Bizden de ünlü kadınlar peş peşe böyle fotoğraflar yayınlamaya başladı.
Ama asıl şimdilerde başka bir akım daha var: Saçlarının beyazını gizlememe hali!
Grombre hesabını takip eden kadınlar buraya saçlarının boyanmamış, tel tel beyazları çıkmış hallerini yolluyor.
Amaç şu: Gerçekte olduğun gibi görün.
Zaten hesabı kuran Martha Truslow Smith’in de amacı buymuş:
“Beyazları gizlemeye son!”
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Kadınlar üzerinde bir “beyaz saç” baskısı gerçekten var.
◊ Yeni şarkını dinledikten sonra şöyle bir hissiyat geçti bana: “İrili ufaklı bir sürü şey hayal etmiştim, ama olmadı. Bir tek sen oldun, aslında iyi ki diğerleri olmamış”. Şunu mu demek istiyorsun: Bizi anlayacak, sevecek o bir kişi, insanın erişmek istediği tüm hayallerinin üstünü çizdirebilir...
- Şarkıları yazdıktan sonra onların üzerine ışık tutup sonra da eline bir değnek alıp “Şurası şu burası da bu” demek bana biraz zor geliyor. Çünkü şarkı yazarken bunları hiç düşünmüyorum. Ne yazdığımı şarkıyı söyledikten sonra duyuyorum ben de. Düşüncenin ve hesabın hiç girmediği bir yere muhasebeci sokunca bir garip oluyorum ama madem sordun, evet aşk her şeyi bandajlamaya yeter bence.
Hayallerin üstünü çizdirebilir. Ama bence hiç kimse hiçbir şey için hayallerinin üstünü çizmemeli. Başkasının yoluna sapmadan da onunla buluşa buluşa yürümenin yolları var. O da başka şarkının konusu olsun.
◊ Peki insana aşk ve sevgi anlamında o bir kişi yeter mi? Neden bunu soruyorum; çünkü görüyoruz ki artık günümüz insanına yetmiyor. Ya da tam anlamıyla o kişiyi bulamadıklarından daldan dala konuyorlar. Günümüzün adına “aşk” denen, ama benim “ondan ona konulan tahammülsüzlük” dediğim ilişkilerini nasıl buluyorsun?
- Ben onlardan yaşamadım. Kendimi hep sakınıp saklardım. Sanki biri gelip alacaktı.
Biri geldi ve aldı da! Serdar’la bin yıllardır süren bir aşkı birkaç hayatta yaşıyormuşuz gibi hissediyorum. Bir yerde okudum, “Aşk hayatın balkonu” diye. Balkona çıkmadan hayat yaşanmaz, ama günümüzde bilemiyorum tabii. Ben başka bir zaman dilimindeyim! Tahammülsüzlük sadece ilişkilerde değil, genel bir var oluş şekli oldu.
Her an her şeyin el altında olması yolculuk hissini öldürdü. Habire varıp duruyorsun. Işınlanıyorsun oradan oraya. E sersem oluyorsun tabii. Sosyal medya diyetleri ve sakin olma yolları bulmak lazım. Bir de mahremiyet önemli. El ele, diz dize, göz göze sohbet etmek, dokunmak.
BENİM KAĞITTA
Amsterdam’ın göbeğinde Bungehuis adlı binanın içine konuşlanmış yeni Soho House’a girer girmez fark ettiğim ilk şey: Tüm çalışanların telaş içinde oradan oraya koşturması, bazı yerlerde mobilyaların tam yerleşmemiş oluşu, hatta kimi katlarda inşaat işçilerinin ölçü almaya devam etmesi...
Ama buna rağmen çalışanların cool bir şekilde gelen misafirlere “Hoş geldin” deyip uzun uzun sohbet edebilmesi...
Hiç şaşırmıyorum, çünkü Soho House’un açılışları genelde böyle oluyor.
Daha önce Londra’daki The Ned’in açılışında da benzer bir durum vardı.
