZİTİFLİK KAYNAĞI
Keza o gece salonda Mehmet Ali Erbil’in laflarına gülenler de aynı şekilde.
Onlar da farkında değil.
Oysa “Çarkıfelek” zamanlarında değiliz.
Evet, eskiden bu tür laflara alkış tutuluyor, reyting rekorları kırılıyor, çark öyle dönüyordu.
Şu da var: Belki o dönem Erbil’in cinsiyetçi esprilerine maruz kalan kadınlar (ve dahi erkekler) bu durumdan hiç hoşnut değildi, kendilerini her defasında kötü hissediyordu.
Seslerini çıkarsalar bile onları duyacak, anlayacak hassasiyette bir çoğunluğu etraflarında göremiyorlardı. Şimdi öyle değil.
Artık her şey hassasiyetlerle ilerliyor.
Buraları güzelleştiren yine insanlar oluyor.
Son şahane örneği halen devam etmekte olan CI Bloom sanat fuarı sebebiyle Tersane İstanbul’da gördük.
Gelen herkesin dillendirdiği ortak cümle şu oldu:
“Ne kadar güzelmiş burası.”
Haliç’e hayran kalanlar, karşı kıyıdaki tarihi binaları ve Tersane İstanbul binalarını keşfedenler..
Müthiş bir enerji vardı CI Bloom’da.
Bu hafta sonu da o enerji katlanarak sürecek.
Çünkü yarın büyük bir parti var Tersane’de.
Kara tarafından gitmesi dönmesi zordu ama Tersane İstanbul projesinin mimarı Murat Tabanlıoğlu ve ekibinin özenle ortaya çıkardığı tarihi binalar içine konuşlanmış sanat galerilerini gezmek, oradan çıkıp Fener Rum Lisesi’nin kırmızı tarihi binasının da olduğu nefis Balat manzarasına bakmak herkes için nefis bir deneyim olmuştu.
Hem alanın etkileyici atmosferi hem de pandemi sırasındaki ilk fiziksel fuar etkinliği olması CI’ın ziyaretçi sayısını katlamıştı.
İşte bu hafta yine yeniden o taraftayız.
Yeni bir CI fuarı nedeniyle: CI Bloom.
Bu bir ara fuar.
Sadece yerli galerilerin katıldığı, daha orta ölçekli.
Fuarın ilk gününden izlenimlerimi aktarayım hemen...
YENİ İŞLER VAR