Bina tam olarak bitmemişti ama büyük bir parti ve heyecanla The Ned’i açmışlardı.
Aslında bu “tam bitmeden” yapılan
açılışlarla Soho House’cuların kendi topluluklarına bile isteye yaşatmak istedikleri başka bir duygu (aynı zamanda bir pazarlama stratejisi) var gibi geliyor bana:
Fragmanı da yayınlanan dizinin esas dikkat çeken yanı ise dizideki karakterlerin isimleri.
Gelen basın bülteninden aynen aktarıyorum:
“164 yaşında genç bir vampir olan Mia (Elçin Sangu), akıl hocası Karmen’in (Selma Ergeç) önderliğinde, aklındaki planı gerçekleştirmek için İstanbul’a gelir.
Amacı kendisini vampire dönüştüren Dmitry’yi (Kerem Bürsin) öldürüp yeniden insan olmaktır. Karanlık geçmişine sırtını dönmüş olan kadim vampir Numel (Birkan Sokullu) bu amaç uğruna Mia ve Karmen’le ittifak kurar.”
İsimlere bakınca anlaşılan o ki, aslında dizidekiler Türk vampir değil.
Yurtdışından İstanbul’a gelen konuk yabancı vampirler!
Senaryo gereği mi böyle bir şeye ihtiyaç duyuldu ya da Ahmet, Ayşe, Ali diye vampir ismi olmaz mı denildi; orası muamma.
Arada’yı Bebek’ten biliyorum.
Bebek Kasap’ı yıllardır meşhur olan Hünkar Karakuş’un kendi mekanının yanına konuşlandırdığı Arada Meyhane, laf olsun diye değil gerçekten iyi hazırlanmış mezeleriyle kıştan beri gözde gizli mekanlar arasındaydı.
Arada’nın Alaçatı’da açıldığını duyunca hemen gittim.
Mezeleri biraz daha farklı ama aynı lezzette.
İşte tam bu demlenme esnasında müzik birden değişti.
Otelde kalan bir İngiliz, DJ setinin başına geçti.
“Gördün mü?” diyerek, hayretler edilerek, “Başka görüntüler de varmış” denilerek...
İki yetişkin insanın evine gizlice yerleştirilmiş kameradan yansıyan mahrem görüntüleri hoyratça izledik.
Kimimiz meraktan kimimiz eğlence olsun diye...
Mustafa Ceceli’nin dev ayıbına bir de biz suç ortağı olduk yani!
O görüntüler değil, bu mahremiyetin yayılmasına vesile olan her birimiz “skandalız” aslında.
Esas “yılın skandalı” bu.
Öncelikle hatırlatalım:
Spor ayakkabım artık vefat ilanını yayınlamak üzere.
Hain otlar ayakkabımın içine kadar girmiş.
Ayağım bir süre sonra acımaya başlıyor.
Ama tuhaf; bir süre sonra alışıyor, aldırmıyorum. Yürürken yalnız değilim.
Yanımda rehberlerim var, iki şahane Masai: Stephen Kelempu ve Kasale.
Kenya’daki büyük Rift Vadisi’nin güney tarafında, Olkiramatian bölgesindeyiz.
Fonda Sade’nin “Love is Stronger Than Pride”ı...
Duvarlarında tenis raketlerinin sıralandığı kafe Runner Up’tayız.
Mabel’e albümüyle ilgili ilk söylediğim şey şu oluyor:
“Albümdeki şarkılara dikilen kıyafetler şahane, kendine yeni nesil bir Onno Tunç bulmuşsun!”
Elbette kastettiğim -biri hariç- albümdeki şarkıların düzenlemesinde ismini gördüğümüz Sabi Saltiel.
“Özge Fışkın’la çalışıyordu Sabi. Beraber çalışabilir miyiz diye birkaç demo çalışması yaptık. Sonra baktım herif kopuyor! Oradan yürüdük. Çok yetenekli ve kafası açık biri. Albümdeki o melez sound’u çok iyi verdiğini düşünüyorum”.